Teşekkur Teşekkur:  0
Beğeni Beğeni:  0
Sayfa 6/10 İlkİlk 12345678910 SonSon
92 sonuçtan 51 ile 60 arası

Konu: islamda evlilik ve cinsel hayat

Hybrid View

önceki Mesaj önceki Mesaj   sonraki Mesaj sonraki Mesaj
  1. #1

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    Göz Zinası
    Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: "(Ey Resûlüm), Mümin erkeklere söyle, gözlerini haramdan beri alsınlar ve ırzlarını zinadan korusunlar. Bu kendileri için daha temizdir. Muhakkak ki Allah, onların bütün yaptıklarından haberdardır. Mü'min kadınlara da söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar, ziynetlerini (süslerinin takılı olduğu boğaz, gerdan, baş, kol, bacak ve kol gibi yerlerini) göstermesinler. Ancak bunlardan görülmesi zaruri olan (yüz, el ve ayaklar) müstesnadır. Baş örtülerini yakalarının üstüne koysunlar..." (Nur Suresi : 31)

    Yukarıdaki ayetler erkek olsun kadın olsun bütün Müslümanlara zinanın haram kılındığını bildirmektedir. Ayrıca, yine hem erkek hem kadınlara, kendilerini zinaya götürecek davranışlardan sakınmaları emredilmektedir. Yine bu ayetlerden insanı zinaya sürükleyen en önemli şeyin şehvetle namahreme bakmak olduğu öğrenilmektedir. Bu nedenle Allah Teâla, erkek kadın bütün müminlere gözlerini haramdan sakınmalarını, yani namahreme bakmamalarını emir ve tavsiye buyurmuştur.

    Bakış zinanın başlangıcıdır. Bunun için gözü korumak mühimdir, "Bakıştan ne olur" diyerek bu konuda aldırmazlık gösterenler sonunda büyük felaketlerle karşılaşırlar. Kasti olmayan ilk bakıştan, kişi sorumlu tutulmamıştır. Fakat tekrar tekrar bakmak yasaklanmıştır.

    Bu konuda Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: "Birinci bakış, sana ama ikincisi aleyhinedir."

    Yabancı erkek ve kadınların birbirine göz kırpmaları, kadının gözlerini süzmesi, gözlerin zinasıdır.

    Şurası unutulmamalıdır ki; şehvetle bakışın "zina" olarak ifadesi hakiki manada cinsi temasla meydana gelen zina olmayıp, belki zinaya götüren en önemli sebeplerden biri olduğunun anlatılması sebebine bağlıdır. Bunun için "göz ve dil zinası" olarak bildirilen durumların "hakiki zina" ile bir tutulması mümkün değildir.

    Bir göz ki, anın olmaya ibret nazarında
    Ol sahibinin düşmanıdır baş üzerinde

  2. #2

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    Gözler Nasıl Korunur
    Metin Karabaşoğlu
    Hayatın en açık gerçeklerinden biri, kuralsız yaşanmadığıdır. En başta, hayat, bir kuralın meyvesidir. İçinde yaşadığımız kâinat, her zerresiyle, bir 'kural'la birlikte vardır. En küçük zerreden en büyük galaksilere kadar her bir şey, bir düzene tâbidir. Tüm mevcutlar ve tüm canlılar, var oluşlarıyla, 'kural' denilen evrensel bir gerçeğin varlığını fısıldar.

    Öte yandan, insan, sair mahlukların aksine, duygu ve tutkularına sınır konulmamış bir canlıdır. Karnı doymuş bir aslan, yanından geçen en körpe ceylana bile yan gözle bakmaz. Bir ağaç ihtiyacı kadar suyu alır, biraz daha almaya kalkmaz. Oysa insan, sınır konulmamış duygularıyla, hep daha fazlasını ister. Dünyayı da yutsa, yine tok olmaz. Karnı doysa, yarın için saklar. Yarın için saklasa, önümüzdeki hafta için biriktirir. İşi aylara, yıllara, çoluk-çocuğuna ve sonraki tüm nesillere kadar uzatır; durmaksızın yığar, durmaksızın biriktirir. Duygularına sınır konulmadığı için, sık sık, diğer insanların hakkına da göz diker. Hatta, başka bütün varlıkların hukukuna ilişir.

    Dolayısıyla, bir 'kural'ın varlığı kadar küllî bir gerçek daha vardır: Duygularına fıtraten had konulmayan insan için, onu sınırlayan belli kurallar koyma zarureti.

    Bunun alternatifi bazı insanların başka insanların hakkına saldırmasıdır. Hatta, şu asırda yaşanan ekolojik ve nükleer felâketlerin açıkça gösterdiği gibi, bütün canlıların ve bütünüyle kâinatın var oluşunu tehli***e atmasıdır.

    İnsan için bir 'kural' koyma gereği böylece anlaşıldığında ise, karşımıza şu soru çıkar: Kuralı kim koyacak'

    İnsanlık tarihinin belki de en can alıcı sorusudur bu. İnsan, tek bir Yaratıcının varlığını anlayarak 'Hüküm O'nundur' mu diyecektir' Yoksa, o Yaratıcıya ortaklar koşmasıyla birlikte, kural koymada da ortaklar mı icat edecektir' Meselâ, tüm kâinatta geçerli kuralları 'tabiat,' 'tesadüf,' 'zaman' ve 'kuvvetler'e mi mal edecektir' Keza, beşerî hayatta 'ben,' 'toplum,' 'çağ,' 'ulusal çıkarlar,' 'devletin bekası' gibi kural koyucular mı öngörecektir' Veya, bu unsurlardan sadece birini, meselâ kendisini kural koyucu ilan ederek 'biricik ben'e mi tapacaktır' Yahut, kural koyuculuk payesini faşizm ile devlete, sosyalizm ile işçi sınıfına, kapitalizm ile sermayedar kesime, aristokrasi ile asillere, milliyetçilik ile ırka mı verecektir'

    Bir bütün olarak insanlık tarihine şekil veren en can alıcı hususlardan biri, budur. Bütünüyle düşünce tarihi, baştan sona, bu eksende döner durur. Ve dönüp kendi hayatımıza baktığımızda, o kısacık ömür içinde en temel konularımızdan biri olarak karşımıza yine bu husus çıkar.

    Öte yandan, bu sorunun, insan, âlem ve kâinat anlayışımız ile doğrudan bir ilgisi vardır.

    İnsanı kendiliğinden var olmuş varsayan birinin, kuralı ben koyarım demesi herhalde beklenen bir durumdur. Onu var eden devlet ise, kural koyma hakkı elbette devletindir. Keza var eden ırk ise, kuralı koyan da ırk olacak; yok eğer toplum ise, kuralı toplum koyacaktır.

    Bu bakımdan, 'Kuralı ben koyarım' diyen bir kişinin, bunu temellendirmesi, yani kendi kendine var olduğunu ispat etmesi gerekir. Keza, 'Kuralı toplum koyar' diyen birinin var oluşunu topluma borçlu olduğunu göstermesi kaçınılmaz bir zorunluluktur. Var eden başka, kural koyan başka ise, açık bir çelişki söz konusudur.

    En başta insan fıtratı, bu çelişkiyi berrak bir şekilde ortaya çıkarır. Bir anne, kendisi çocuğunu dövüyorsa bile, başkasının en ufak bir fiskesine razı olmaz: 'Sen benim çocuğumun terbiyesine karışamazsın.' Eşinin kendisine kulak asmayıp başkalarını dinleyerek hareket etmesini normal karşılayan bir koca yoktur. Sahibi olduğu fabrikayı, kendisinin görevlendirmediği birilerinin kendi akılları uyarınca yönetmesine ses çıkarmayan bir patron; memurlarının emri kendinden değil, başkalarından almasına izin veren bir müdür hayal bile edilemez.

    İnsanlık tarihine mührünü vuran ve de gündelik hayatımızda yaşadığımız böylesi hakimiyet mücadeleleri bir gerçeğin altını çizer: 'Malikiyet kiminse, hâkimiyet onundur.' Diğer bir deyişle, bir şeye ilişkin kuralı, o şeyin sahibi koyar.

    İşte bu sırdan olsa gerek, Kurân sayfaları arasında, insana sık sık sahibi ve maliki hatırlatılır. Tesadüfen var olmadığı, onu yapan Birinin olduğu uyarısı yapılır. Meselâ Şems sûresi, güneşe, aya, gündüze, geceye, semaya ve yeryüzüne dikkat çekerek başlar ve birdenbire insanın yaratılışına geçer. Başka birçok sûrede insana 'anılmaya değer bir şey değil' iken, 'değersiz bir su'dan aşama aşama insan sûretini alışı; doğumundan sonra acizler acizi bir vaziyette iken en saf gıdayla beslenişi; bizatihî yürümeye ve karnını doyurmaya bile kâdir değilken hadsiz nimetlere mazhar edilişi sık sık vurgulanır.

    Ve bütün bunlar arasında, tekrar tekrar, şu soru sorulur: 'İnsan başıboş bırakılacağını mı sanır''

    Cevap bellidir. En küçük bir sineği bile birçok hikmetle yaratan, insanı elbette başıboş bırakacak değildir. Kâinatı şeriksiz ve nazirsiz idare eden, elbette insanı başka ellere teslim etmeyecektir.

    Mâlik-i Zülcelâl O'dur. Mülk O'nundur. O halde, hüküm de O'nun olacak; lâf olsun diye yaratmadığı ve de başıboş bırakmadığı insan için, var ediş amacı uyarınca belli kurallar koyacaktır.

    Nitekim, Kurân, bir yanda insana kâinatın mâlikini ve kendi sahibini hatırlatırken, öte yandan kurallar koyar. Bu kuralların 'şakacıktan' konulmadığı konusunda da çok net uyarılarda bulunur. Gelen emri kulak ardı eden kimi geçmiş kavimlerin akıbetine dikkat çeker sözgelimi. Yahut, 'Kuralı ben koyarım' diyen Nemrut, Kârun veya Firavun'un hüsranıyla uyarır.

