İnsan zihnini, var olduğu günden bu yana meşgul eden en temel konuların başında “varlık ve insanın sırları” gelmektedir. Çünkü ideal ve huzurlu bir yaşam, ancak, son derece girift bir yapıya sahip olan insanın kendisini tanıması, varlığın sırlarını kavrayabilmesi ve gelecekten umutlu ve emin olabilmesiyle mümkündür.
Varlığın sırlarını araştırmayan insanlar içinse dünya hayatı; sadece bedenlerinin arzularını tatmin etme, bir oyalanma ve hoşça vakit geçirme, süslenme, insanlar arasında övülme, büyük bir hırsla mal arttırma ve ölmeden önce yaşamın bütün zevklerini tatmaya çalışmaktan ibarettir. Akıl ve vicdanımız ise dünya hayatının bu kadar basit ihtiras ve oyalanmalarla son bulmasını kabul etmemektedir. Çünkü, geçici olan bu zevk ve oyalanmaların sonunda kaçınılmaz olan bir ölüm gerçeği var ise; bu dünyada ebedi yaşayacak gibi, ölümü görmezden gelip kendimizi sadece hayatın maddi zevklerini tatmaya odaklamanın veya sadece insanlar arasında kariyer sahibi olmak ve hoşça vakit geçirmek için yaşamanın hiçbir anlamı kalmamaktadır.
O halde zeki ve idealist her insanın en önemli meselesi, içinde bulunduğu din veya ideolojinin gerçekliğini araştırmak ve ebediyete aşık ruhunu tatmin etmek için ölüm ötesi hayat adına bilgi edinmeye çalışmak olmalıdır. Aksi bir durum ve umursamazlık ise alt katında yangın olan bir binanın üst katında, hiç önemsemeyerek eğlenmekten ibarettir ki, bu da insanın kendisine yapabileceği en büyük zulüm ve kötülüktür.
İnsanların bu en önemli meselelerine karşı vurdumduymazlıkları ve sadece ölmek için yaşamalarının sebebi ise; nesilden nesile aktarılmış yanlış fikirlere gerçekliğini araştırmadan körü körüne bağlanmalarından, varlık gayelerini bilmemelerinden, ölümle birlikte her şeyin yok olacağını zannetmelerinden ve içinden çıkamadıklarını şüphelerine bir çözüm getirememelerindendir.
Halbuki insan, çocukluktan başlayan yavaş bir gelişme süreci ile büyümeyip de, mesela 30 yaşındaki haliyle bir anda dünyaya gelseydi, toplumun yanlış değer yargılarından uzak, saf aklın kritiği ve fıtratındaki “gerçeği bulma” arzusu ile “Ben kimim?”, “Beni yokluktan varlık sahasına getiren kimdir?”, “Beni buraya niçin göndermiştir ve benden ne beklemektedir?” gibi sorulara cevap arayacaktı.
Aklının sesine kulak vermeyip de hislerinin telkinlerine göre hareket ettiğinde ise, hayatının devamı adına kendisine verilmiş olan yeme-içme ihtiyacının ve neslinin devamı için gerekli olan cinsel duygularının geçici lezzetlerine kapılıp hayatını sırf bunlara odaklayacağından, kendisini diğer canlılardan ayıran özelliklerin gerektirdiği şekilde yaşamadığı için, çok değerli bir varlık iken, diğer canlıların seviyesine düşmüş olacaktır.
Varlığın sırlarını kavramada her insanın tatmin olması gereken ilk konu ise, bir yaratıcının olup olmadığı meselesidir.
Bir Yaratıcı Var mıdır?
Mekanik bir saat, çarkların tesadüfen bir araya gelmesiyle oluşamayacağından, kendini dizayn eden bilinçli bir saatçinin varlığını gösterir. Aynen bunun gibi de, mekanik bir saatle kıyas edilemeyecek mükemmellikte olan canlılık, kesinlikle tesadüfen ortaya çıkamayacak kadar kompleks bir düzene ve tasarıma sahiptir ve kendisini yoktan var eden bir yaratıcının varlığını gösterir.
