Kimi insanlar sadece hayatta kalabilmek ve bedenlerinin arzularını yerine getirebilmek için yaşarlar. Onlar için hayat, midelerini ve şehvetlerini tatmin etmek, ölmeden önce hayatın tüm lezzetlerini tatmaya çalışmak ve insanlar arasında övülebilmekten ibarettir. Bu, onların varlık gayelerini bilmemelerinden, dünya hayatını bir son zannetmelerinden ve içinden çıkamadıkları şüphelerine bir çözüm getirememelerinden kaynaklanmaktadır. [/i]

Oysa ki insan çocukluktan başlayan yavaş bir gelişme süreci ile büyümeyip de bir anda dünyaya gönderilse idi, elbette ki hayata bakışı çok daha farklı olacaktı. Herhalde ilk dikkatini çeken vücudunun mükemmelliği olurdu. Çünkü insan vücudunun azaları olmaları gereken en mükemmel yerde bulunmaktadırlar. Zira şöyle bir düşünürsek; yediklerimizi çıkardığımız yer ağzımıza yakın olsaydı ne kadar rahatsız olurduk. Veya gözlerimiz kafamızın üstünde, kulaklarımız ayağımızın altında olsaydı. Her şeyi rahatlıkla tutabilmemizi sağlayan baş parmağımız olmasaydı. Veya saçlarımız gibi kaşlarımız, kirpiklerimiz ve vücudumuzdaki diğer sabit kıllarda devamlı uzasaydılar. Ya ağzımız sırtımızda olsaydı. Veya kesici dişlerimiz arkada, öğütücü dişlerimiz önde olsaydı. Ya en önemli organımız olan beynimiz en mükemmel korunma yeri olan kafatasının içinde değil de başka bir yerde olsaydı. Evet, vücudumuzdaki her şeyin olması gereken en mükemmel şekilde ve bulunması gereken en mükemmel yerde bulunmasının sebebi, her birininbilinçli bir tasarım ve planlı bir yaratılışın ürünü olmasıdır.

İçinde yaşadığımız evrende de mükemmel bir düzen ve tasarım vardır. Mesela dünyamıza en yakın yıldıza saniyede 300 bin km. hızla 300 senede gidilebilir. Dünyamız ve Güneş sisteminin de içinde bulunduğu Samanyolu galaksisinde ise yaklaşık 250 milyar yıldız bulunmaktadır. Ve Samanyolu galaksisi gibi de yaklaşık 300 milyar galaksi tespit edilmiştir. Dünyamız 108.000 km. hızla Güneşin çevresinde, saatte 1670 km. hızla da kendi ekseni etrafında dönmektedir. Eğer Dünyamız biraz daha hızlı dönseydi, Güneşin çekim alanından uzaklaşacak ve uzaya savrulacaktı. Eğer biraz daha yavaş dönseydi, Güneş tarafından çekilecek ve büyük bir patlamayla yutulacaktı. Peki Dünyayı saatte 1670 km. hızda sabit tutan güç nedir? Yoksa 5 milyar seneden beri dünya bu hızını tesadüfen mi korumaktadır? Dünyanın Güneşe olan uzaklığı da olması gereken en ideal mesafededir. Eğer Dünyamız Güneşe şu an bulunduğu mesafeden biraz daha yakın olsaydı, gezegenimiz sıcaktan kavrulacaktı. Biraz uzaklaştığında ise gezegenimiz buzul çağına girecek ve insanlık yok olacaktı. Peki Dünyamızla Güneş arasındaki bu hassas mesafe tesadüfen mi oluşmuştur?

Ayrıca Dünyayı diğer gezegenlerle karşılaştırdığımızda insan için özel olarak tasarlandığını görürüz. Mesela Dünyamız 23,5 derece açıda eğik olarak dönmeseydi, yazlar canlıların yaşayamayacağı bir sıcaklıkta, kışlar ise yaşanılmaz bir soğuklukta olacaktı. Atmosferimizde %21 oranında oksijen gazı bulunmaktadır. Eğer oksijen oranı biraz daha düşük olsaydı canlılar solunum yapamayacak, biraz daha yükseldiğinde ise bir şimşek çakmasıyla hava tutuşacaktı. % 21’lik oksijen oranı, canlıların yaşamlarını sürdürebilmeleri için en ideal değerdir. Ayrıca havadaki bu hassas oran, bitkilerin oksijen üretmeleriyle her an atmosferde sabit tutulmaktadır. Peki bu saydığımız dengelerin her biri nasıl oluşmuştur? Elbette ki bu dengelerin hiçbirinde tesadüfe yer yoktur ve her biri insanlığın yaşamını sürdürebilmesi için ALLAH (c.c.) tarafından özel olarak tasarlanmışlardır. Ayrıca kuru bir odundan yemyeşil ve canlı yaprakların çıkması, yaprakların kızgın Güneşin altında dahi kurumamaları, kapkara bir çamurun içinden rengarenk farklı farklı kokularda içleri mis gibi tertemiz olan meyvelerin çıkması, her birinin tadının çok hoş ve lezzetli olması ve hepsinin adeta bozulmaması için ambalajlanmış gibi kabuklarla korunması ve en önemlisi bütün meyvelerin ve sebzelerin insan vücuduna yararlı olması, yine bize eşsiz bir yaratılışı ve dolayısıyla eşsiz bir Yaratıcıyı göstermektedir.

Bu yüce Yaratıcının varlığını şöyle ispat edebiliriz: Mesela bir eczane düşünelim. İçinde bitki tozları ile dolu yüzlerce kavanoz bulunsun. Bu bitki tozlarından çeşitli hastalıkların tedavisinde kullanılacak ilaçlar yapmak gerekti.Eczaneye geldiğimizde bu ilaçlardan çoğunun çok hassas ölçülerde yapılmış olduğunu ve reçetelerinin de ilaçların üzerine yazılmış olduğunu gördük. Mesela, 7,5 miligram bir şişeden, 2,5 miligram diğerinden, 1 miligram da başkasından olmak üzere 50’den fazla kavanozdan bitki tozlarının alınması suretiyle yapıldığını tespit ettik. Ve gördük ki, eğer birinden yarım miligram eksik veya fazla alınsa ilaç olma özelliğini kaybedip belki zehir olacak. Şimdi biz bu ilaçların nasıl yapılmış olduğunu düşünüyoruz.