    Gelen her bir emir, açık bir imanî talim de taşır. Kurân'la gelen her bir kural, imanî bir hatırlatma da yüklüdür. Meselâ, duygularına had konulmayan insan, midesini doldurma pahasına ona buna saldırabilir. Oysa Kurân, o midenin ve ona giren nimetlerin Rabbi namına konuşur: 'Yiyiniz, içiniz, israf etmeyiniz.' İnsan iki ayağını sokaktan bulmuş değildir. O ayaklar adi bir şey olup, başkalarınca verilmiş de değildir. Kurân, ayağı veren Biri namına hitap eder: 'Yeryüzünde böbürlenerek yürüme.' Kadınlara daha latif bir hal verilmiştir. Ama ola ki sahiplenir, ve nefisleri namına kullanırlar. Meselâ, sair insanları kendilerine râm edecek yürüyüşler icat ederler. Kurân, o latif biçimi veren Biri namına konuşur: 'Cahiliye kadınları gibi, vücudunun hatlarını belli edecek şekilde yürüme.' Keza, bir kudret harikasıdır göz. Bütün bir kâinatı küçük bir noktaya sığdırır, aklımızın önüne koyar. Ama insan o gözün malikini unutup, nefsine mal edebilir. Kurân, o gözün sahipsiz olmadığını, insanın da malı olmadığını hatırlatarak, o gözü veren Biri namına konuşur: 'Gözünü kaydırma.' 'Gözünü haramdan koru.'

    Böylesi tüm emirler, açık bir mesaj taşır: Malikiyet kimin ise, hâkimiyet onundur. Mülk kimin ise, hüküm de onundur.

    Açıkçası, böylesi âyetler bizi yaşadığımız çelişkiyi gidermeye davet eder. Çelişki, mülkü başkasına, kuralı bir başkasına vermemizdir. İnsan, gerçekten gözünün asıl sahibi ise, onu istediği gibi kullanır burada bir çelişki yoktur. Ama o göz ona emaneten verilmiş ise, asıl sahibi başkası ise, o gözü ancak o Mâlik-i Hakikî'nin izni ve emri uyarınca kullanabilir. Emaneten verilmiş olan, asıl sahibi olmadığı gözü kendi ***fince kullanamaz; çelişki buradadır. Bu çelişkiyi aşmanın ise yalnızca bir yolu vardır: Gözü, onu verenin veriş amacına göre kullanma.

    İşte Kurân, bütün olarak kâinatı yaratanın, kâinat içinde insanı yaratanın ve insana 'görecek gözler' verenin O olduğunu hatırlatmasıyla birlikte emirler verir: 'Gözlerini haramdan korusunlar.'

    Bu emirler, bir yönüyle celâl yüklüdür. Çünkü, emre kulak asmayanlar için, çok açık tehditler de içerir. O emri veren emanet sahibinin her şeyden haberdar olan, izzetli, hesabı çabucak gören bir Rab olduğunu da bildirir; emrine uymayanları 'vaat edilen azap'la müjdeler! Ateşin azabını tadacağı gün konusunda uyarır.

    Öte yandan, celâl yüklü bu emirler, bir cemal de içerir. Onlar, meselâ şu azametli gökyüzünü ürpertici ama son derece güzel bir manzara sûretinde gözümüze arz eden; dağların ve dağ gibi dalgaların azameti içinde eşsiz bir güzellik ve son derece hayatî faydalar derceden bir Rabbin emirleridir. Dolayısıyla, nefse ağır gelen bütün bu emirler, esasen insan içindir. Hatta, nefsin tüm duygular üzerindeki tahakkümünü kırdığı halde, nefsin de hayrınadır. Şefkat haddi aşmış bir hırsıza seyirci kalmayı mı gerektirir; yoksa 'Vazgeç, haddini bil, cezadan kurtul' diye uyarmayı mı'

    Kurân'da yer alan bütün emirlerin hem celâl, hem de cemal barındıran bir muhtevası vardır.

    Kur'ânî emirlerden özellikle biri ise, açık-saçıklığın kol gezdiği, çıplak bacaklar karşısında akılların baştan gittiği, hayasızca gözler önüne serilen vücut hatları karşısında kalplerin nefislere esir edildiği bir vasatta, akıl, kalp ve ruhuna rağmen gözlerini adi bir röntgenci durumuna düşüren bizler için manidar dersler taşır:

    'mümin erkeklere söyle: Gözlerini harama kapasınlar, ırzlarını da korusunlar. Çünkü bu, kendileri için daha temiz bir davranıştır. Şüphesiz Allah onların yapmakta olduklarından haberdardır.'

    Bu âyetin ardından, hanımlara yönelik bir âyet gelir. Bu âyette de, her iki emir tekrarlanır.

    Her iki âyetin başlangıç hitabı manidardır: 'mümin erkeklere söyle...' 'Mümine kadınlara söyle...'

    Açıkçası, iki âyet de 'iman' vurgusu taşır. Devamla gelen emre uymanın 'iman'la ilgisini açıkça gözler önüne seren bir vurgudur bu. Her iki âyet, 'gözünü haramdan koruma'nın ancak mümin için söz konusu olduğunu; onun da bunu imanı derecesinde başarabileceğini ihsas eder. Saniini ve Sahibini tanımayan biri, gözün kendisine Rabbi tarafından verilmiş bir emanet olduğunu hiç mi hiç tanımaz. Gözü emanet olarak tanımayan biri, elbette, onu emanet sahibinin emir ve izni dairesinde kullanma yükümlülüğünü de derk etmez. Bunu derk etmeyen biri, elbette, aksi halde emanete hıyanet edeceğini de düşünmez. Sonuç olarak, böyle birinin gözünü haramdan koruması söz konusu olamaz.

    Aynı şekilde, bir Yaratıcıya inandığı halde, o inancı hayatına taşımayan; yalnızca kendisini darda hissettiği anlarda bir 'emniyet sübabı' veya bir 'yedek lastik' olarak o imana müracaat eden bir gaflet ehli de bu emre kulak asmayacaktır. İstese bile, asamayacaktır. Çünkü, iç dünyasını her daim o Yaratıcının huzurunda olma şuuruyla diri ve uyanık kılmayan biri, vitesi boşalmış bir araba yahut dümensiz bir kayık misalidir. Eğime ve akıntıya uyar, nefis ve hevası onu nereye sürüklerse, oraya sapar. Vicdanı onu Yaratıcının emri ve de ahiret konusunda uyarsa bile, bunun bir faydası olmaz. Çünkü, ahiret o gaflet anında çok uzaklarda gözükür. Oysa, önünde nefsinin iştihasını kabartan bir manzara vardır. Ve nefis tam bir miyoptur; yalnız önündekini görür, ileriyi görmez, âhireti düşünmez.

    Aynı şekilde, bir Yaratıcıya inanan, ama onu esma-i hüsnasıyla tanımayan biri de bu emri uygulamakta zorlukla karşılaşacaktır. Sözgelimi o Yaratıcıyı Hakîm ismiyle tanımayan; her bir mevcuda birçok hikmetler yüklediğini; meselâ bir ele veya bir ağaca binlerce vazife gördürdüğünü bilmeyen biri, o emirde de hikmet görmeyecektir. Görmediği için de, o hikmetli emre uymayacaktır.

    Keza, meselâ Rahîm ve Hannân ismini tanımayan biri de bu emre uymakta zorlanacaktır. Kâinat, her bir mevcuduyla, küllî bir rahmet ve şefkat hakikatini fısıldar. Her âciz, acziyetine mukabil, eşsiz bir merhamet ve şefkatle doyurulur 'her şeye ihtiyacına en uygun rızkı hazırlayan eşsiz bir Rahman-ı Rahîm'dir O. Hem, acziyetin büyüklüğü ölçüsünde, muhatap olunan merhamet ve şefkat de ziyadeleşir. Bebekler ve yavrular, bunun en açık örneğidir. Böylesi bir merhamet sahibi, elbette, eşsiz bir pırlantayı demirciler çarşısında hurda fiyatına satmaya kalkışan insanı rahmeti ve şefkati gereği uyarır. Ona verdiği gözün ne kadar da değerli olduğunu; onu harama kaydırmanın benzersiz bir elması basit bir cam parçası, eşsiz bir mücevheri bir hurda demir yerine koymak anlamına geldiğini bildirir. Oysa, o göz, haramdan uzak kılınsa, Rabbi namına bakacağı sayısız güzelliğin yanında, yine Rabbi namına kendi helâline de bakacaktır. Ama, bu helâl-haram, emir-nehiy dengesi içinde gözün Sanii ve Sahibi her zaman hatırda olacaktır. Çiçeğe de baksa, eşine de baksa, bakışını emr-i ilâhî belirlediği sürece, O'nu hatırda tutarak, O'nun namına, O'nun sanatını takdir ve tefekkür hesabına bakmış olacaktır. O göz, bütün kâinatı sayısız hikmet ve güzellikler içinde yaratan bir Rabbe nisbetle eşsiz bir değer kazanacak; otuz senede sönmeye yüz tutan basit bir et parçası hükmünde olmayacaktır. Ki, her şeye gücü yeten bir Kadîr-i Rahîm, verdiği gözü O'nun namına kullanan bir kuluna, bütün o sanatlı yaratışındaki sayısız güzelliği O'nun namına temaşa etmesi için, ebedî cennetlere lâyık gözler de verir! Buna muktedirdir.

    Öte yandan, o emrin sahibini Rahman, Rahîm ve Hannân isimleriyle tanımayan biri, bütün bu anlamlardan uzak olacaktır. Emrin içerdiği rahmet ve şefkati göremediği için de ya emre zoraki uymaya çalışacak; açıkçası, pek de uyamayacaktır.

    Bu bakımdan, her iki âyet, daha en başta 'mümin erkekler' ve 'mümine kadınlar' tanımıyla, meselenin kilidini açmış olur. Oysa, çoğu kez bu kilit nokta kaçar gözümüzden. O yüzden, kapıyı zorlayarak açmaya çalışırız. Açamadığımız, gelen emre layığınca uymayı başaramadığımız için de, içimizi hem suçluluk, hem de ümitsizlik duygusu kaplar. Oysa, daha en baştaki iman anahtarına hakkını versek, gerisi daha kolay gelecektir 'tıpkı, bir emir vahyolunduğunda, tereddütsüz uyan sahabiler gibi. Sahabilerin emri duymaları ile emre uymaları arasında, bizim yaşadığımız gibi uzun zaman fasılaları olmadığı bilinen bir vâkıadır. Çünkü, onlar Kur'ân-ı Hakîm'in verdiği iman dersini, Resul-i Ekrem'in (a.s.m.) sunduğu marifetullah ve muhabbetullah talimini hakkıyla özümsemişlerdir. Vahiyle gelen her emri, bütün âlemleri ve insanı yaratan; hikmeti, rahmeti, şefkati ve kudreti sonsuz; bütün güzel isimler O'nun olan bir Rabb-ı Rahîmden bildikleri için, teslimiyette ne bir tereddüt, ne bir gevşeme, ne bir zorluk göstermişlerdir.