Bu gerçeği sadece insanın oluşumuna baksak bile gayet açık bir şekilde görebiliriz. İnsanın oluşumunda hücrelerimiz görev alır. Hücreler, bölünüp birbirlerinin kopyalarını oluşturarak insanı inşa ederler. Hücre; su, yağ ve proteinden oluşmuş biyolojik bir makinedir; dolayısıyla ne duyar, ne görür, ne düşünür, ne de plan yapar. Öyleyse, bir zamanlar tek bir hücre iken çeşitli evrelerden geçerek kompleks bir varlık haline dönüşen insanı inşa etmeyi hücreler mi düşünüp planlamışlardır?
Veya şöyle soralım: İnsanın dış dünyada yürümeye ihtiyacı olacağını bilmeyen şuursuz hücrelerimiz, nasıl olurda ayakları oluşturma adına bir araya gelirler. İnsanın, doğduktan sonra diğer insanlarla iletişim kurmaya ihtiyaç duyacağını bilmedikleri halde, nasıl olurda kulağı ve dili inşa ederler. Oksijenin, ışığın ve sesin varlığından dahi haberleri olmamalarına rağmen, nasıl olurda akciğeri oksijene, gözü ışığa, kulağı da sese en uygun şekilde tasarlarlar. Birbirlerinin benzeri olan bu hücreler, bölündükten sonra yapı ve görev bakımından birbirlerinin kopyalarını oluşturmaları gerekirken, nasıl olurda doğadaki mevcut bölünme kanununa aykırı hareket edip belli bir zamandan sonra farklılaşarak; kimileri kemikleri, kimileri gözleri, kimileri damarları, kimileri kalbi, kimileri de beyni oluşturacak şekilde şekillenir ve dizilirler?
Tabi ki akıldan yoksun olan hücreler, bir organı oluşturmak için diğer hücrelerle bir araya gelmeleri gerektiğini düşünemezler. Bu da göstermektedir ki, bu şuursuz hücreleri bir kanun çerçevesinde yönlendiren sonsuz bir ilim, hikmet, irade ve kudret sahibi vardır.
Bununla beraber, ALLAH’ın varlığını bilimsel platformda inkar eden Materyalizm ve Darwinizm gibi felsefi akımların dayanak noktası, canlılığın “tesadüfen” oluştuğu düşüncesidir. Halbuki değil bir insanın, bir insan hücresindeki en basit organel olan proteinin dahi tesadüfen oluşması imkansızdır. İsveçli matematik uzmanı Charles Eugeniz Guye’ye göre, bir proteinin oluşması için gerekli maddeler bir araya getirilse bile tesadüfen oluşma ihtimali (en az) 10 üzeri 160’ta 1’dir. 10 üzeri 160 ise 1 rakamının yanına 160 tane sıfır konularak belirtilmektedir ki, ortalama 100 trilyon hücresi olan ve her hücresinde de 1 milyon protein bulunan insanın kendi kendine oluşması, 100 trilyon×1 milyon kere imkansızdır. Zira matematikte, 50 sıfırlı sayıda bir ihtimal istatistiksel olarak imkansızlığı ifade etmektedir.
Varsa Bir Kitap Göndermiş midir?
Gözümüzün, milyarlarca ışık türü içinde ihtiyacı olan mor ötesi ve kızıl ötesi arasındaki ışığı görmeye, kulağımızın binlerce ihtimal içinde ihtiyacı olan 20 ila 20 bin nanometre arasındaki sesleri duymaya uygun olarak dizayn edilmiş olması, dilimizin yeryüzündeki bütün lezzetleri analiz edebilen muhteşem bir laboratuar, solunum sistemimizin oksijen ve karbondan enerji üreten muhteşem bir fabrika özelliğinde olması gibi deliller, yani kısacası insanın kainatla bir anahtar ve kilit gibi muhteşem uyumu, kainatın, bütün sistemleriyle insan etrafında örgülendiğini apaçık ispat etmektedir.