1. Şık: Bu ilaçlar tesadüfen yani sebeplerin bir araya gelmesiyle oluştu. Yani bir rüzgar esti, bitki özlerinin bulunduğu bütün kavanozları devirdi, bitki özleri hassas ölçülerde akarak bir araya geldiler ve hassas ölçülerde yapılmış gördüğümüz o ilaçları meydana getirdiler. 2. Şık: Bu ilaçları ancak maharetli bir eczacı yapabilir. Acaba maharetli bir eczacıyı kabul etmeyip birinci şıkkı tercih etmekten daha mantıksız, daha saçma bir şey olabilir mi? İşte aynen bunun gibi, her bir canlı, her bir bitki çok çeşitli elementlerden, çok çeşitli maddelerden, son derece hassas bir ölçü ile alınarak yapılmıştır. Evet, görüldüğü gibi kainat eczanesindeki varlıkları, özelliklede en mükemmel varlık olan insanı ve tabiattaki diğer hadiseleri, tabiatın, tesadüfün veya sebeplerin meydana getirdiğini düşünmek, rüzgarların elli kavanozu devirerek, hassas bir ilacı meydana getirmesinden daha imkansızdır. Hatta değil bir canlı, canlıların en küçük organeli olan proteinin dahi tesadüfen oluşması imkansızdır.

İsveçli matematik uzmanı Charles Eugeniz Guye’ye göre, bir proteinin meydana gelmesi için gerekli maddeler bir araya getirilse bile, tesadüfen oluşması 160 kere 10x10 sayısı ile ifade edilebilir ki, 10 rakamının sağına 160 sıfırı koyarak belirtilecek bir sayı henüz yeryüzünde yoktur. Yani proteinin tesadüfen oluşması imkansızdır. Bir proteinin tesadüfen oluşması bu kadar imkansızken, ortalama 100 trilyon hücresi olan ve her hücresinde de 1 milyon protein bulunan insanın tesadüfen oluştuğunu iddia etmek, 100 trilyon çarpı 1 milyon kere imkansızdır.

Zaten tarih boyunca bir çok ülke laboratuarlarda kimyasal yollarla hücre üretmeye çalışmışsa da başaramamıştır. Mesela Rusya 1942 yılında büyük bir kimya laboratuarı kurdu. Hücre imal etmek için kurulan bu laboratuarın başına da Alexander Oparin isimli ünlü evrimci kimyageri getirdi. Büyük bir ekibin tam 20 yıl yaptığı deneylerden sonra Rusya 1962 yılında tüm dünyaya şu açıklamayı yapmaya mecbur kaldı: “Kimyevi faktörlerle bir canlı yapmak imkansızdır. Ve maalesef hücrenin meydana gelişi evrim teorisinin bütününü içine alan en karanlık noktayı teşkil etmektedir.”

Kur’an’ın indiği 7. asırda bilimsel konular hakkında hiç bir şey bilinmiyordu. Arabistan’daki insanlar bu tür konularda nesilsen nesile aktarılan hikayelere ve atalarından kalma hurafelere inanıyorlardı. Mesela, göğün dağlar sayesinde ayakta kaldığı sanılıyordu. Kur’an ise; “ALLAH (c.c.) O’DUR Kİ, GÖĞÜ DAYANAK OLMAKSIZIN YÜKSELTTİ.”(Ra’d-2) ayetiyle ve benzer bir çok ayetle, bu ve bunun gibi hurafeleri ortadan kaldırdı. Şimdi Kur’an-ı Kerim’deki yüzlerce mucizeden birkaç örnek okuyacaksınız.

1)SÜT:Sizce süt nasıl oluşmaktadır? Belki sizde herkes gibi hayvanın yediği otun sadece mideden geçip memelerine gelince süte dönüştüğünü zannediyorsunuzdur. Oysaki biyologlar, hayvanın yediği otun önce bağırsaklardaki pisliğin içinden, sonrada kanın içinden geçip memelere ulaşınca süte dönüştüğünü tespit etmişlerdir. Bu gerçek 1400 yıl önce indirilen Kur’an-ı Kerim’de şöyle geçer; “MUHAKKAK SİZİN İÇİN SAĞMAL HAYVANLARDA DA GERÇEKTEN BİR İBRET VARDIR. (ZİRA) SİZE ONLARIN KARINLARINDAKİ FIŞKI İLE KAN ARASINDAN, İÇENLERİN BOĞAZINDAN KOLAYCA GEÇEN HALİS BİR SÜT İÇİRİYORUZ.”(Nahl-66) Günümüzde en gelişmiş teknolojik imkanlarla yeni tespit edilen bu gerçeğin Kur’an’da bildirilmesi, O’nun ALLAH kelamı olduğunu kanıtlamaktadır.

2)KEMİKLER: “....DAHA SONRA O ÇİĞNEM ET PARÇASINI KEMİK OLARAK YARATTIK; BÖYLECE KEMİKLEREDE ET GİYDİRDİK; SONRA BİR BAŞKA YARATILIŞLA ONU İNŞA ETTİK. YARATICILARIN EN GÜZELİ OLAN ALLAH (c.c.) NE YÜCEDİR.”(Mü’minun-14) Embriyoloji alanında, yakın zamana kadar kemiklerle kasların birlikte ortaya çıkarak geliştikleri sanılmıştır. Bu yüzden bazı kimseler uzun bir süre bu ayetlerin bilime ters düştüklerini iddia etmiştir. Ancak gelişen teknoloji sayesinde yapılan daha ileri mikroskobik incelemeler, Kur’an’da bildirilenlerin eksiksiz bir şekilde doğru olduğunu ortaya koymuştur. Evet, Kur’an-ı Kerim, o dönemde anne karnındaki gelişimden haberdar olmayan insanlar tarafından uydurulmamıştır. O, anne karnında insanı yaratan ve kemiklerin ne zaman ortaya çıktığını bilen ve bize bildiren ALLAH Teala tarafından indirilmiştir.