    Hem, o emri veren, insanı bu fıtratla yaratandır. İnsan için en fıtrî ve en uygun hali, Fâtır-ı Hakîm'den başka kim bilebilir' Kim o fıtratı verenin üstünde söz söyleyebilir'

    Fâtır-ı Hakîm, bu emriyle, bizi fıtratımızın gereği olan bir duruma davet eder. Gözünü haramdan sakınmama, her önüne gelene bakma, fıtratla çelişen bir durumdur. Çünkü, insana verilmiş hadsiz duyguları tek bir duygunun emrine verir. İradesini hükümsüz bırakır. Şu çağda örnekleri çok açık biçimde görüldüğü üzere, bütün hayatını, bütün dünyasını ve bütün düşüncesini uçkurunun hizmetine veren insan bozması kişilikler ortaya çıkarır. Nitekim, bugün nice göz harama bakarken, nice el, nice dil, nice akıl, nice ayak, nice hâfıza da ona eşlik etmektedir. Bir araya geldikleri anları gördükleri haram manzaraların sözünü ederek geçiren; yalnız kaldıkları zamanı da yine o haram manzaraların hayaliyle harcayan nice insan mevcuttur. Nice gözler, nice akıllar, nice ömürler bu yolda heder olup gitmektedir. O kadar ki, bu ruh hali içinde, gördüğü her insanı yalnız maddî bir sûrete indirgeyen, hatta o maddî sûretin de yalnızca belli kısımlarına bakan marazî kişilikler ortadadır. Başka bir amaçla söylenen sözlerden dahi cinsel çağrışımlar çıkaran marazî tipler mevcuttur.

    Gözlerin harama kaymasının imanî bir zaafın eseri olup bu zaafı giderek beslemesinin yanı sıra, insanı insanlıktan sukut ettiren böyle bir boyutu da vardır. Bütün kâinatı kapsayıp kuşatacak duygu ve kabiliyetlerle donanmış insanı uçkuruna hapsettiren; karşı cinsten olan insanları belli organlara indirgeyen; 'insan' tarifini bu denli bayağılaştıran bir boyuttur bu. Bu halin aile ve toplum hayatında getirdiği olumsuzluklar ise, işin ayrı bir yönüdür.

    Peki, bu açıdan bakılırsa aslında bütün insanları ilgilendiren bu konuda Kur'ân neden yalnızca 'mü'minler'i muhatap almaktadır'

    Çünkü, insan ancak imanının derecesi nispetinde bu emrin içeriğini anlayabilir. Ancak imanı derecesinde gözünü Rabbinin yarattığı güzellikleri Rabbi namına ve Rabbinin izni uyarınca kullanma yükümlülüğünü kavrayabilir. Ancak imanı ile, gözünü nefsin elinde adi bir röntgenci kılan her tavrın emanete hıyanet anlamı taşıdığını bilebilir.

    Ve ayrıca, insan ancak imanı derecesinde gözünü haramdan koruma iradesi gösterebilir.

    Yoksa, imandan nasiplenmeyen en iradeli, en mert ve makamca en yüksek insanların bile gözünün önüne bir haram iliştiğinde nasıl basitleştiğine ve bayağılaştığına dair bir dizi gözlem hemen her insanın hafıza kaydında vardır.

    Her iki âyetle gelen 'gözünü haramdan koruma' emrinin manidar bir veçhesi de, öncelikle içe dönük bir çabayı emrediyor olmasıdır. Gerek mümin erkeklere, gerek mümine kadınlara söylenen ilk söz 'Gözünüz önüne gelen haramları ortadan kaldırın' değildir: 'Sen gözünü koru.'

    Bu, Kurân'ın önceliği insana veren, düğümü fertlerde çözen genel üslubunun manidar bir yansımasıdır. Çünkü, problemin kökü, 'dış dünya'da değildir; içimizdedir. İç dünyası muhkem, iman kalesi sağlam olan biri, tüm dünya haram tablolarla dolu olsa bile, sarsılıp sapmayacaktır. Dış dünyada nice haram mevcut olsa bile, imanın içerdiği haya, şuur ve uyanıklık hali içinde, Rabbinin huzurunda olduğundan gafletle, kendini pazarlayan süflîlerin peşine düşmeyecektir. Hayası, edebi, sabrı ve sebatı buna izin vermeyecektir.

    Nitekim, Yusuf (a.s.) kıssası, bunun bir örneğidir. Önünde kendini tüm ziynetleriyle sunan bir dünyalar güzeli karşısında, Yusuf'un tavrı, gözünü ve sırtını dönmek olmuştur.Yusuf aleyhisselâm, Kurân'da övgüyle aktarılan bu haliyle, tüm insanlığa şu dersi vermektedir: İnsan, eğer 'gözünün sahibi'ni tanır ve O'nun emrini hakkıyla bilirse, en 'baştan çıkartıcı' manzara bile onu baştan çıkartamaz.

    Ki, Yusuf kıssasının birörneğini oluşturduğu peygamber kıssaları, gün gelip koca bir toplumu kendi yolunun yolcusu kılan nebilerin, yola tek başına koyulduklarını açık açık ortaya koymaktadır. Nebiler, fıtratların bozulduğu, Allah'ın ve ahiretin unutulduğu, insanların nefislerinin istediği gibi davrandığı bir ortamda gelmişlerdir. Ortam onları değiştirmemiş, bozulmuş bir ortamda birer iman abidesi olarak sarsılmadan kalmış; sergiledikleri imanî şuur ve irade ile onlar ortamı değiştirmişlerdir.

    Ortada bir 'haram' varsa,bundan uzak durmanın yolu, o haramı kaldırmaktan değil, öncelikle kendini o harama karşı korumaktan geçer. Tepeden inme halledilmiş hiçbir şer hali yoktur.O takdirde belki şer zahiren ortadan kalkmakta, yeraltına çekilmekte, ama içten içe, alttan alta varlığını sürdürmektedir. Aslolan, sokak manzaralarına el atmak değil, gözlerimizi bu 'haram'lardan korumamızı mümkün kılan bir imanî donanıma ulaşmaktır. Bu yol diğerine göre daha zor ve uzun gözükür. Oysa kısa ve kolay olan, işte bu yoldur. Diğerinde yalnızca 'görüntü' kurtarılmakta;hastalık satıh altında öylece kalmaktadır. Yusuf misali bir imanî donanıma erişip Rabbin emaneti olan gözleri Rabbin rızasına uygun bir şekilde kullanıp 'haram'dan koruma cehdiyle yaşanırsa, haram tüm dünyada kol gezse dahi, gözler ondan sakınacaktır.

    Kaldı ki, haram manzaralar esasen gözlerin harama bakmaya talip olduğu bir ortamda arz edilir. Züleyha'yı hidayete getiren, Yusuf'un onun sergilediği harama karşı gözünü sakınması değil midir' Meselâ kadın çıplaklığını ele alalım: Erkekler imanî bir şuura erişip gözünü haramdan koruduğunda, hangi kadın açılıp saçılarak sokağa çıkar' Onun sokağa o vaziyette çıkışının ardındaki dürtü, gözünü haramdan korumayan erkekler tarafından ziynetlerine bakılması değil midir' Demek, mümin erkekler gözlerini haramdan koruduğunda, kadınların açılıp saçılmaması yolunda en temelli adım da atılmış olmaktadır.

    Bu bakımdan, tesettür emrinin, 'mümin erkekler'in gözlerini haramdan sakınmasını emreden âyetin ardından gelmesi elbette manidardır.

    Nur sûresinin 30. âyeti,mümin erkeklere, 'gözlerini haramdan sakınma'larını emrettikten sonra, ikinci bir emir daha verir: 'ferçlerini [ırzlarını] koruma.' Bu da, manidar bir husustur. Zira, ferçlerin zinaya düşmesinin ilk basamağı, gözlerin harama bakışıdır. Göz harama kaydığında, irade hükümsüz kalmış ve akıl nefsin çekim alanına girmiş demektir. Gözü harama kaydıran nefis, bu haram yolculuk nihayete ulaşmadan teskin olmayacaktır. Gözü Rabbinin emaneti bilip öylece kullanmaktan uzaklaşmanın varacağı yer, fercin de Rabbin emaneti olduğundan gafletle onun bir zina aleti derekesine düşürülmesidir. İsra sûresindeki 'Zinaya yaklaşmayın' emrinin de dikkat çektiği gibi, tüm şehvanî şeylerde en kritik husus,yaklaşmaktır. Nefsin hoşuna giden, şehveti kabartan hususlarda, bir eşik noktası vardır: o geçildi mi, gerisi çorap söküğü gibi gelir. Meselâ, açık bacaklara bakan bir göz, onunla yetinmez, daha fazlasının izini sürer. Daha fazlasına eriştikçe, teskin olmak bir yana, daha da azgınlaşır. Ardından, hayal ve heves gibi duyguların da tahrikiyle, 'zina' gibi bir son durağa doğru hızla yol alır. Çünkü, 'gözü haramdan korumama' gibi eşiklerde, artık iradeyi devre dışı bırakan, insanı kalben ve vicdanen istemese bile günahın son kertesine sürükleyen şeytanî bir çekim vardır. Sonuçta, bugün gözünü haramdan sakınmayan,yarın fercini de koruyamaz. Nitekim, bir bütün olarak şu çağ ve şu toplum,bunun aşikâr örnekleriyle doludur. Öte yandan, göz haramdan sakındığında, ferçte harama bulaşmayacaktır.

    Rabbimizin, öncelikle 'gözünü haramdan sakınma'yı emredişinde, şu çağda ve şu toplumda bilfiil gözlenen bir boyut daha vardır.

    Son bir asır içinde, gazete ve dergi sayfaları, sinema filmleri, TV programları ile insanların giyimleri ve yaşayışları arasında, şöyle bir bağlantı karşımıza çıkar: Bütün sefahat,rezalet ve müstehcenlikler, ilk olarak dar bir kesimde kendini ifade imkânı bulmuştur. Bu kesim ya 'sosyete'dir, ya 'sanatçı'lar zümresidir yahut her ikisidir. Bu dar zümre içinde dahi, herkes aynı açık saçıklığı aynı anda irtikap etmez. Bir baloya o güne kadar kimsenin giymediği bir açık kıyafetle gelen bir sosyete kadını, belki ilk anda yadırganır; ama bir eşik aşılmış olur.İçinde böylesi bir meyil olanlar, 'yapılabilir' olduğunu görür ve yapma cesaretini 'daha doğrusu cüretini' bulurlar. Dar kesimde sergilenen bir aşırılık, gazete ve sayfalarıyla umuma arz edilir. Diğer yandan, film karelerine de benzer dozajda bir aşırılık taşınır. Bu 'kitle iletişim araçları'yla söz konusu aşırılığı seyreden toplum, göre göre, zaman içinde bunu 'kanıksar.'İlk anda ahlâksızlık olarak görüp tepki verdiği şey, göre göre 'normal'leşir.Normalleşince, kendisi de öyle yapar. Bu esnada, sözünü ettiğimiz dar kesimde daha ileri bir aşırılık sergilenmekte; o, bu kez ona tepki vermektedir. Ama üç-beş yıl sonra, göre göre onu da 'normal' görür hale gelip uygulayacaktır.