Elbette ki kainatı bütün sistemleri ve varlıklarıyla insanın emrine veren ve insanı kainatın odak noktası yapan yaratıcı, onu başıboş bırakmayıp onunla diyaloğa geçecek ve onu yaratmasındaki maksadını elbette ki ona haber verecektir.
Kendisinin bizzat konuşmayıp elçileri vasıtasıyla kitap göndermesinin sebebi ise, dünyanın bir imtihan ve tecrübe meydanı olmasındandır. İmtihan sırrı ise, tabi ki hakikatlerin biraz perdeli ve şüpheli kalmasını gerektirmektedir ki, müsabaka ve gayret ile insanlar farklı dereceler kazanabilsin. Yani yaratıcısını tanımanın ve varlığın sırlarını araştırmanın önemini kavrayıp cennete girmeye hak kazananlarla, yaratıcısını ve varlığın sırlarını önemsemeyip cehenneme girmeye hak kazananlar birbirinden ayrılsın.
Göndermişse Bu Kitap Kuran mıdır?
Kuran, felsefi meselelerde ikna edici açıklamalar ortaya koymasıyla, bütün bilim dallarını kapsayan benzersiz üslubu ve içeriğindeki üstün hikmet ve çarpıcılığıyla, kendisine tutunan milletleri asırlar boyunca mutlu ve üstün kılan içtimai sistemleriyle, kapkaranlık bir çağda ortaya çıkan ve okuma-yazma dahi bilmeyen Hz. Muhammed’in (s.a.v.) sözü olmadığını, dolayısıyla yüce yaratıcının kelamı olduğunu apaçık ispat etmektedir.
Bunun yanında Kuran’ın, yaratıcımızın sözü olduğunu ispatlayan pek çok delil vardır. Bunları 5 maddede özetlemek mümkündür:
1. İlk olarak Kuran’ın edebi açıdan mükemmelliği onun en büyük mucizelerindendir. ALLAH’ın Bakara Suresinin 23. ayetindeki “Eğer kulumuza indirdiğimizde şüpheniz varsa, haydi onun benzeri bir sure getirin!” şeklindeki meydan okumasına, o dönemde Arabistan’da şiir ve edebiyat zirvede olduğu halde, dönemin Kuran muhalifleri sözle karşılık verememişlerdir. Ve zaten sözle karşılık veremediklerinden dolayı kılıçla mücadele yoluna gitmişlerdir.
2. Kuran, indirildiği dönemde hiç kimse tarafından kesinlikle bilinemeyecek bilimsel meselelerden bahsetmesiyle, her şeyin yaratıcısı olan, dolayısıyla da her şeyi bilen ALLAH’ın kelamı olduğunu apaçık ispat etmektedir. Kuran’da, henüz 1930 yılında tespit edilmiş olan yörüngelerden (Enbiya-33), karar mekanizmasının fonksiyonel merkezinin beynin ön kısmı olduğu (Alak-15/16), Paul Dirac’e Nobel fizik ödülü kazandıran her şeyin bir dişi ve erkekten müteşekkil olduğu gerçeğinden (Yasin-36), yağmurun aşılayıcı özelliğinden (Hicr-22), insanın oluşum safhalarından (Müminun-14), yani bilim ve teknolojideki müthiş ilerlemelerle ancak yeni keşfedilebilmiş konulardan 1400 yıl önce apaçık bir şekilde bahsedilir. Bunlardan sadece üçünü ele alalım.