3)DEMİR:Astronomlar keşfetmiştir ki; demir madeni Dünyada meydana gelmemiş, milyarlarca yıl önce Süpernova adı verilen yıldızların patlamasıyla parçalar halinde Dünyaya indirilmiştir. Bilim tarafından henüz yeni keşfedilen bu gerçek, Kur’an’da şu şekilde haber verilmektedir; “KENDİSİNDE ÇETİN BİR SERTLİK VE ÇEŞİTLİ YARARLAR BULUNAN DEMİRİ DE İNDİRDİK.”(Hadid-25) Görüldüğü gibi ayette, demiri yerden çıkardık denmemekte, “indirdik” ifadesi kullanılmaktadır. Ayrıca bu ayette bir mucize daha vardır. İçinde demirden bahsedilen el-Hadid suresi Kur’an’ın 57. suresidir. El-Hadid kelimesinin Arapça’daki sayısal değeri hesaplandığında karşımıza çıkan rakam yine 57’dir. Sadece Hadid (demir) kelimesinin sayısal değeri 26’dır. 26 ise demirin atom numarasıdır.

4)GÜNAHKAR ALIN: “HAYIR HAYIR, EĞER O VAZGEÇMEZSE DERHAL ONU PERÇEMİNDEN YAKALARIZ. O YALANCI, GÜNAHKAR OLAN ALNINDAN.”(Alak-15,16) Ayette geçen “günahkar alın” ifadesi son derece ilgi çekicidir. Çünkü modern bilimsel bulgular ön alın bölgesinin yani hipotalamusun hareketleri yönlendiren bölge olduğunu ortaya koymuştur. Dolayısıyla iradenizi kötüye kullanırsanız, sizde günahkar bir alına sahip olursunuz. Ön alın bölgesinin bu özelliğinin ancak çağımızda keşfedilmiş olmasına rağmen Kur’an’da apaçık ifade edilmesi, akılları durduracak bir hadisedir.

5)EVREN:19. yüzyılda evrenin sonsuzdan beri var olduğu (yaratılmamış olduğu) zannediliyor ve dolayısıyla da bir Yaratıcının varlığı inkar ediliyordu.Oysa 20. yüzyılda gelişen bilim ve teknoloji, bu ilkel anlayışı kökünden yıktı. Evrenin bir başlangıcı olduğu, yokken bir anda büyük bir patlamayla yaratıldığı modern fizik tarafından pek çok deney, gözlem ve hesapla ispatlandı. Dolayısıyla evreni yokken var hale getiren bir Yaratıcının varlığı kanıtlandı. Bugün bu gerçekler bütün bilim çevrelerince kabul görmektedir. Evrenin yoktan var edildiği gerçeği 20. asırda yeni keşfedilmişken, 7. asırda indirilmiş olan Kur’an bu gerçeği şöyle haber verir; “O, GÖKLERİ VE YERİ YOKTAN VAR EDENDİR.”(En’am-101) Modern bilim, şu an evreni oluşturan bütün maddenin başlangıçta bitişik halde bulunduğunu ve büyük bir patlamayla bu maddelerin ayrılarak evreni oluşturduğunu kanıtlamıştır. Yine yeni keşfedilmiş olan bu gerçek Kur’an-ı Kerim’de şöyle haber verilir; “O İNKAR EDENLER GÖRMÜYORLAR MI Kİ, BAŞLANGIÇTA GÖKLERLE YER (tüm madde) BİRBİRİYLE BİTİŞİKKEN, BİZ ONLARI AYIRDIK...”(Enbiya-30) Ayrıca 1929 yılında Edwin Hubble adındaki bir bilim adamı evrenin devamlı olarak genişlediğini keşfetmiştir. Yine bu olay, bundan 14 asır önce, insanların evren hakkındaki bilgilerinin çok az olduğu bir dönemde indirilen Kur’an-ı Kerim’de şöyle haber verilmektedir; “BİZ GÖĞÜ BÜYÜK BİR KUDRETLE BİNA ETTİK VE ŞÜPHESİZ BİZ ONU GENİŞLETİCİYİZ.”(Zariyat-47)

6)YEDİ GÖK:Bilindiği gibi atmosfer yedi tabakadan oluşmaktadır. Bunlar: 1-Troposfer 2-Stratosfer 3-Kemosfer 4-Mezosfer 5-İyonosfer 6-Eksozfer 7- Magnotosfer’dir. Bunun gibi üzerinde yaşadığımız yerküre de yedi katmandan oluşur: 1-İç çekirdek 2-Dış çekirdek 3-Alt manto 4-Geçiş zonu 5-Üst manto 6-Sima 7-Sial. Bilimin tespit ettiği bu gerçeği 1400 yıl önce meydan okurcasına ortaya koyan Kur’an Kerim, atmosferin ve yerkürenin yedi katmandan oluştuğunu şu şekilde bildirir; “ALLAH (c.c.) O’DUR Kİ, YEDİ GÖĞÜ VE YERDENDE ONLARIN MİSLİNİ YARATMIŞTIR. ONLARIN ARLARINDA EMRİ CEREYAN EDER.”(Zümer-6)

7)YÖRÜNGELER:Bugün her bir gökcisminin bir yörüngesi olduğu bilinmektedir. Mesela Ay Dünyanın yörüngesinde, Dünya Güneşin yörüngesinde, Güneş ise belli bir yörüngede yol almaktadır. Kur’an’ın indirildiği dönemde Araplar evren hakkında hiç bir şey bilmiyorlardı. Öyle ki, Dünyayı ve diğer gökcisimlerini bulundukları yerde sabit zannediyorlardı. Ama Kur’an, şu ayetlerle Arap toplumunun batıl fikirlerini ortadan kaldırdı; “GECEYİ, GÜNDÜZÜ, GÜNEŞİ VE AYI YARATAN O’DUR. HERBİRİ BİR YÖRÜNGEDE YÜZÜP GİDİYOR.”(Enbiya-33) Güneş, Solar Apex adı verilen bir yörüngede Vega yıldızına doğru ilerlemektedir. Güneş bu yörüngede günde 17 milyon 280 bin km. yol kat etmektedir. O dönemde hiç kimse tarafından bilimsel olarak keşfedilemeyecek olan bu gerçek, Kur’an’da şöyle bildirilir; “GÜNEŞ DE KENDİSİ İÇİN BELİRLENMİŞ BİR KARAR YERİNE DOĞRU AKIP GİTMEKTEDİR. BU, AZİZ VE ALİM OLANIN (ALLAH’IN) TAKDİRİDİR.”(Yasin-38) Ayrıca modern bilim bütün evrenin yörüngelerle dolu olduğunu ortaya koymuştur. Kur’an-ı Kerim bu meseleyi şu şekilde dile getirir; “ÖZEN İÇİNDE YOLLAR VE YÖRÜNGELERLE DONATILMIŞ OLAN GÖĞE ANDOLSUN.”(Zariyat-7)