    Nitekim, 'gözünü haramdan sakınmayan,' kural koyuculuk makamına 'çağ'ı, 'toplum'u ve 'kendi'ni de oturtan insanların üç-beş yıl sonra nasıl giyinip nasıl dolaşacağını bugünün filmlerinden, sosyete sayfalarından, sanatçı kostümlerinden, TV sunucularının kıyafetinden.. çıkarmak mümkündür. Bakan kanıksar, kanıksayan normal görür,normal gören uygular!

    Yüzyıl önce tiyatro İslâm topraklarına girdiğinde, artistler yalnızca boynu açıkta bırakan bir türbanla sahneye çıkmışlardır. Göre göre bu tarza alışılmış; boynun açıkta kalması tesettür emrine aykırı olduğu halde, 'gözü haramdan koruma' emri çiğnendiği için, bu noktadaki hassasiyet aşınmıştır. Ardından türban da atılarak saçlar tamamen açılmıştır. Aynı şekilde, kolu bileğine kadar örten elbiselerin yerini yarım kollu elbiseler almış; bir adım sonra kolsuz elbiseler gelmiştir. Mini eteğe giden yolun başında, topuğun yalnızca bir karış üstüne çıkılan modeller vardır. Onu diz boyu modeller, onu da dizin beş parmak üstüne gelen modeller izlemiştir. Kısalma adım adım devam etmektedir.

    Kısacası, hususî bir hayasızlığın umumîleşmesi görme yoluyla gerçekleşir. Göz göre göre,'kural-dışı' olan 'kural' haline gelir; anormal olan 'normal'leşir. Gerek mümin erkeklere, gerek mümine kadınlara yönelik 'gözlerin haramdan korunması' emri, işte bu umumî yozlaşmayı ta başından kesmektedir.

    Gözlerin haramdan korunması,Allah böyle emrettiği içindir. Böyle emreden Allah ise, Hakîm ve Kerîm bir Rabdir. Her emri gibi, bu emrinde de bir hikmet, rahmet, kerem ve terbiye vardır.

    İçki, Allah haram kıldığı için haramdır. Bu haram kılmada ise, çok hikmetler ve rahmetler saklı olduğu görülür. İrademizi iptal eden, duygularımızı uyuşturan, düşüncemizi dumura uğratan, aklımızı hükümsüz kılan bir şeydir içki. Bizi tüm kâinatta sergilenen ilahi sanatın nâzenin bir nâzırı olmaktan çıkarıp, aklını ve şuurunu yitirmiş bir bakar kör durumuna getirmektedir. Gözlerin harama bakışında da aynı durum söz konusudur. Nitekim, ciddi bir tefekkür içinde iken gözüne ilişen 'haram' bir manzaraya bakmayı sürdürdüğünde, o tefekkür halini devam ettiren biri var mıdır' Yolda yapıyor olduğumuz bir tesbihat, okuduğumuz bir vird, gözümüzü haram manzaralardan alıkoymadığımız ölçüde, aklımızdan kayıp gitmiyor mu'

    Duyguları manen uyuşturma,bizi Allah'ın sanatını ve isimlerini tefekkürden alıkoyma noktasında, harama bakmanın, alkol veya uyuşturucudan bir farkı yoktur. Harama nazar da, onlar gibi, tertemiz duyguları nefsin kirli emellerine alet etmektedir. Rabbine muhatap olmak üzere yaratılmış insana emanet edilmiş göz gibi harika bir organı gayrimeşru tatminler peşinde heder etmektedir.

    Âyet, bir sonraki cümlede,'gözün harama kapanması ve fercin korunması'nın, 'ezkâ' yani asıl temiz olan davranış olduğunu belirtir. Ki bu temizlik, 'tezkiye' çağrışımıyla da düşünülürse, esasen manevî bir temizliktir;düşünce ve duygu noktasında bir temizlenme halidir. Bu temiz davranış tercih edilmezse, bütün kâinatı Rabbi adına tefekkür ve tenezzühe vesile olan eşsiz bir cihaz hükmündeki göz, süflî hevesler çukuruna atılarak değersiz ve kirli kılınmaktadır.

    Âyet, bir uyarıyla son bulur: 'Muhakkak ki Allah, onların yaptıklarından çok iyi haberdardır.' Genel olarak, böylesi âyetlerin sonunda 'yaptıkları' anlamını karşılamak üzere 'ya'melûn' veya 'yef'alûn' ifadesi kullanılır. Oysa bu âyette 'yesneûn' denilir. Dikkatli bir Kur'ân talebesi, bu nüanstan şöyle bir anlam çıkarır: 'Yesneûn' ifadesi, gözlerin harama bakması noktasında yapılanların 'sanatla yapılanlar cinsinden olduğuna, keza bunun bir sanayi haline geleceğine işaret eder.

    Gerçekten, ilahî emre ve insanın fıtratına aykırı düşen açık saçıklık, her zaman sanat adı altında meşruiyet kazanma çabasında olmuştur. Hatta buna 'erotizm' gibi iç gıdıklayıcı ama dokunulmaz bir kılıf bulunmuştur. Bugün ortalık vücudunu bir metaya dönüştüren, bedeninin açık kalacağı yerin oranına göre fiyat belirleyen 'sanatçı'larla doludur!

  3. #3

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    Gusül Abdesti Nasıl Alınır?
    Gusül (Boy Abdesti)
    Gasl, yıkamak demektir. Gusül ve iğtisal da, yıkanma anlamını taşır. Din deyiminde gusül: Bütün bedenin yıkanmasıdır, boy abdesti alınmasıdır. Buna taharet-i kübra (büyük temizlik) denir. Böyle bir temizliği gerektiren hal cünüplüktür. Ayrıca kadınların hayız ve nifas kanlarının sona ermesidir. Cünüplük hali ise, aşağıda açıklanacağı üzere, şehvetle meninin atılmasından ve cinsel ilişkiden meydana gelir.

    Guslü Gerektiren Haller:

    a. Cünüplük: Cinsî münasebet, ihtilam ve ne şekilde olursa olsun meninin vücut dışına çıkması boy abdestini gerektirir.

    b. Hayız ve Nifas (Lohusalık): Hayız ve nifas hali sona erince gusül farz olur.

    Şehvetle yerinden ayrılan ve şehvetle dışarıya atılan bir meniden dolayı gusletmek gerekir. Şehvetle yerinden aynlıp, şehvet kesildikten sonra dışarıya atılan meniden dolayı da, İmamı Azam ile İmam Muhammed'e göre, gusletmek gerekir. Fakat İmam Ebu Yusuf'a göre gusül gerekmez.

    Rüyada şehvetle ayrılan bir meninin, şehvet kesildikten sonra dışarıya akıtılmasını sağlamak için tenasül organını tutmak ve sonra dışarıya akıtmakta, misafir ve soğukta bulunanlar için İmam Ebu Yusuf görüşünü seçmekte kolaylık vardır. Bu yönden bu görüşün tercih edilmesini uygun görenler vardır. Bakmak ve dokunmak suretiyle şehvetle gelen meniden dolayı da gusletmek gerekir.

    Cinsel ilişki halinde sünnet yerinin veya o kadar bir kısmın duhulü ile, buluğ çağına ermiş erkek ve kadının gusletmeleri gerekir. Meninin gelip gelmemesine bakılmaz. Bunlardan yalnız biri buluğ çağına ermiş ise sadece ona gusül gerekir, diğerine gerekmez. Ancak buluğ çağına yaklaşmış bir devrede ise, yıkanmadan namaz kılmasına izin verilmez. Namaza devam için taharette tedbirli olmak lazımdır. Bu ve buna benzer hangi haller olursa olsun ihtiyat olan yol gusletmek suretiyle şüpheli hallerden sakınmaktır.

    Uykudan uyanan kimse, yatağında, çamaşırında veya bedeninde bir yaşlık görünce bakılır: Eğer rüyada cinsel ilişkide bulunduğunu hatırlıyorsa, gusletmesi gerekir. Yaşlığın meni olup olmamasında şüpheye düşmesi bir önem taşımaz. Ancak ihtilam olduğunu hatırlamadığı takdirde, yaşlığın mahiyetinin ne olduğu üzerinde durulmaz ve gusül gerekmez. Çünkü akıntının şehvetle geldiği bilinmemektedir. Bu mesele İmam Ebû Yusuf'a göredir, İmamı Azam ile İmam Muhammed'e göre, gelen akıntının mezi olduğunu anlıyorsa, gusl etmesi gerekmez. Fakat meni olduğunu biliyor veya şübheye kapılıyorsa, gusletmesi gerekir. İhtiyata uygun olan da budur. Onun için fetva buna göredir.

    Yatağından uyanıp kalkan kimse, ihtilam olduğunu hatırladığı halde, tenasül organında bir yaşlık görse gusletmesi gerekir. Ayakta veya oturduğu yerde uyuyan kimse, uyanıp da bu organında bir yaşlık görse, bakılır: Eğer bu yaşlığın meni olduğuna kanaati varsa veya uyumadan önce bu organı hareketsiz bir halde idi ise, gusletmesi gerekir. Fakat böyle bir kanaati yoksa ve tenasül organı da önceden uyanık durumda idi ise, gusletmesi gerekmez. Bulunan yaşlığın mezi olduğuna hükmedilir. Çünkü organın uyanık olması, mezinin çıkmasına sebeb olur.

    Sarhoş veya bayılmış olan bir kimse uykusundan uyanıp da, kendisinde meni bulacak olsa, gusletmesi gerekir. Mezi bulacak olsa yıkanması gerekmez.

    İdrarını yaparken, tenasül organı uyanık olduğu halde meni gelse, yıkanması gerekir. Organ uyanık olmayınca; gusletmek gerekmez, çünkü uyanıklık şehvetin bulunmasına delildir.

    Bir erkek veya bir kadın rüyada ihtilam olsa da, meni dışarıya çıkmış olmasa, yıkanmak gerekmez. İmam Muhammed'e göre, böyle bir kadının ihtiyat olarak yıkanması gerekir. Çünkü kadından çıkacak bir sıvının yine ona dönmesi ihtimali vardır.