a)Sütün Oluşumu:Sizce süt nasıl oluşmaktadır? Belki siz de çoğu kimse gibi, hayvanın yediği otun sadece mideden geçip memelerine gelince süte dönüştüğünü zannediyorsunuzdur. Oysa ki biyologlar, hayvanın yediği otun önce bağırsaklarındaki pisliğin içinden, sonra da kanın içinden geçip memelere gelince süte dönüştüğünü tespit etmişlerdir. Bu gerçek William Harvey tarafından kan dolaşımının keşfiyle tespit edilmiştir. Sütün oluşum safhaları ise William Harvey’in keşfinden 1000 yıl önce Kuran-ı Kerim’de net bir şekilde bildirilmiştir: “Muhakkak sizin için sağmal hayvanlarda da gerçekten bir ibret vardır. (Zira) size, onların karınlarındaki sindirilmiş gıdalar ile kan arasından, içenlerin boğazından kolayca geçen halis bir süt içiriyoruz.” ( Nahl-66 )
b)Dağların İzostesi Özelliği: Jeolojinin yeni bulgularına göre dağların yerin altında kökleri bulunmaktadır ve bu kökler dağların görünen kısmından 10-15 kat daha uzundur. Dağların köklerinin uzun olmasının sebebi ise, kazıkların bir çadırı toprağa sabitlediği gibi, dağların da yer kabuğunun sabitlenmesinde kazık işlevi görmesinden kaynaklanmaktadır. Oluşturdukları bu yerçekimsel kuvvet sayesinde yer kabuğunun genel dengesini sağlayıp dünyanın sarsılmasını engellemesine ise “izostesi” denmektedir. Dağların sıradan bir yeryüzü çıkıntısı zannedildiği dönemde izostesi özelliğine ve kazık hüviyetinde olduğuna Kuran’da mucizevi bir şekilde işaret edilmiştir: “Onları sarsmasın diye yeryüzüne dağları yerleştirdik.” ( Enbiya-31 ) “Yeryüzünü bir döşek, dağları da birer kazık yapmadık mı?” ( Nebe-6,7 )
c)Evren Genişlemesi:Evren, yoktan var edilişinden, yani Big Bang’ten bu yana, adeta bir balonun şişirilmesi gibi durmadan genişlemektedir. Bu bilimsel gerçek Edwin Hubble adlı bilim adamı tarafından 1929 yılında kesin olarak ispatlanmıştır. Asrın en büyük keşfi kabul edilen bu gerçek Kuran-ı Kerim’de itiraz edilemez bir netlikte ifade edilmektedir: “Biz göğü büyük bir kudretle bina ettik ve şüphesiz biz onu genişleticiyiz!” ( Zariyat-47 )
3. Matematiksel Mucize: Kuran’ın en büyük mucizelerinden biri de, içinde yer alan bazı kelimelerin matematiksel bir şifre ile düzenlenmiş olmasıdır. Mesela Fatiha Suresinde geçen “Maliki yevmid-din” ayetindeki “yevm” kelimesi gün manasına gelir. Yevm kelimesi bu ayette geçtiği gibi bütün Kur’an’da ayrı ayrı yerlerde 365 kere geçmektedir. İşte bunun gibi birbiriyle benzer, alakalı ve birbirine zıt kelimeler şaşırtıcı bir şekilde Kur’an’ın ayrı ayrı yerlerinde aynı sayıda tekrarlanmaktadırlar.
“Gün (yevm)” tekil olarak 365 kere geçerken, çoğul yani “günler (eyyam ve yevmeyn)” kelimeleri 30 defa tekrarlanır. “Ay” kelimesinin tekrar sayısı ise 12’dir. “Bitki” ve “ağaç” kelimelerinin tekrar sayısı aynıdır: 26 “Ceza” kelimesi 117 kere yer alırken, Kuran’ın temel ahlak özelliklerinden olan “affetmek” ifadesi, bu sayının tam 2 katı kadar yani 234 kere tekrarlanır. “Dünya” kelimesi ve “ahiret” kelimesinin tekrarlanış sayıları da aynıdır: 115 “Şeytan” kelimesi Kuran’da 88 kere geçer. “Melek” kelimesinin tekrar sayısı da 88’dir. “Cennet” kelimesi ve “cehennem” kelimesi de aynı sayıda tekrarlanır: 