8)DÜNYANIN EN ALÇAK YERİ: “ELİF, LAM, MİM. RUM (ORDULARI) YENİLGİYE UĞRADI. DÜNYANIN EN ALÇAK YERİNDE...”(Rum-1,2,3) Kur’an-ı Kerim’in indirildiği 7. yüzyılda Bizans ordusu ile Persler arasında gerçekleşen bu savaşın yeri, Suriye, Filistin ve şimdiki Ürdün topraklarının kesiştiği bölgede yer alan Lut Gölü havzasıdır. Ve bilindiği gibi modern jeolojinin yüzyılımızda yaptığı araştırmalara göre dünyanın en alçak bölgesi deniz seviyesinden 395 metre aşağıda olan Lut Gölü havzasıdır. Fakat dünyanın birçok yerinin, hatta Amerika kıtasının dahi keşfedilmediği ve böyle bir ölçümün yapılmasının imkansız olduğu bir dönemde Kur’an-ı Kerim Lut Gölü havzasının dünyanın en alçak yeri olduğunu 21. asrın bilimine meydan okurcasına beyan etmiştir. Bu da Kur’an’ın, hiçbir jeoloji eğitimi almamış ve hatta okuma-yazması dahi olmayan Hz. Muhammed (s.a.v.)’in sözü değil de, yarattığı dünyanın en ince ayrıntılarını bilen ALLAH Teala’nın kelamı olduğuna mükemmel bir delildir.

9)MATEMETİKSEL MUCİZE:Kur’an- Kerim’in en büyük mucizelerinden biride, içinde yer alan bazı kelimelerin matemetiksel bir şifre ile düzenlenmiş olmasıdır. Mesela, Fatiha Suresinde geçen “meliki yevmid-din” ayetindeki “yevm” kelimesi gün manasına gelir. “Yevm” kelimesi bu ayette geçtiği gibi tüm Kur’an’da, ayrı ayrı yerlerde 365 kere geçmektedir. Bunun gibi birbiriyle benzer, alakalı ve birbirine zıt kelimeler şaşırtıcı bir şekilde Kur’an’ın ayrı ayrı yerlerinde aynı sayıda tekrarlanmaktadırlar.

“Yedi gök” tabiri 7 kere geçiyor. “Göklerin yaratılışı” ifadesi de 7 kere tekrarlanır. “Gün” kelimesi 365 yerde geçer. (Bir yıl 365 gündür.) “Günler” kelimesi 30 yerde geçer. (Bir ay 30 gündür.) “Ay” kelimesi 12 yerde geçer. (Bir yıl 12 aydır.) “Hıyanet” kelimesi 16 kere geçerken, “habis” kelimesinin tekrar sayısı da 16. “Bitki” ve”ağaç” kelimelerinin tekrar sayısı da aynı: 26. “Ceza” kelimesi 117 kere yer alırken, Kur’an’ın temel prensiplerinden olan “affetmek” ifadesi bu sayının tam iki katı kadar yani 234 kere tekrarlanıyor. “De” kelimelerini saydığımızda çıkan sonuç 332. “Dediler” kelimesini saydığımızda da aynı rakamı görüyoruz. “Dünya” ve “ahiret” kelimelerinin tekrarlanış sayılarda aynı: 115. “Şeytan” kelimesi 88 kere geçiyor. “Melek” kelimesinin tekrarlanış sayısı da 88. “İman” (tamlama almadan) kelimesi Kur’an-ı Kerim boyunca 25 kere tekrarlanır. “Küfür” kelimesi de... “Zekat” kelimesi 32 kere tekrarlanırken, “bereket” kelimesinin tekrarlanış sayısı da 32. “Rahmet” kelimesi 79, “hidayet” kelimesi de 79 kere tekrarlanır. “İyiler” 6 kere, facirler (kötüler) ise tam yarısı kadar yani 3 kere geçer. “Yaz” ile “sıcak kelimeleri 5 kere tekrarlanır. “Kış” ile “soğuk” da 5 kere tekrarlanır. “Sizi (insanı) yarattı” ifadesi ve “kulluk” kelimesinin geçiş sayıları da aynı: 16. “Şarap” ve “sarhoşluk” kelimeleri de aynı sayıda tekrarlanır: 6. “Zenginlik” 26, “fakirlik” ise yarısı kadar, 13 kere geçer. “İnsan” 65 kere geçer. İnsanın (Kur’an’da anlatılan) yaratılış safhalarının sayısı da aynıdır: “Toprak” :17. “Nutfe” :12. “Embriyo” :6. “Bir çiğnemlik et” :3. “Kemik” :15. “Et” :12. Toplam:65.

Şaşırtıcı olan, bu kelimelerin içinde bulunduğu ayetler 23 senede, farklı yerlerde, farklı zaman aralıklarıyla, bazen yaşanan bir olay üzerine, bazen de Peygamberimize (s.a.v.) sorulan sorular üzerine indirilmişlerdir. Bazen de ayetlerde geçmiş milletlerden, peygamberlerden misaller anlatılmıştır. Peki nasıl oluyor da birbiriyle alakalı kelimeler tüm Kur’an boyunca aynı sayıda tekrarlanıyorlar.