    İhtilam olan veya cinsel ilişkide bulunan bir kimse, idrarını yapmadan veya çokça yürümeden veya yatıp uyumadan yıkansa da, sonra kendisinden meninin arta kalan kısmı çıkacak olsa, ikinci kez yıkanması gerekir. Fakat idrarını yaptıktan veya epeyce yürüdükten veya uyuduktan sonra şehvetsiz olarak gelecek meni guslü gerektirmez. Çünkü bu durumda o meni, yerinden, şehvet olmaksızın ayrılmış bulunur. Yine bir kadından, yıkandıktan sonra, kocasının menisi çıkacak olsa, tekrar gusletmesi gerekmez.

    Bir yatakta yatıp uyuyan iki kimse, uyandıkları zaman ihtilam olduklarını hatırlamayarak yatakta meni gibi bir yaşlık görseler veya kurumuş meni görüp de o yatakta kendilerinden önce başka bir kimse yatmış olsa bu durumda meninin kime ait olduğu bilinmese, her ikisinin de ihtiyaten yıkanması gerekir.

    Şehvet olmayıp da döğülmeden, ağır bir yük kaldırmadan ve yüksek bir yerden düşmeden dolayı meni gelmesiyle gusül gerekmez.
    (İmam Şafî'ye göre bu hallerde de gusül gerekir.)

    Yerinden şehvetle ayrılan bir meni, bedenin dışına veya dış hükmünde olan yere çıkmadıkça gusül gerekmez.

    Bakire bir kızın bekaretini yok etmemek sureti ile yapılan bir ilişkide meni gelmeyince gusül gerekmez; çünkü bekaret, sünnet yerine kadar duhule engel olmuş demektir.

    Cünüplük, hayız veya nefselik (loğusalık) halinde iken, gayrimüslim bir kadın veya gayrimüslim bir erkek ihtida etse, gusletmesi farz olur. Hayız veya nefseliği son bulmuş olsa da, yıkanmamış bulunsa, yine gusül gerekir. Fakat yıkanmış bulunan veya henüz cünüplük, hayız ve nefselik haline düşmemiş olan erkek veya kadın gayrimüslim ihtida etse, yıkanması mendub olur.

    Gusül Nasıl Yapılır:

    Gusletmek isteyen bir kimse önce besmele okur ve : "Niyet ettim Allah rızası için gusletmeye" diye niyet eder. Elleri bileklere kadar yıkadıktan sonra edep yerlerini temizler. Bundan sonra sağ avucuyla ağzına üç kere su alır ve her defasında ağzını boğazına kadar gargara şeklinde çalkalar. Oruçlu ise boğazına su kaçmamasına dikkat eder. Sağ avucuyla burnuna, genzine kadar 3 defa su çeker, her defasında sol eliyle burnunu temizler. Bundan sonra tıpkı namaz abdesti gibi abdest alır.

    Abdest aldıktan sonra önce başına, sonra sağ, daha sonra da sol omuza 3'er defa su döker ve vücudunu yıkar. Suyu her döküşte elleriyle vücudunu iyice ovuşturur. İğne ucu kadar kuru yer kalmaksızın vücudun her tarafını güzelce yıkar. Gusülde bıyık, saç ve sakal diplerine suyun iyice işlemesi için ovuşturulur. Göbek boşluğu, küpe delikleri dikkat edilerek yıkanır. Böylece gusül abdesti almış oluruz.

    Guslün Farzları:

    1. Ağza su alıp boğaza kadar çalkalamak.

    2. Burna su çekip yıkamak.

    3. Bütün vücudu ıslanmayan yer kalmayacak şekilde yıkamak.

    Guslün sünnetleri:

    1. Gusle niyet etmek.

    2. Besmele ile başlamak.

    3. Bedenin bir tarafında pislik varsa onu önceden güzelce temizlemek.

    4. Avret yerini yıkamak

    5. Gusülden evvel abdest almak.

    6. Bedenine 3 defa su dökmek ve suyu bedenin her tarafına ulaştırmak.

    7. Su dökünmeye baştan başlamak, sonra sağ omzuna, sonra sol omzuna dökmek ilk defa döktüğü zaman bedeni ovmak ve suyu bedenin her tarafına ulaştırmak.

    8. Ayağının olduğu yere su birikirse, abdest aldığı zaman ayak yıkamasını sonraya bırakmak.

  4. #4

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    Halvet-i Sahiha
    Halvet, kelime anlamıyla bir yerde yalnız kalmak anlamına gelir. Sahih halvet ise, eşlerin hiç kimsenin göremeyeceği ve istekleri dışında kimsenin göremeyeceği ve istekleri dışında kimsenin giremeyeceği kapalı veya kapalı sayılan bir yerde yalnız kalmaları demektir. Bazı bakımdan zifafla aynı sonuçları doğurmaktadır. Hükmü zifaf diyebileceğimiz bu durumda da kadının mehrin tamamı üzerindeki hakkı kesinleşir.

    Karı ve kocanın birinde cinsel ilişkiyi engelleyen bir durum bulunmazsa halvet sahih olur. engel ya hastalık, küçüklük, çelimsizlik gibi fert bir durum veya farz olan namaz, farz olan oruç, hacda ihramda bulunma, hayız ve nifas gibi şer'i bir hüküm olabilir. Yanlarında kör, uykuda çocukta, biri olsa ve yukarıdaki engellerden bir bulunursa halvetin sağlığını bozar. İktidarsızlık halvet mani değildir.

    Sahih halvet, gusül almayı, kızların erkeğe haram olmasın üç talakla boşanmış eşin ilk kocasına dönüşünü ve mirasçı olmayı gerektirmez. Sadece iddet beklemeyi, nafaka ve mehri gerektirir.

    Sahih bir evliliğin ardından mehir borcunun doğabilmesi için evlenen kadın zifaf için hazır olmalı ve aralarında sahih halvet vuku bulmalı ve taraflardan birisi nikahtan hemen sonra ve ve zifaf veya halvetten önce ölmüş bulunmalıdır.

    Nikah akdi yapıldıktan sonra, fakat zifaf veya sahihi halvetten önce bir ayrılık vuku bulursa ayrılığa kimin sebep olduğuna bakılır. Eğer ayrılığa erkek sahip olmuşsa mehirin yarısını kadına ödemelidir. Kadın olmuşsa bir şey gerekmez.

  5. #5

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    Hamile Eşle İlişkide Bulunmak
    Hamileliğin devamı süresince ilişkide bulunmak helaldir.

    Doğum öncesinde ilişkiyi yasaklayan açık bir ilahi buyruk yoktur.

    Eşler, aralarında zararsız bir ilişki metodu geliştirebileceklerinden, olmaması da tabidir.

    Ancak, hamile eşin özel durumu sebebiyle belirli sürelerle de olsa tıp bilginlerinin yasaklayacağı ilişkiyi, dini bir yasak şeklinde değerlendirebiliriz.

    Değerlendirmeliyiz de. Zira Allah'ın ve peygamberlerinin bildirileri ve kesinlik kazanmış hususlarda tecrübeye, daha genel bir ifadeyle ilim verilerine uymak, İslami bir kuraldır.
    Hastalıklı Eşle İlişkide Bulunmak
    Ay hali ve loğusalık dışında cinsel görevlerin ertelenmesini mazur gösterebilecek tek geçerli sebep ise hastalıktır. Ancak her hastalık ve her derece hastalık pek tabiidir ki sebep gösterilemez.

    Dindar veya ilmi ideolojiyle yorumlayan mütehassıs doktorların ilişkiyi zararlı buldukları durumlarda hastalık, hiç şüphesiz erteletici makul bir sebeptir.

    Tedavi süresince ilişkiye girilmemesi gerekir

  6. #6

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    Hanımınızla İyi Geçinmek
    Sual: Beş vakit namazını kılan ve tesettürlü yani saliha hanımım var ancak ev işlerinde çok gevşektir. Ütüyü geç yapar, çamaşırları geç yıkar. Yemekleri tatsız tuzsuzdur. Bunu bırakıp da dört dörtlük birisi ile evlenmem uygun mudur?

    Cevap: Din kitaplarında yazıyor ki, kadın çamaşır yıkamaya, yemek pişirmeye ve hatta çocuğuna bakmaya mecbur değildir. Mecbur olmadığı işlerde onu, çamaşırcı, aşçı, hizmetçi gibi kullanmaya kimsenin hakkı yoktur. Yer yüzünde dört dörtlük kadın olmaz. Hepsinin iyi yönü olduğu gibi kötü yönü de olabilir. Bir atasözü var: "Elin karısı ele kız, elin tavuğu ele kaz görünür derler." Kadından çok şey beklemek, dini bilmemenin alametidir. Bir hadis-i şerif meali şöyledir:

    «Kadın, eğri kaburga kemiğinden yaratıldı. Hiç bir şekilde tam doğru olamaz. Onu doğrultmaya çalışırsan kırarsın. Kırılması boşanması demektir.» (Buhari)

    Kurân-ı Kerîm'de, insana gelen musibetlerin, günahları sebebiyle geldiği bildiriliyor. Fudayl bin İyad hazretleri, «Eşim huysuzluk yapınca, dine aykırı bir iş yaptığımı anlardım. Hemen o şeye tövbe edince, eşimin huysuzluğu da giderdi. Böylece tövbemin kabul edildiğini de anlardım» buyurdu. O halde, Müslüman erkek, eşi ile iyi geçinir.

    Peygamber efendimiz buyuruyor ki:
    (Hanımlarınızı üzmeyin. Onlar, Allah-u teâlânın size emanetidir. Allah'ın emanetine yumuşak olun, iyilik edin!) [Müslim]

    şu halde kimin emaneti olduğunu düşünmeli, Allah'ın emanetine hıyanet etmemeli.

    Erkek, hep kendini kusurlu görmeli, (Ben iyi olsaydım, o böyle olmazdı) diye düşünmeli. Eşinin iyiliğini, iffetini Allah-u teâlânın büyük nimeti bilmeli. Onun huysuzluklarına iyilikle muamele etmeli, iyiliği çoğalıp, her işi seve seve yapınca, ona dua etmeli ve Allah-u teâlâya şükretmeli. Çünkü, uygun bir kadın büyük bir nimettir. İyi davranmak, sadece hanımı üzmemek değil, onun verdiği sıkıntılara da katlanmak demektir. Yani bir erkek, ben iyi bir kocayım diyorsa, hanımından gelen sıkıntılara katlanması gerekir. Hadis-i şerifte, «Hanımının kötü huylarına katlanan erkek, belalara sabreden Eyyüb aleyhisselam gibi mükafatlara kavuşur.» buyuruldu. İyi Müslüman olmak için hanım ile iyi geçinmek şarttır. Allah-u teâlâ, «Onlarla iyi, güzel geçinin!» buyuruyor. (Al-i İmran 19)

    İyi geçinme, güzel geçinmek, ne demektir? İyi erkek, sadece eşine kötülük etmeyen değil, eşinden gelen sıkıntılara da katlanandır. Eğer bir erkek, eşinden gelen sıkıntılara katlanamıyorsa, iyi birisi olduğunu iddia edemez, buna hakkı da yoktur.