77. “Zekat” kelimesi Kuran’da 32 kere tekrarlanırken, “bereket” kelimesinin tekrarlanış sayısı da 32’dir. “İyiler (ebrar)” 6 kere tekrarlanırken, “kötüler (fuccar)” kelimesi ise tam yarısı kadar yani 3 kere geçer. “Yarar” kelimesi 50, “zarar” kelimesi de 50 kere tekrarlanır. “Ücret” ve “İşçi” kelimelerinin tekrar sayısı da aynıdır: 107 “Ümit” 8 yerde, “Korku” da 8 yerde. “Sevgi” ve “itaat” kelimelerinin tekrar sayısı aynıdır: 83 Kuran’da “sıkıntı” kelimesi 13 kere yer alırken, “huzur” kelimesi de 13 kere tekrarlanmaktadır. “Dil” kelimesi 25 defa geçerken, “Öğüt” kelimesi de 25 defa geçer. “Adalet” ve “Zulüm” kelimeleri de aynı: 15
4. Kuran’ın geçmişten verdiği haberlerin –en ince ayrıntılarına kadar- doğruluğu, özellikle de arkeoloji bilimindeki ilerlemelerle ortaya çıkmıştır. Mesela yakın tarihe kadar kimi bilim adamları, Kuran’ın Ad ve Semud kavimleri hakkında anlattıklarını hiçe sayıyor ve gerçekte böyle kavimlerin yaşamamış olduklarını iddia ediyorlardı. Arkeolojik kazılar sonucu bu kavimlerin kalıntılarına rastlanması ve Batlamyus isimli araştırmacının eserlerinin bulunması, Kuran’ın geçmişten verdiği haberlerin gerçekliğini net bir şekilde ispat etmiştir.
5. Kuran’ın diğer bir mucizevi özelliği ise gelecekten haber vermesidir. Mesela Kuran’da, Mekke’nin Müslümanlar tarafından fethedilmesinin mümkün görülmediği bir devrede fethedileceği, Rumlar, Perslerle yaptıkları savaşta tek kelimeyle hezimete uğradıkları halde, Rumlarla Persler arasında tekrar bir savaş cereyan edeceği ve bunu Rumlar’ın kazanacağı, Hz. Muhammed’in, her gün öldürülme ihtimali olduğu ve buna bir çok teşebbüslerde de bulunulduğu halde, Kuran’da kendisine “ALLAH seni insanlardan koruyacaktır!” diye teminat verilmesi gibi gelecekle alakalı bir çok bilgi tereddütsüz bir şekilde belirtilmiş ve belirtilen her hadise günü geldiğinde tek tek gerçekleşmiştir.
Gönderdiği Kitap Kuran İse Bizden Ne İstemektedir?
Devamlı dolup boşanan resim ve sanat galerileri ve güzelliklerini göstermekten mutlu olan insan modelleri ispat etmektedir ki, her yetenek ve güzellik sahibi kendi güzelliğini görmek ve göstermek istemektedir. Zira yetenek ve güzelliğin sergilenmeden kıymet ve derecesinin bilinmesi mümkün değildir. Madem sınırlı yetenek ve güzellik sahibi olan biz insanlarda bu böyledir; elbette ki sınırsız ve kusursuz sanat ve güzellik sahibi olan Rabbimiz dekendi sanat ve güzelliğini bazı aynalarda ve sergilerde görmek ve göstermek istemiştir.
İnsan ise; hem bu yüce yaratıcının isimlerinin en kapsamlı bir aynası, hem bu muazzam sanat galerisi dünyayı incelemeye ve değer biçmeye davet edilmiş bir özel müfettiş, bir aziz misafir, hem de ebedi bir cenneti kazanma veya kaybetme gibi büyük bir davası olan bir sonsuzluk yolcusu konumundadır.
Yüce yaratıcımız, kendisini tanıma ve tanıtma gayretinde olan ve koymuş olduğu kurallara itaat eden kullarına sadakat ve terbiyelerinden dolayı ebedi mükafatlar, kendisini önemsemeyerek verdiği nimetler karşılığında nankörlük edenlere de, vurdumduymazlık ve nankörlüklerinden ötürü türlü cezalar vereceğini haber vermiştir.
Yeniden Diriliş Mümkün müdür, Gerçekten Bir Ahiret Var mıdır?