Kur’an, geçmiş toplumların yaşam seviyelerini eksiksiz bir biçimde anlatmaktadır. Evet, yapılan tarihi araştırmalar ve arkeolojik kazılar Kur’an’ın geçmiş toplumlar (Ad, Semud, Sebe, Eyke, vb...) ve bu toplumların başına gelen felaketler (Nuh Tufanı, Lut kavminin helakı, vb...) hakkında bildirdiklerini aynen tasdik etmektedir. Yakın tarihe kadar kimi bilim adamları, Kur’an’ın Ad ve Semud kavimleri hakkında anlattıklarını hiçe sayıyor ve gerçekte böyle kavimlerin yaşamadığını iddia ediyorlardı. Arkeolojik kazılar sonucu bu kavimlerin kalıntılarına rastlandığında ve Batlamyus isimli araştırmacının eserleri bulunduğunda ise bu bilim adamlarının ağızları açıkta kalmıştır. Evet, Kur’an ALLAH Teala’nın sözüdür. Aslında Kur’an’ın en büyük mucize olmasının sırrı, O’nun sergilediği belagat, şiirsellik ve insanüstü edebiyatında gizlidir. Kur’an indirildiği dönemde Arabistan’da şiir ve edebiyat zirvede olduğu halde, devrin en büyük şairleri Kur’an karşısında tek tek dize gelmişlerdir. Bunlardan Hansa ve Lebid, şiir yazmayı bırakmış, şiir yazmaları istendiğinde de Kur’an’dan bir sure gönderip, “Kur’an indikten sonra şiir yazmaktan utanır oldum.” demişlerdir. Evet, ALLAH Teala’nın Kur’an’ın Bakara Suresi 23. ayetindeki, “EĞER KULUMUZA İNDİRDİĞİMİZDEN ŞÜPHENİZ VARSA, HAYDİ ONUN BENZERİ BİR SURE GETİRİN.” şeklindeki meydan okumasına 1400 yıldır bir karşılık verilememiştir. Zaten sözle karşılık veremedikleri için kılıçla mücadele yoluna girmişlerdir. O dönemde şiirleri altın harflerle yazılıp Kabe duvarına asılan İbni Mukaffa, Kur’an’a karşılık yazma sevdasına düşmüşse de, Hud Suresinin 44. ayetini görünce, “İnsan böyle bir söz söyleyemez.” diyerek yazdıklarını yırtmıştır. Ayrıca Almanya’nın en büyük şairi ve Time dergisinin yaptığı bir zeka testinde batının en büyük dahisi seçilen Geothe şöyle demiştir: “Kur’an’ın üslubu, muhtevasına ve gayesine uygun bir şekilde kat’i, yüce ve hakikaten muhteşemdir.” Fransız Komünist Partisi Genel Sekreteri Roger Garaudy, Müslüman olduktan sonra şöyle demiştir: “Mukaddes kitaplar çağlara göre tahrif edildi. Kur’an ise indirildiği günden itibaren hep zamana hükmetti. O, zamanı değil, zaman O’nu takip etti. Zaman yaşlandıkça Kur’an gençleşti.

Şimdi bir düşünün, anlatmak istediğinizi en müthiş bir şekilde anlatacaksınız, içinde iktisadi, adli, sosyal ve ekonomik meseleleri en mükemmel çözümlerle açıklayacaksınız, 1400 yıl sonra anlaşılacak bilimsel mucizeleri ayetlerin içine koyacaksınız ve Kur’an’ın insan sözü olmadığını kör gözlere dahi ispatlayan matematiksel mucizeleri içine serpiştireceksiniz. Evet, bu deliller Kur’an-ı Kerim’in hak kitap olduğunu ve Hz. Muhammed (s.a.v.)’in hak peygamber olduğunu apaçık ispat etmektedir.

Hz. Muhammed’in (s.a.v.) en büyük mucizesi, okuma-yazma bilmediği halde Kur’an-ı Kerim gibi edebi bir ebedi bir mucize ile ortaya çıkmasıdır. Diğer mucizeleri ise eşsiz güzellikteki ahlakı ve ALLAH Teala’nın kendisine bahşettiği doğaüstü mucizelerdir. (Ay’ın yarılması, Mirac hadisesi, vb. gibi.) Gösterdiği doğaüstü mucizeleri bir tek yalanları dahi duyulmamış yüzlerce insan ittifakla haber vermişlerdir. Güzel ahlakı ise ulaşılmaz mükemmelliktedir. Zira O, fuhuş adına her türlü çirkinliğin yaşandığı bir dönemde iffet, namus ve hayasına toz bile kondurmamıştı. Sefere çıkışta, “Malımı ve kızımın namusunu kime emanet edeyim.” diye düşünenlerin akıllarına ilk gelen bu namus ve iffet abidesi insandı. Kendisi düşmanları tarafından bile “Emin” olarak bilinirdi. Düşmanları O’na sihirbaz, şair ve mecnun diyorlar, fakat asla yalancı diyemiyorlardı. Devrin en büyük Yahudi alimi Abdullah b. Selam, Peygamberimizi (s.a.v.) gördüğünde, “Vallahi bu yüzde yalan yoktur.” deyip iman etmiştir.

Kendisine davasından vazgeçmesi için zenginlik, Mekke reisliği ve Mekke’nin en güzel kızları teklif edildiğinde, “Sağ elime Güneşi, sol elime Ayı koysalar da, vallahi ben davamdan vazgeçmem.” diyerek amacının mal, mülk ve şöhret olmadığını apaçık göstermiştir. Hayatı boyunca çile çekmiş olan bu insan, çeşitli başarılar, zaferler, büyük mali imkanlar ve makamlar elde ettikten sonra bile Peygamberlik gelmeden önce nasılsa, vefatına kadar ne yaşantısında nede insanlara karşı tavırlarında bir değişiklik görülmemişti. Devleti yönetmesine rağmen evinde üç gün ard arda yemek pişmediği, çoğu zamanda açlıktan ayakta kalmaya takati olmadığı için oturarak namaz kıldığı ve açlıktan karnına taş bağladığı siyer ve hadis kitaplarında mevcuttur. Ayrıca bir insanın kavurucu çölde, bin bir çile ve ızdırabın içinde, hayatında meyvelerini göremeyeceği (haşa) bir yalan uğruna ortaya atılıp onca eziyet ve işkencelere katlanması, hurma dallarından yapılma yatakta yatıp karnına taş bağlayacak derecede aç kalması ve hayatının büyük bir bölümünü savaş meydanlarında geçirmesi neyle açıklanabilir ki? Bu insan peygamber değildir de ya nedir?

Savaşlarda birçok ganimetler elde edilmesine rağmen malları kendisi ve ailesi için yasaklamıştı. Huneyn savaşında ganimet olarak eline 8 bin okka gümüş, yüzlerce deve ve binlerce koyun geçtiği halde, vefatında evine yemek temin edebilmek için rehin olarak verdiği kalkanını hala geri alamamış olması, insanın içini sızlatacak bir hadisedir. Evet, O, dünyaya meydan okuduğu sırada bile çölde kumun üzerinde oturup bir çocukla sohbet edecek kadar mütevazi, kızı Hz. Fatıma (r.a.) yanına geldiğinde ayağı kalkıp onu yerine oturtacak kadar saygılı, buluşmak için sözleştiği arkadaşını buluşma yerinde üç gün bekleyecek kadar sadık ve sabırlı, İslam ordusu geri çekilirken, “Ben Peygamberim, bunda yalan yok” diyerek atıyla düşman saflarına dalacak kadar cesaretli, kendisinden bir şey isteyen hiç kimseyi geri çevirmeyecek kadar cömert, on yıl hizmetinde bulunan Hz. Enes’e (r.a.) değil kızmak, bir kere bile, “Bunu niye böyle yaptın?” demeyecek kadar hoşgörülü ve sabahlara kadar ümmeti için dua edip ağlayacak kadar ümmetine düşkün bir insandı.