    Mürşid-i kâmil olan büyük zatlar, talebelerine, "Hanımını üzeni sevmeyiz. Allah-u teâlâ evin içini hanıma vermiştir. Bir erkek evin içine ne kadar çok karışırsa, dünyada ve ahirette o nispette çok sıkıntı çeker” buyururdu. Üç hadis-i şerif meali şöyledir:

    «İman yönünden en üstün mümin, hanımına, en iyi davranandır.» (Tirmizi)

    «Eşine güler yüzle bakanın defterine bir köle azat etmiş sevabı yazılır.» (R. Nasıhin)

    «Eşinin haklarını ifa etmeyenin namazları, oruçları kabul olmaz.» (Mürşid-ün-nisa)

    Erkek, eşinin yemeğine karışmaz, temizliğine karışmaz, ütüsüne, eşyaları düzenlemesine karışmaz. Onun dünyası evidir. İstediğini yapar. Yemek yapmamışsa, olsun peynir ekmek yeriz demesi gerekir. Tuzlu tuzsuz yapmışsa ses çıkarmaz. Yemek yanmışsa hiç görmemesi gerekir. Eğer erkek bunları yaparsa, kadın kocasına hayran olur, kendisi utanır, düzeltmeye çalışır. Aksine niye böyle yapıyorsun denirse, iş çığırından çıkar. Kadın zayıftır, tez üzülür, tez sevinir, çok şeyi bir anda silip atar. Bütün iyiliklerini unutur. Bunun için boşama hakkı erkeğe verilmiştir. Erkekten daha dirayetli, kadın olmaz mı; elbette olur, ama istisnalar kaideyi bozmaz.

    Yine büyük zatlar buyuruyor ki:

    «Hanım, evde hizmetçi değil, sultandır. Hanımını üzmek akıllı insanın yapacağı iş değildir. Bir Müslüman hanımını nasıl üzer, akıl almıyor. Aklı olan karı koca, birbirini üzmez. Hayat arkadaşını üzmek, incitmek, ahmaklık alametidir. Zalim, huysuz kimsenin eşi, devamlı üzülerek sinirleri bozulur. Sinir hastası olur. Sinirler bozulunca, çeşitli hastalıklar hasıl olur. Hayat arkadaşı hasta olan bir eş, mahvolmuş, mutluluğu sona ermiş demektir. Eşinin hizmet ve yardımlarından mahrum kalmıştır. Ömrü, onun dertlerini dinlemekle, ona doktor aramakla, ona alışmamış olduğu hizmetleri yapmakla geçer. Bütün bu felaketlere, bitmeyen sıkıntılara kendi huysuzluğu sebep olmuştur. Dizlerini dövse de, ne yazık ki bu pişmanlığının faydası olmaz. O halde; eşine yapılacak huysuzluğun zararı kendine olur. Ona karşı, hep güler yüzlü, tatlı dilli olmaya çalışmalı! Bunu yapabilen, rahat ve huzur içinde yaşar, Allah-u teâlânın rızasını da kazanır!»

    Kadın, erkek iyi geçinmek için yalan söyleyebilir. Bir hadis-i şerif meali:

    «Erkek, eşini, eşi de, beyini idare etmek için yalan söylerse günah olmaz.» (Müslim)

    İbn-i Erkam hazretleri, Hazret-i Ömer'e, «Eşim, bana sevmediğini söyledi. Beni sevmeyen bir kadınla birlikte yaşayamam, ayrılmak istiyorum.» dedi. Hazret-i Ömer, kadına sordu:
    - Kocana, seni sevmiyorum dedin mi?
    - Evet dedim.
    - Niçin?
    - Bana sordu. Ben de yalan söyleyemedim. Yoksa burada yalana izin var mıdır?
    - Elbette burada yalan söylemeye izin vardır. Bir kadın, kocasını sevmese de, onu üzmemek için, yalan söylerse günah olmaz.

    Hanımı idare etmek, onu haramdan korumak, neşelendirmek birinci vazife olmalıdır. Evliya zatlar buyuruyor ki:

    «Talebeye ne yapılırsa, hocasına gider. Evlada yapılan bir şey, babaya yapılmış gibidir. İyilik de kötülük de.»

    O halde büyükleri üzmemek için saliha hanımla iyi geçinmek zorundayız. Saliha hanım, bulunmaz nimettir, Cennet nimetidir. Cennet nimetinin kıymetini bilmek, muhafaza etmek her Müslümanın vazifesi olmalı. Çocukları kavgalı, stresli bir ortamda yetiştirmemeli. Yarının büyüğü olarak yetiştirmeli. Ivır zıvır şeylerle bu hayatı kendimize, çoluk çocuğumuza zehir etmemeliyiz. Problemli ailelerin çocuklarıyla kimse oğlunu kızını evlendirmek istemez. Bu da ayrı bir konu.

    Bütün sıkıntılar ölümü unutmaktan, hak ve hukuka riayet etmemekten yani dine uymamaktan ileri gelir. Bir zat anlatır:

    Bir gün bana bir arkadaş geldi. Hanımı ile hiç geçinemiyormuş. Evde her gün basit şeyler yüzünden tartışma oluyormuş, bıkmış bu tartışmalardan, artık ondan ayrılmak istiyordu. Bunların münakaşaları yüzünden iki taraf aileleri de birbirine girmiş. Hanımı bunun tarafına, bu da hanımının tarafına düşman vaziyette. Kanlı bıçaklı deniyor ya aynen öyle imişler. Yine bir gün perişan bir vaziyette geldi, hiçbir nasihat dinleyecek halde değildi. Ya Rabbi, ben buna ne diyeyim diye düşündüm. Sonra ona, “Ayrılsan da fark eden bir şey olmayacak, bir ay kadar ömrün kaldı, ne istiyorsan git yap” dedim. Bu sözü duyan arkadaş şok oldu, rengi attı, yine perişan bir durumda çıkıp gitti.

    Sonra arkadaşlardan ve kendisinden dinlediğim için ne yaptığını anlatayım. Kapıdan çıkar çıkmaz özel kalemdeki arkadaşlarla helalleşmeye başlamış. Rastladığı herkesle helalleşiyormuş. Eve gidince kavgalı hanımına, "Hatun, gel" demiş, "bunca zamandır seni üzdüm, sana iyi kocalık yapamadım, istediğini alamadım, hakkına riayet edemedim, ne olur beni affet, bana hakkını helal et" demiş. Tabii bunu ağlamaklı diyor, gerçekten diyor.

    Hanımı bakmış, Allah Allah, bu adama ne oldu da böyle şeyler yapıyor, acımış ona, bey demiş, sen hakkını helal et, ben hep edepsizlik yaptım, seni çok üzdüm demiş. Başlamışlar ağlamaya, sarılıp ağlaşmışlar. Sonra adam, kavgalı olduğu kayınpederlerine gitmiş. Aynı şekilde onlardan ağlamaklı olarak özür dilemiş, size iyi evlatlık yapamadım, hizmet edemedim, ne olur beni affedin, hakkınızı helal edin demiş. Onlar da şaşırmışlar, yavrum demişler, sen hakkını helal et, biz büyüklük yapamadık, sizi hoş göremedik, sizin aranızı çok zaman biz bozduk. Sen bizi affet, hakkını helal et diyerek ağlaşmışlar. Sonra hanımı da bunun kavgalı olduğu annesine babasına gitmiş. Aynı şekilde o da onlardan özür dilemiş, size iyi gelinlik yapamadım, çok edepsizlik ettim, sizi çok üzdüm demiş, helallik istemiş. Onlar da aynı şekilde mahcup olup, asıl sen bizi affet hakkını helal et, biz büyüklük yapamadık, sizi çok üzdük demişler, sarılıp ağlaşmışlar. Evde ise her gün sanki Cennet hayatı yaşıyorlar. Karı koca birbirlerine hizmet ediyor, terlik vesaire getiriyorlarmış. Bir dedikleri iki olmuyormuş.

    Ama arkadaş, benim sözümü hiç söylememiş. Bir ayın dolması için günleri sayıyormuş. Günler yaklaştıkça bunun iyiliği artıyormuş, geceleri ibadeti artıyormuş. Bunun iyiliği artınca hanımının da ve ailelerin de iyiliği artıyormuş. Derken bir ay dolmuş. Ha bugün öleceğim derken, nedense ölmemiş. Kesin bir ay denmedi, bir ay kadar dendi, belki birkaç gün daha var diye düşünmüş. Birkaç gün daha beklemiş, yine ölmemiş. Sonra yanıma geldi, odadan içeri girince, "Efendim ben ölmedim" dedi. Ne ölmesi dedim. Efendim siz bana demiştiniz ki bir ay kadar ömrün kaldı, o bir ay doldu ama ben ölmedim. Kardeşim, ben senin ne zaman öleceğini bilemem, ama şunu biliyorum, ölüm var, bir gün elbette öleceksin. Ölecek adam kavga niza ile hayatını zehir etmez. şu andaki hayatından memnun musun dedim. Evet hiç tartışmamız olmuyor dedi. Haydi böyle devam edin dedim. İki çocukları oldu, gül gibi geçinip gidiyorlar. Bütün mesele ölümü unutmamak. Ölümü unutunca ne oluyor, unutmayınca ne oluyor bu açık bir örnek.[1]

  7. #7

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    Hanımların Sevâba Ortaklığı
    Ensâr'dan Esmâ binti Zeyd (r.anhâ) birgün Resûlullah (s.a.v.)'ın huzûruna geldi. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ashâbı ile beraberdi. Şöyle konuşmaya başladı: "Anam babam sana fedâ olsun Yâ Resûlallâh! Ben, kadınların sözcüsü olarak sana geldim. Allâh-u Teâlâ seni hem erkeklere, hem de kadınlara gönderdi. Biz sana ve inandığın Allâhü Teâlâ'ya inandık. Ancak bizler, evlerimizde kısmen mahsur durumdayız. Evlerinizde oturur, çocuklarınıza bakar ve hacetlerinizi gideririz. Siz erkekler ise, bazı husûslarda bize üstün tutuldunuz. Cuma ve cemaat namazlarına katılır, hasta ziyâret eder, cenâzelerde hazır bulunur, hacceder ve umre yaparsınız. Bundan da mühimi, Allah yolunda cihâd edersiniz. Siz hac, umre ve cihâd için yola çıktığınızda, mallarınızı korur, elbiselerinizi dokur, çocuklarınızı terbiye ederiz. Bütün bunlarla ecir ve hayırda size ortak olabilecek miyiz?" diye sordu. Bunun üzerine Resûlullâh (s.a.v.) ashâbına döndü ve; "Dînine ait hususlarda, bundan daha güzel soranı işitti-niz mi?" buyurdu. Ashâb da 'Bu kadar beliğ ve güzel söyleyebilecek başka biri olsun sanmıyoruz.' dediler. Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem) sonra Hz. Esmâ'ya dönerek; 'Ey kadın, şunu bil ve ardındaki kadınlara da bildir ki, bir kadının, kocasının isteklerini yerine getirmesi, bu ibâdetlere hazırlanmasında ona yardımcı olması, onunla güzel geçinmesi, erkeklerin bütün bu saydığın ecirlerine denktir.' buyurdular. Hz. Esmâ (r.anhâ) da sevinçle döndü.