İnsan bedeni toprakta çürüyüp gözle görülmeyecek bir hale geldikten sonra onu tekrar diriltmek elbette ki yüce yaratıcımız için çok kolaydır. Zira insan bir zamanlar yine gözle görülmeyen bir DNA molekülünden bu hale getirilmiştir. Yüce ALLAH’ın insanı tekrar yaratamayacağını iddia etmek, bir makine mühendisinin, planını çıkarıp ürettiği bir makineyi, o makine bozulduktan veya çürüdükten sonra tekrar üretemeyeceğini iddia etmekten çok daha anlamsızdır. Çünkü bir şeyi ikinci defa yapma ilk defa yapmaktan daha kolaydır.
Yüce yaratıcımız bu hususu Kuran-ı Kerim’de şöyle belirtmektedir: “İnsan, bizim kendisini bir damla sudan yarattığımızı görmüyor mu? Şimdi o, (bize) apaçık bir düşman kesilmiştir. Kendi yaratılışını unutarak bize bir örnek verdi; dedi ki: “Çürümüş-bozulmuşken bu kemikleri kim diriltecekmiş?” Deki: “Onları ilk defa yaratıp inşa eden diriltecek!” O her (türlü) yaratılışı hakkıyla bilendir.”
Zaten yaratılış sırrını kavramış her insan bilir ki, insanın asıl hayat kaynağı ruhtur. Beden ise ruha giydirilmiş bir kılıftır ve ruhun evi konumundadır. Dolayısıyla beden toprak altında çürüse bile, ruh baki olduğu için onu yeni bir bedene yerleştirmek yüce ALLAH’a çok kolaydır.
Ahiretin varlığı ise, vaadinden dönmesi mümkün olmayan yüce ALLAH’ın hem adaletinin, hem hikmetinin, hem rahmetinin, hem de kudretinin gereğidir. (Hem de insan ruhunun değişmez vasfı olan ebediyet aşkı ve arzusunun neticesidir.) Zira, en güzel bir şekilde var edilen insan şu kainat ağacının bir meyvesi olarak yaratılmıştır. Koca kainat kendisi için bir ev olarak hazırlanmış, zehirli arılar ona bal yapmış, elsiz ipek böcekleri onu giydirmiş, koyun ve kuzular (inek) onu beslemiş, binek hayvanları kendisine boyun eğdirilmiş, kendileri çamur yiyen ağaçlar ellerini uzatarak en lezzetli meyveleri ona takdim etmiş, bitkiler kirli hava olan oksijeni emip tertemiz olan oksijeni ona vermiş, Ay gece lambası, Güneş sobası, yıldızlar kandilleri hükmüne geçmiş…
Acaba 60-70 senelik bir hayat uğruna kainatı bütün süsleri ve özellikleriyle insanın emrine veren bir Zat hiç onu kabirde yalnız bırakır mı? Bunca masrafın ve ikramın hesabını sormaz mı?
Biz Kaderin Mahkumu muyuz?
Evet, şüphesiz ki insan, hayvan gibi ipi boğazına sarılıp istediği yerde otlaması için başıboş bırakılmamıştır. Bütün amellerinin suretleri alınıp yazılır ve bütün fiillerinin neticesi muhasebe için zapt edilir.
Kader ıztırari ve ihtiyari kader olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Evrenin genişleme hızı, gezegenler arası itme-çekme kanunları, doğadaki dengeler, bitkilerin fotosentez yapması ve bedenimizin çalışma programı gibi bütün hadiseler bir kaderi program çerçevesin ve bizim irademiz dışında cereyan etmektedir. Ve buna ıztırari kader denmektedir. İhtiyari kader ise serbest irademiz ile bir imtihan salonu olan dünyada seçme ve reddetme yetkimizi kullanmamız demektir.