Senin asrında bulunamadığından dolayı çok üzgünüm ey Muhammed! Öğretmeni ve yayıcısı olduğun bu kitap Senin değildir. O, İlahidir. Bu kitabın ALLAH’tan olduğunu inkar etmek, bütün fen bilimlerinin batıl olduğunu ileri sürmek kadar gülünçtür.”(Alman Politikacı Prens Bismark)

“İnsan büyüklüğünün ölçüldüğü bütün ölçülerde, hangi insan Hz. Muhammed’den daha büyük olmuştur.”(Fransız Tarihçi Lamartine)

Hiçbir okuldan mezun olmayan, teleskop ve mikroskop ile hiçbir tanışıklığı bulunmayan, daha da ötesi okuma-yazması olmayan Hz. Muhammed (s.a.v.), 1400 yıl önce hiç kimse tarafından bilinmeyen bilimsel mevzulardan bahsetmiştir. Bu da O’nun, bu bilgileri ALLAH Teala’dan aldığını, dolayısıyla bir Peygamber olduğunu gösterir.

1-KAŞLAR:Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:“Sizden biri yağ sürünmek istediği zaman kaşlarından başlasın. Zira böyle yapması baş ağrısını giderir. Kaşlar, Ademoğlunun vücudunda ilk biten tüylerdir.” Bu hadis-i şerifte, kaşlarla baş ağrısı arasında bir münasebet bulunduğu ifade edilirken, insan vücudunda teşekkül eden ilk tüylerinde kaşlar olduğu bildirilmektedir. Bu gerçeğin o devirde bilinmesi mümkün değildi. Zira böyle bir tespit için ana rahmindeki ceninin devamlı olarak mikroskopla incelenmesi gerekiyordu. Temel embriyoloji kitaplarında şöyle bir yazıya rastlamanız mümkündür: “Fetüste ilk kıllar 4. embriyonal dönemde görülmeye başlar ve en erken olarak kaşlar çıkar.”

2-PENİSİLİN:Penisilin 20. yüzyılda keşfedilmiştir. Göz hastalıkları ve boğaz anjinleri için kullanılır. Boğaz ve göz ağrılarına karşı ne yapılabileceğini soran birine karşı Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Mantarları alınız, rutubetli karanlık bir yerde üç gün muhafaza ediniz, üstünde küf oluşur. Demir bir şiş alınız, kızdırınız. Soğuduktan sonra üç defa bu küfe sürünüz, göze sürme çeker gibi sürünüz, bu küfü boğaza tala ediniz.” Efendimiz (s.a.v.) son asrın penisilin mucizesini 1400 küsür sene önce bildirmiştir. Bu da Onun hak Peygamber olduğunun açık bir göstergesidir.

3-ÇÖREKOTU:Akbar kliniğinde (Florida, ABD) yapılan bir araştırmada, çörekotu kullananlarda hasta-lıklara karşı vücutlarını koruyan bağışıklık sistemlerinin %72 kuvvetlendiği tespit edilmiştir. Efendimizin (s.a.v.) çörekotu hakkındaki mucizevi sözü ise şöyledir: “Şu kara tanede (çörekotunda) ölümden başka her hastalığa şifa vardır.” Bu hadis-i şerifin özellikle çörekotunun her hastalığa şifa olduğunu belirten kısmı dikkat çekicidir. Zira ancak bağışıklık sistemini kuvvetlendiren bir madde her hastalığa şifa olabilir.

Günah sarhoşluğuyla ve dünya zevkleriyle başı dönmeyen ve aklını yitirmeyen insanların dünyadaki en önemli meselesi iman ile ölmek, yaratılış sebebini ve Yaratıcısını idrak etmek ve gideceği muhakkak olan ahiret şehrine hazırlık yapmaktır. Bu meseleleri düşünmeden günahlarına hafifletici sebepler uyduranlar, zevklerinden taviz vermemek için ölümü ve ahiret gününü hatırlamak istemeyenler ve ALLAH Teala’nın emirlerini dinlemediği halde kendisini affedeceğini umanlar çok büyük bir yanılgıdadır. ALLAH Teala Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır: “EY İNSANLAR! ALLAH’IN VAADİ GERÇEKTİR, SAKIN DÜNYA HAYATI SİZİ ALDATMASIN VE O ALDATICI (şeytan) DA, ALLAH’IN AFFINA GÜVENDİRMEK SURETİYLE SİZİ KANDIRMASIN.”(Fatır-5)[/i]

Dünya hayatının aldatıcılığına şöyle bir misal verebiliriz: Bir savaş meydanında bulunduğunuzu düşünün. Sağ ve sol tarafınızda iki derin yaranız var, durmadan kan kaybediyorsunuz. Arkanızda büyük bir aslan sizi durmadan kovalıyor. Önünüzde ise bir darağacı dikilmiş, bütün sevdiklerinizi asıp mahvediyor. Sizi de bekliyor. Hem bu halinizle beraber çok uzun bir yolculuğunuz var. İster istemez sürgün ediliyorsunuz. İşte böyle bir durumda başka bir işle meşgul olur veya bu dehşetli durumdan kurtulmaktan başka bir şey düşünür müydünüz? Evet, dünyadaki her insan misalde geçen bu durumla karşı karşıyadır. Zira o dehşetli savaş meydanı, bulunduğumuz dünya hayatıdır. O iki yara ise insanın acizliği ve fakirliğidir. O aslan ise ecel ve Azrail’dir. Ve o darağacı ise kabirdir. O çok uzun yolculuk ise ruhlar aleminden, ana rahminden, çocukluktan, ihtiyarlıktan, dünyadan, kabirden, berzahtan, haşirden ve sırat köprüsünden geçen uzun bir imtihan yolculuğudur.