  8. #8

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    Hayatı Belden Aşağı Düşürüp Uçkura Endeksleyen Medeniyet
    Muhammed Şamil
    Batı'nın sefih medeniyetinin en mühim özelliği, hayatı cinselliğe, zevke ve şehvete indirgemesidir. Belden aşağıya indirgenen bu hayatın her karesinde, her sözünde, her mesajında, film, sinema, tiyatro, sanat, edebiyatında hayvânî ve nefsi bir yaşam tarzı meydana gelmiştir.
    Tesis edilen bu belden aşağı medeniyette bütün sanayiler hep belden aşağı odaklı olmuş, hayatın lezzetini, zevkini, sefahatini ve mutluluğunu belden aşağıya bağlamışlar, bu zevk odaklı, lezzet odaklı,sefahat odaklı medeniyetin küçük zail, cismani, süfli lezzetleri yüzünden nice hakiki mutlulukların, daimi saadetlerin, mühim zevklerin farkına varamamışlar, nice mutluluk adına, lezzet adına hayvanlık sınıfına girmişler, kalbin safi sevinçlerin, ruhun halis sürurlarını alamamışlar, nice şirin nimetlerden mahrum kalmışlar, bu mahrumiyetin neticesi olarak divane başı bozuk sürüler yığınlar halini almışlar.
    Maalesef şimdi bu belden aşağı medeniyetin sefahati ve zehri Müslümanlara da sirayet etmiş, ellerindeki elmas hazineleri hükmünde olan değerleri ulviyetten sufliyete, helalden harama, kulluktan isyana doğru kaydırarak eldeki imanî lezzetleri, Kurani mesûduyitleri, ruhani sürurları, ilmi edepleri, zikri sükunetleri, elemsiz zevkleri, saadet hazinelerini ve mutluluk mücevherlerini bir kenara bıraktırıp batının hayvani, cismani, nefsânî, behimi ve şeytanı zevklerinin avcısı, dilencisi ve müşterisi yapmış..
    Müslümanlar için hazcılık, zevkçilik ve cinsellik öyle bir noktaya gelmiş ki lezzetleri elde etmek yada tatmak meselesi ibadetten, kulluktan, insanlıktan şükürden daha büyük bir mesele olmuş, cismani lezzetlerin tatmin olması için ruhun daimi sürurlarından mutluluklarından vazgeçilmiş, nefsin tatmin olması için,kulluktan ibadetten vazgeçilmiş, küçük, zail, çürük lezzetler uğruna,Allah'tan, peygamberden, imandan, ahiretten ve cennetten vazgeçilecek seviyeye gelinmiş..
    Bu seviyesizlikle, vurdumduymazlığın ve nemelazımcılık bizi Allah'tan Peygamber'den Kuran'dan, Ahiretten, İmandan ve İslam'dan vazgeçirecek seviyeye gelmiş, bu değerlerimizi yok edecek, zevklerimizin kaynağı membaı nereden gelmiş diye bakmayı unutmuşuz..
    Sevdiğimiz şeyleri Allah, Peygamber ve din mi bize sevdirmiş yoksa şeytan ve nefis mi hep göz ardı etmişiz.
    Sevdiğimiz şeylerin helalliği, haramlığını ve şüpheli olup olmadığını araştırıp öğrenmez olmuşuz.
    Sevdiğimiz ve müştak olduğumuz şeyleri din tasvir ediyor mu diye akletmeyi, fikretmeyi unutmuşuz.
    Sevdiğimiz şeylerin kaynağı İslam mı, yoksa Batıdan mı bize geçmiş umursamaz olmuşuz.
    Sevdiğimiz şeyler Allah'ın kitabı Kur-anda var mı?. Peygamberin sünnetinden var mıdır, hayatında uygulamış mıdır merakı ve sadakatini yitirmişiz.
    Sevdiğimiz şeyler bizim amellerimizi götürür mü, bizi harama itiyor mu, bizi şüpheli şeylere sevk ediyor mu kaygısını gereksiz görmüşüz.
    Sevdiğimiz şeyler bizi insanlıktan, imandan İslam'dan çıkarıp hayvanlık, azgınlık, canavarlık sahillerine yaklaştırır mı muhasebesinden uzaklaşmışız.
    Sevdiğimiz şeyler kalbi, ruhu, vicdanı mı daha çok memnûn ediyor yoksa nefsî ve şeytanı mı mukâyesesini yapmaktan kaçmışız.
    Sevdiğimiz şeyler nefis hesabına mı seviyoruz yoksa Allah hesabına mı diye ayırt etmemişiz,
    Sevdiğimiz şeylerde vasat olan orta yolu mu tutmuşuz yoksa ifrat olan başkalarının da hakkını hukukunu çiğneme ihtimali olan yolu mu araştırmaz olmuşuz.
    Sevdiğimiz şeyler vicdanımız ve aklımızı ve ruhumuzu yaralıyor mu, imanımıza ilişiyor mu diye kitapları karıştırmayı unutup, akıl ve mantığımıza göre hareket eder olmuşuz,
    Sevdiğimiz şeylerin fetvasını İslam âlimlerinden, fıkıhtan mı öğrenmemiz gerekir yoksa bana göre mantığına göre hareket tarzı sergileyerek cahilane bir yol ile kendi kafamıza göre mi hareket etmemiz gerekir. Sorgusunu yapmayı unutmuşuz.
    Bu hayatı başıboşluğa ve serseriliğe ve dinsizliğe ve gayesizliğe mahkum eden sorgusuz, başı boş, unutulmuşluk, vurdumduymazlık, boş vermişlik, nefsi körlük, lezzet ve zevk perestlik gibi zafiyet ve hastalıklarından Müslüman bir an önce kurtulmalıdır. Onunda tabiî ki manevi cihazâtları, hissiyatları kuvveleri ve hassaları var, bu da sevdikleri, muhabbet ettikleri fantezisi, şehveti, arzuları, emelleri ve istekleri olmasını iktiza eder; ama bu cihazâtı maddi ve manevilerin meyillerini, isteklerini helal yol ile terbiye etmeli, İslâmî kriterlere göre şekillendirip muamele etmeli, istikamet vermelidir.
    Müslüman, cinsel öğretileri ve ahlaki eğitimine İslam'ın ilahi ve nebevi olan nurani ve hikmetli düsturlarına göre yön vermeli, hayatını tanzim etmeli,ve şekillendirmelidir. Batının çirkef sefih, kuralsız hayvani, inançsız,yasaksız, iğrenç cinsel öğretilerine göre, hareket etmemeli,
    Müslüman cinselliği batının yalancı, sahtekar, ahlaksız, imansız, ruh hastası bilim adamları ve uzmanlarından değil Peygamberin nurani ve nebevi sünnetinden öğrenip tatbik etmelidir.,
    Müslüman ahlakı İslam'ın nurlu ve nûrânî kaynaklarından öğrenmeli, baştan aşağıya kadar iffet, haya, edep, fazilet ile donatılmış alimlerinden ve velilerinden talim etmelidir. Batının sefih, ruhsuz, cansız, inançsız ahlaki kurallarına göre eğitmemelidir. Yoksa Cinselliğin nezâheti gittikçe kirlenmeye, nezâfeti gittikçe çirkinleşmeye başlar.
    Müslüman batının çirkin ve necim olan fantezilerine ve hayatına merak salmamalı, ailenin, insanlığın ve İslamiyet'in düşmanı olan cinsel sapkınlıklarla dolu öğretilerinden uzak durmalıdır.
    Müslüman yeme, içme giyinme vb gibi ihtiyaçlarını hayvani bir seviyede değil insanı ve İslâmî bir seviyede görmelidir.
    Müslüman, ef'allerinde, ahvâllerinde ve etvârlarında İslam'ın kriterlerini gözetmeli, Batı'nın dinisiz kriterlerini tatbik etmemelidir.
    Müslüman batıdan ithal müstehcen filmlerine, çıplak kamplarına, karışık yaşam tarzına, fuhuş ve zina yüklü, isyan yüklü, küfür yüklü zulumatlı oyunlarına ve hayatlarına merak salmamalı, İslam'ın nurlu, nûrânî ve mübârek helâl hayat tarzını yaşamalı, ***fine kâfî gelecek daire dışına taşmamalı,
    Müslüman batının sömürü odaklı, modasını, kozmetiğini, hal ve tavırlarını hayatına yansıtmamalı, ruhunu kalbini aklını bunlara hapsetmemeli,
    Müslüman hayatını tuvalet,yatak ve mutfak arasına hapsetmemeli, bütün hayatını midesine ve şehvetine hizmetkar kılmamalı, himmetini milleti ve dini için kullanmalı,
    Müslüman batının sefih zihniyetine takılarak sefahatin, hayvani zevklerin, şehvetinin, kuralsız yasaksız arzuların,ardından değil, yüksek ideallerin, ulvi gayelerin, yüksek fikirlerin peşinde koşmalı,
    Müslüman, hayatını sefih çağdaşlar ve batılılar gibi belden aşağıya mahkum etmemeli,uçkur sevdasına ocaklar yuvalar,namuslar yıkmamalı, herkesin namusunu mukaddes bilmeli, kirletmemeli,
    Müslüman, ahlaki ve cinsel öğretileri sadece salt hazcılık ve zevkçilik amacı ile değil yaratılışın gereği ve fıtratın iktizası ölçüsünde öğrenmelidir.
    Müslüman, hissiyatlarını ve letaiflerini hayır yönü için kullanmalı şerre istimal etmemelidir.
    Müslüman, cinselliği hayvanlığa indirgememeli hayvanlar gibi münasebetler ve durumlara girmemelidir.
    Müslüman, İslamiyet'in ona çizdiği sınırlarla iktifa etmeli,helal dairesinin ***fe kafi geleceğini düşünmeli, kanat ve sabrı bilmeli, İslam'ın haramlık ve helallik çizgilerini aşmamalıdır.
    Müslüman, cinselliğin asıl amacının tenasül olduğunu neslin çoğalması olduğunu bilmeli, o ilişki zahmetine mukabil olarak verilen lezzet ücretine kanaat etmeli,haram mecralara kaymamalıdır.
    Müslüman, bedenin o kadar gizli ve cinsel tatmin için imkanları varken, gidip kadının veya erkeğin boşaltım sistemleri,necaset kapıları ve kanalizasyon ağızlarından lezzet ve zevk arayarak medet ummamalı, fosseptik çukurundan necaset çeken vidanjöre benzememeli,
    Müslüman, ruhun kalbini aklın hissiyatların manevi lezzetlerini bedenin cismani hayvani lezzetlerine feda etmemeli,
    Müslüman, Peygamberin getirdiği yüksek ahlakı bırakıp batının çirkin ve alçak hayvani ve nefsânî zehirli bal hükmündeki lezzetlerine müşteri olmamalı,
    Müslüman, kendisini helal olmayan yada şüpheli veya mekruh olan bir ilişki türüne, şartlandırmayıp sabırlı olması gerekir, neticesinde ki lezzete değil haramlık, şüpheli, mekruhluk gibi durumları göz önünde bulundurarak kaçınması gerekir ,
    Müslüman, hayatı belden aşağıya düşürmeden izzetle ve şerefle yaşamalı, hayatı uçkura ve cinselliğe endekslenmeden devam ettirmelidir.
    Müslüman, Alemlere rahmeti olarak gönderilen Peygamber efendimizin bize tavsiye ettikleri ile yetinmeli, onun yetindiği ve kanaat ettiği mutluluklarla mutlu olmayı bilmeli..onun getirdiği nurani düsturlarla hayatını turlandırmalı, ilmin, ibadetin, kulluğun, İslam'ın, zikrin, şükrün lezzetlerini almak için gayret göstermeli böyle yaptığı takdirde peygamberin asrı saadette yaşadığı ve yaşattığı halis sürurları, safi sevinçleri, hakiki saadetleri ve şirin nimetleri ruhunda, kalbinde ve hayatında yaşar. Böylelikle evler haneyi saadet evlerine, asrı da saadet asrına döner.eğer peygamberin nurani düsturlarını tatbik etmezse, iktifa ettiklerine itimat edip onun getirdikleri ile yetinip ,kanaat etmezse evini zindana, boşanmalara, ihanetlere, hayatını şekavete ve felaketlere düçar edecek.