İnsanların kaderin mahkumu olduklarını düşünmelerinin sebebi ise, kaderin yazılmış olmasının yanlış anlaşılmasından dolayıdır. Bu hususu bir misalle ele almaya çalışalım. Aynı ray üzerinde birbirlerine doğru hızla yaklaşan iki tren düşünün. Bu trenlerin aralarında bir tepe olduğu için çarpışacaklarının farkında olmadıklarını var sayalım. Fakat siz bir helikopterden trenlerin birazdan çarpışacaklarını görüp bir deftere “Bu iki tren birazdan çarpışacak!” diye yazdınız. Şimdi, bu trenler çarpıştığı zaman siz yazdığınız için mi çarpışmış olurlar? Veya trendekiler size “Sen yazmasaydın biz çarpışmazdık” diyebilirler mi? Evet, sizin yazmanızın trenlerin çarpışmasına bir tesiri olmadığı gibi, yüce Rabbimizin yazmasının da insanın iradesiyle yaptığı işlerde zorlayıcı bir tesiri yoktur. Ve hiç şüphesiz ki, canlı cansız her şeyde ölçü, denge ve adalete riayet eden yüce Rabbimiz, elbette ki en güzel biçimde ve en üstün seviyede yarattığı insanoğluna hür bir irade verecektir. Yoksa zorla günah işletip sonra da cehenneme atmayacaktır.
Kuran’a Göre Müminler Kimdir?
Yüce yaratıcımız Kuran-ı Kerim’de gerçek müminlerin özelliklerini şu şekilde anlatmaktadır: 1-“Gerçekten müminler kurtuluşa ermiştir. 2-Onlar ki namazlarında saygı ve edep içindedirler. 3-Onlar ki boş ve yararsız şeylerden yüz çevirirler. 4-Onlar ki zekat (vazifelerini) yerine getirirler. 5-Ve onlar ki iffet ve namuslarını korurlar. 6-Ancak eşleri ve kendilerine helal olanlardan kınanmış değillerdir. 7-Şu halde kim bunun ötesine gitmeyi isterse, işte onlar haddi aşan kimselerdir. 8-Ve yine onlar ki emanetlerine ve sözlerine riayet ederler. 9-Ve onlar ki namazlarına devam ederler. 10- İşte (cennete) varis ancak onlardır.” ( Müminun-1/10 )
Abdullah b. Abbas isimli sahabeden rivayet edilen bir hadiste Peygamberimiz (a.s.) bu ayetlerin indirilmesinden sonra “Bana 10 ayet indirildi ki, durumu buna uyan cennete girecektir” buyurmuş ve bu 10 ayeti okumuştur.
Sonuç
Ey insan! Sen, kainat sultanının bütün isimlerinin en kapsamlı aynası, hitaplarının çok özel bir muhatabı veya şu kainat ağacının en son ve en kapsamlı meyvesi, dünya sarayının en şerefli misafiri, ezel-ebed padişahının icraatlarının en dikkatli bir seyircisi ve yeryüzündeki bir müfettişi ve halifesisin. Rahman olan ALLAH seni cehenneme atmak için yaratmadı. Sana değer verdiğini göstermek için meleklerini atan Hazreti Adem’e secde ettirip seni sayısız nimetleriyle donattı. Baharı bir gül destesi yaparak sana uzattı ve bütün canlıları sana hizmetkar yaptı.
Öyleyse şimdi gel; kendi değerlerini koruma altına al! Hakka yakınlaşma yolu sayılan bu dünyayı en iyi şekilde değerlendirmeye bak! Kin, nefret, gayz, hırs, haset ağına düşerek ebedi hasmın olan şeytanı sevindirme! Şayet yanılıp da kendi çizgin altına düşmüşsen Adem Nebi gibi davran; doğrul, kendine gel, suçunu itiraf et! Hakkın her zaman açık olan kapısına yönel ve hatalarına bir dakika bile yaşama şansı ve hakkı tanıma! Günahla bozulup başkalaşan insani tabiatını tövbe iksiriyle yeniden ihya et, ayağı kaldır! Bir kere daha ALLAH’a doğru şahlandır! Sabırsızlık edip yitirmek üzere olduğun cenneti bir de umursamazlığa kurban etme!
“Ey insan! Üstün kerem sahibi Rabbine karşı seni aldatıp yanıltan nedir? Ki O, seni yarattı, sana bir biçim verdi.” ( İnfitar-6,7 )
Kaynaklar: Bediüzzaman Said Nursi-Risale-i Nur Külliyatı/M. Fethullah Gülen-Pırlanta Serisi
Yer imleri