Öyleyse, madem ölüm öldürülmüyor. Madem kabir kapısı kapanmıyor. Dünya madem fanidir. Hem madem ömür kısadır. Hem madem lüzumlu vazifeler çoktur. Hem madem ebedi hayat burada kazanılacaktır. Hem madem dünya sahipsiz değil. Hem madem şu dünya misafirhanesinin gayet Hakim ve Kerim bir idarecisi var. Hem madem ne iyilik nede fenalık cezasız kalmayacaktır. Hem madem zararsız yol binde bir ihtimal bile olsa zararlı yola tercih edilir. Hem madem dünyevi dostlar ve rütbeler kabir kapısına kadardır. Elbette en bahtiyar odur ki: Dünya için Ahiretini unutmasın, Ahiretini dünyaya feda etmesin, ebedi hayatını dünya hayatı için bozmasın, ma’layani şeylerle ömrünü telef etmesin, kendini misafir kabul edip misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etsin, selametle kabir kapısını açıp, ebedi saadet yurduna girsin.

Ceza ve mükafat için insanoğlunun yeniden diriltileceği de insanların akıllarına uzak görünmektedir. Bu ise ilk yaratılışın mükemmelliğinin bilinmemesinden kaynaklanmaktadır. Halbuki bir insanın maddi bütün özellikleri, bir toplu iğne başının 10 milyonda biri kadar küçük olan tohum kartlarına (DNA) yazılmıştır. Bu ilmi gerçek günümüzde ispatlanmıştır. Toprak altında asırlarca bozulmayan ve bu arada hiçbir canlılık belirtisi taşımayan virüsler, uygun bir ortamda tekrar hayat bulurken, vefat etmiş insanoğlunun DNA moleküllerinden tekrar yaratılması, Yaratıcısı için ilk yaratıştan daha basittir. İnsanı anne karnında sperm hücresinin içindeki bir DNA’dan yaratan ALLAH Teala, toprağa karıştıktan sonra yok olmayan DNA molekülünden insanoğlunu yeniden yaratmaya kadirdir.

Evet, en güzel bir şekilde var edilen insan, şu kainat ağacının bir meyvesi olarak yaratılmıştır. Koca dünya 15 milyar senede kendisi için ev olarak hazırlanmış, zehirli arılar ona bal yapmış, elsiz ipek böcekleri onu giydirmiş, koyun ve kuzular onu beslemiş, binek hayvanları kendisine boyun eğdirilmiş, kendisi çamur yiyen ağaçlar, ellerini uzatarak en lezzetli meyveleri ona takdim etmiş, bitkiler, kirli hava olan karbondioksiti emip ona tertemiz olan oksijeni vermiş, Ay gece lambası, Güneş sobası, yıldızlar kandilleri hükmüne geçmiş ve insan kainat Sultanının biriliğini ve haşmetini her birisi kendine has lisanıyla ilan eden sayısız varlıkların topyekün tercümanı ve takdimcisi olmak vazifesiyle şereflendirilmiş.

60-70 senelik bir hayat uğruna kainatı bütün süsleri ve özellikleriyle insanın emrine veren bir Zat, onu kabirde başıboş bırakır mı? Bunca masrafın hesabını sormaz mı? Ayrıca bir devlet adaletinin gereği olarak itaat edenlere mükafat, isyan edenlere ceza verir de, mutlak adalet sahibi olan Rabb’imiz ve terbiyecimiz olan yüce ALLAH, emirlerine itaat edenlere mükafat, isyan edenlere ceza vermez mi?

Öyleyse bizde bu ceza ve mükafat yerine hazırlık yapmalı ve dünyanın bir misafirhane olduğunu unutmamalıyız. Ev sahibi olan ve bizim sahibimiz Hz. ALLAH bizi her an huzuruna çağırabilir düşüncesiyle kulluğumuzu yeniden gözden geçirmeliyiz. Zira Yüce Rabb’imiz Kur’an-ı Kerim’de, emirlerini dinlemeyip ceza gününü umursamayanları şöyle tasvir ediyor: “CENNETLERİN İÇİNDEKİLER GÜNAHKARLARA; “SİZİ ŞU YAKICI ATEŞE SOKAN NEDİR?” DİYE SORARLAR. (ONLAR) DERLER Kİ; “BİZLER NAMAZLARIMIZI KILMAZDIK, YOKSULLARI DOYURMAZDIK, (BOŞ İŞLERE) DALANLARLA BİRLİKTE DALARDIK, CEZA GÜNÜNÜ DE UMURSAMAZDIK. İŞTE BÖYLEYKEN ÖLÜM GELİP BİZE ÇATTI.”(Müddessir-40,47) Zaten ALLAH Teala’nın yapılmasını emrettiği şeyler insanoğluna yararlı; yasakladığı şeyler ise insanoğluna zararlıdır. Ve emredilen farzlar az olduğu gibi, helal dairede ***fe kafidir. Mesela şöyle bir düşünün: Bir insan size her gün 24 altın bilezik verse, sonra bir bileziği geri istese, geri aldığı bileziği de kısa bir süre sonra size yakut ve zümrüt olarak geri vereceğini vaadetse, bu teklifi geri çevirir misiniz? Veya geri çevirene de akıllı der misiniz? İşte ALLAH Teala’da bize her biri altından daha değerli 24 saat vermiştir. Ve beş vakit namaz da, abdestleriyle beraber günde 1 saatimizi almaktadır. İşte bizlerde 24 saatimizin 1 saatini ALLAH Teala’ya ebedi saadet ve cennet karşılığında geri vermezsek çok büyük bir akılsızlık ve nankörlük etmiş oluruz.

Ve 8 saatimizi çalışmaya ayırır, 8 saatimizi uykuya ayırır, 1,5 saatimizi yemeye ve içmeye ayırırda, şu dünya misafirhanesinde fakir kalbimize zenginlik ve gıda olan, kabirde ışığımız ve koruyucumuz olan, mahşerde senet ve kurtuluşumuz olan, sırat köprüsünde biletimiz ve bineğimiz olan namaza bir saatimizi ayırmazsak sizce cezayı hak etmiş olmaz mıyız? Yüce ALLAH bu konuda şöyle buyurmaktadır: “ONLAR NE TİCARET NEDE ALIŞVERİŞİN KENDİLERİNİ ALLAH’I (c.c.) ANMAKTAN, NAMAZ KILMAKTAN VE ZEKAT VERMEKTEN ALIKOYMADIĞI İNSANLARDIR. ONLAR KALPLERİN VE GÖZLERİN ALLAK-BULLAK OLDUĞU BİR GÜNDEN KORKARLAR.”(Nur-37) Ayrıca askere gönderilen kişinin görevi eğitimdir, onun yemeğine devlet kefil olmuştur. Dünyaya gönderilen kişinin görevi ise ibadettir, onun rızkına da ALLAHU Teala kefil olmuştur. Yine bir askeri komutanı günde 100 kere çağırsa gider, tekmilini verir, emredileni yapar. Fakat bir kişi, omuzlarında birkaç yıldız var diye komutanı her çağırdığında gider de, trilyonlarca yıldızı yaratan, milyarlarca galaksiyi birbirine çarptırmadan tespih tanesi gibi çeviren, alemlerin komutanı Hz. ALLAH (c.c.), “Hayyal es-salah” (haydi namaza) diye çağırdığı zaman gidip, “ALLAHU Ekber” deyip tekmil vermezse şeytanları dahi kendisine güldürtmüş olur.

Evet insanoğlu bu gerçekleri bildiği halde “Kaderimde böyle yazılıymış” veya “Ben kader mahkumuyum” diyerek günahlarına kılıf aramakta ve kendisini aldatmaktadır. Oysa bu düşüncede kaderin yanlış anlaşılmasından kaynaklanmaktadır. Kader, irademizle yaptığımız şeyleri ALLAH Teala’nın sonsuz ilmiyle önceden bilip kaydetmesi; kaza da kaydedilenlerin gerçekleşmesidir. Dünyaya geleceğimiz yeri, anne ve babamızı, şeklimizi, cinsiyet ve kabiliyetimizi ALLAH Teala belirlemekte, irademizle yaptığımız işleri ise biz belirlemekteyiz.

İnsanda iradeyi kabul etmeyenlere kötü bir davranışta bulunsak, hemen karşılık verirler. İcabında bütün hiddet ve şiddetleriyle nefretlerini belirtirler.Aslında eğer insanda bir irade yoksa ve bir zorlama hakim ise bizim davranışımızı normal karşılamaları gerekirdi. Kaderin mahkumu olduğu için harama girdiğini iddia eden bir insan, aynı suçu bir başkası işlediğinde hiç kaderi hatırına getirir mi? Mesela, kaderin mahkumu olduğu için hırsızlık yaptığını söyleyen birinin evine bir hırsız girse, değerli eşyaları toplamaya başlasa, ona ne yaptığını sorduğunda hırsız, “Kaderimde hırsızlık yapmak yazılıymış, ben kaderin mahkumuyum, ister istemez bu hırsızlığı yapacağım” dese, ev sahibi olan hırsız, kendisi gibi “kader mahkumu” olduğunu iddia eden bu hırsızın, eşyalarını toplayıp götürmesine müsaade eder mi?

Kaderin önceden yazılmasını şöyle bir örnekle açıklayabiliriz: Aynı ray üzerinde birbirlerine doğru hızla yaklaşan iki tren düşünün. Aralarında bir tepe olduğu için çarpışacaklarının farkında olmadıklarını var sayalım. Fakat siz bir helikopterden trenlerin birazdan çarpışacaklarını görüp bir deftere, “Bu iki tren birazdan çarpışacak.” diye yazdınız. Şimdi bu trenler çarpıştığı zaman, siz yazdığınız için mi çarpışmış olurlar, yoksa zaten çarpışacaklardı da, siz sadece önceden görüp kaydettiniz. Sizin yazmanızın trenlerin çarpışmasına bir etkisi olmadığı gibi, ALLAH Teala’nın yazmasının da insanın iradesiyle yaptığı işlerde zorlayıcı bir tesiri yoktur. Mesela, iradesi ALLAH Teala’nın elinde olan arıların, milyonlarca yıldır yaptıkları altıgen petekten olan evleri, diğer hayvanların evleri gibi hiç değişmezken, iradesinde serbest bırakılan insanın yaptığı evler ve şehirler hep farklıdır. Bu da bize insanın iradesinde serbest olduğunu ve yaptıklarından sorumlu olduğunu ispatlamaktadır. Canlı cansız her şeyde ölçü, denge ve adalete riayet eden yüce Rabb’imiz, elbette ki en güzel biçimde ve en üstün seviyede yarattığı insana da zorla günah işletip sonra cehenneme atmayacaktır. Kimileride, “ALLAH Teala’nın bizim ibadetimize ne ihtiyacı var ki ısrarla ibadeti emrediyor?” derler. ALLAH Teala’nın ibadetlerimize hiçbir ihtiyacı yoktur. Aksine ibadete ihtiyacı olan biziz. Çünkü biz manen hastayız. İbadet ise manevi yaralarımıza ilaç ve merhem hükmündedir. Mesela bir hasta, şefkatli bir doktorun kendisine faydalı ilaçları içirmek hususunda ettiği ısrara karşılık, “Senin ne ihtiyacın var ki bana böyle ısrar ediyorsun.” dese, ne kadar mantıksız konuştuğunu anlarsın.

Öyleyse şimdi gel, kendi değerlerini koruma altına al. Hakka yakınlaşma yolu sayılan bu dünya hayatını en iyi şekilde değerlendirmeye bak! Kin, nefret, gayz, hırs, hased ağına düşerek ebedi hasmın olan şeytanı sevindirme! Hakkın her zaman açık olan kapısına yönel ve hatalarına bir dakika bile yaşama şansı ve hakkı tanıma! Günahla bozulup başkalaşan insani tabiatını, tövbe iksiriyle yeniden ihya et, ayağı kaldır. Bir kere daha ALLAH Teala’ya doğru şahlandır. Sabırsızlık edip yitirdiğin cenneti birde umursamazlığa kurban etme!

NOT: Sizden ricamız, bu yazıyı ALLAHU Teala’nın ve Hz. Muhammed’in (s.a.v.) hatırı için çoğaltıp elinizin ve gücünüzün yettiği her yere ulaştırmanızdır.

BU BROŞÜR, BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ’NİN RİSALE-İ NUR ADLI ESERLERİNDEN FAYDALANILARAK HAZIRLANMIŞTIR.