  9. #9

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    Hayızlı Kadının İbadeti
    Kategori: İslam'da Evlilik ve Cinsel Hayat
    Hayız ve nifas hâlinde olan bir kadının namaz kılması ve Kur'an okuması haramdır. Peygamber Efendimiz, hayızlı, loğusa ve cünübün Kur'an okuması ile ilgili şöyle buyurmuştur; “Hayızlı kadın ve cünüp olan kimse, Kurân'dan bir şey okuyamaz” buyurmuşlardır.[1] Ayrıca Hz. Ali (r.a.) de şöyle demiştir: “Allah Resülünü cünüplüğün dışında Kur'an okumadan bir şey alıkoymazdı.” [2] Dolayısıyla bu hadisler cünüp ile hayızlı Kur'an okuyamayacağı hususunda önemli bir delildir.[3]

    Bu hadislerden hareketle İslam alimlerinin çoğunluğu hayızlı kadının Kurân'dan, Kur'an okuma maksadıyla bir ayet bile okuyamayacağını söylemişlerdir. Aynı zamanda bunlar bu halde iken Kur'an ayetlerini de yazamazlar. Bu konuda Tevrat, İncil ve Zebur da Kur'an gibidir.[4]

    Fatiha, dua niyetiyle okunabilir. Ayrıca Kur'andaki duaya benzeyen ayetler de Kur'an okuma niyetiyle değil de dua maksadıyla okunabilir. Mesela; "Rabbena atina fiddünya haseneten ve filahireti haseneten ve gına azabennar" gibi.

    Aynı şekilde sevinçli bir haber duyan bir kimse “Elhamdülillah” diyebilir. Üzücü bir haber duyan da “İnna lillah ve inna ileyhi raciun” diyebilir.[5]

    İmam Malik'e göre hayızlı kadın mazeretli olduğundan ve Kur'an okumaya da muhtaç olmasından dolayı cevaz vermiştir. Ancak hayız kanı kesildikten sonra gusletmeden önce okuyamaz.[6]

    Diğer yandan zikir çekebilir dua edebilir. Bunlara bir mani yoktur. Hatta özel günlerindeki bir bayanın kıbleye doğru oturarak zaman zaman tesbih çekmesi dua etmesi isabetli bir davranış olur böylelikle adet gördüğü günlerinde bu şekilde manen beslenmiş olur.

    Hayızlı ve nifaslı kadınların veya cünüplerin kunut vesaire gibi çeşitli duaları okumalarında, tesbih ve tehlil kelimelerini söylemelerinde ve Hazret-i Peygambere salât ve selâm getirmelerinde hiçbir mahzur yoktur. Hayız ve nifaslı halde olanlar, Kur'an-ı Kerîm'i okuyamamakla beraber, onu dinleyebilirler.

    Kur'an Kursu öğretmenliği yapan bir kadın, hayız hâlinde öğretim işini yardımcısına yaptıracaktır. Yardımcısı yoksa Hanefî ulemasından Kerhî ve Tahavî'ye göre öğretimini devam ettirecektir. Kerhî: Öğretmen hanım hayız hâlinde kelime kelime, Tahavî ise, yarımşar âyet söylemekle öğretim yapılmasında 'beis yoktur' demişlerdir.

    Netice itibariyle İslam alimlerinin çoğunluğu Hanefî, Şafiî ve Hanbelî mezhebine göre hayızlı ve cünüp olan Kur'an ayetlerinden okuyamaz.[7][8]

    ÂDETLİ KADININ ORUCU ve NAMAZI
    Allah Teâlâ, şöyle buyurur:

    وَيَسْأَلُونَكَ عَنِ الْمَحِيضِ قُلْ هُوَ أَذًى فَاعْتَزِلُوا النِّسَاءَ فِي الْمَحِيضِ وَلَا تَقْرَبُوهُنَّ حَتَّى يَطْهُرْنَ فَإِذَا تَطَهَّرْنَ فَأْتُوهُنَّ مِنْ حَيْثُ أَمَرَكُمُ اللَّهُ إِنَّ اللَّهَ يُحِبُّ التَّوَّابِينَ وَيُحِبُّ الْمُتَطَهِّرِينَ

    “Sana kadınların âdet halini soruyorlar De ki, o bir eziyettir Âdet günleri onları rahat bırakın; temizleninceye kadar da yaklaşmayın Tertemiz oldular mı, onlara Allah'ın size buyurduğu yerden yaklaşın Allah tevbe edenleri sever, tertemiz olanları da sever” (Bakara 2/222)

    “Temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın” emri, âdetli kadının temiz sayılmadığını gösterir Namaz için abdesti veya boy abdestini şart koşan âyet şöyle biter: “… Allah size güçlük çıkarmak istemez ama; sizi temiz kılmak … ister” (Mâide 5/6) Âdetli kadın temiz sayılamadığından namaz kılması mümkün olmaz. Bu sebeple namazdan sorumlu tutulamaz Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Allah kimseye gücünün yettiğinden fazlasını yüklemez” (Bakara 2/286)

    Ümmü Habîbe binti Cahş, kandan şikayet edince Allah'ın Elçisi şöyle demişti: “Hayzın seni engellediği süre içinde namaz kılma; sonra yıkan ve namazını kıl” [9]

    Âdetli kadın namazdan sorumlu olmayınca onu kaza etmekten de sorumlu olamaz. Muâze dedi ki, Aişe'ye sordum, dedim ki:

    ما بال الحائض تقضي الصوم ولا تقضي الصَلاة ؟ فَقَالَتْ: أحَرُورِيَّةٌ أنْتِ؟ قلت لست بحرورية ولكني أسأل قالت كان يصيـبنا ذلك فَنُؤْمَرُ بقَضَاءِ الصَّوْمِ وَلا نُؤمَرُ بِقَضَاءِ الصَّلاةِ

    “Neden adetli kadın oruç tutuyor da namaz kılmıyor?”

    “Sen Harûriyye [10] misin?” dedi “Hayır, Harûriyye değilim ama soru soruyorum” deyince şöyle dedi: “Bizim başımıza bu olay gelince orucu tutmamız emredilirdi; ama namazı kılmamız emredilmezdi.” [11]

    İnsanları yanıltan kazâ (قضى) kelimesidir Bu kelime, Kur'an ve Sünnette ibadetler için kullanılmışsa "eda" yani ibadeti zamanında yapma anlamındadır ( فإذا قضيتم مناسككم) “Hac ibadetini tamamladığınızda” [12] (فإذا قضيتم الصلاة) “namazı kıldığınızda”[13] demek olur [14] el-Feyyûmî (ö 770/1368-69) [15] şöyle demiştir: “Alimler, ibadetlerde kazayı, vaktinin dışında yerine getirilen, edayı da vaktinde yerine getirilen için kullandılar Bu, kelimenin sözlük anlamına aykırıdır ama iki vakti ayırmak için oluşturulmuş bir terimdir.” [16] Aişe validemiz zamanında böyle bir terim olmadığı için onun kullandığı (قضى) kelimesine eda anlamı vermek gerekir

    Kaza kelimesi ile ilgili olarak İbn Teymiye şöyle der: Kaza (القضاء), Allah'ın ve Resulü'nün sözlerinde ibadeti vaktinde tam yapmayı ifade eder. Şu ayetler, bunu gösterir:

    فإذا قضيت الصلاة فانتشروا فى الأرض وابتغوا من فضل الله

    “Namaz tamamlandığı zaman yeryüzüne dağılın ve Allah'ın ikramından arayın” [17]

    فإذا قضيتم مناسككم

    “Hac ibadetini tamamladığınızda” [18]

    Fakihlerden bir kısmı daha sonra kaza sözünü, vaktinin dışında yerine getirilen, eda sözünü ise vaktinde yerine getirilen ibadete has terimler haline getirdiler Resulullah'ın sözünde böyle bir şey asla yoktur Hem diyorlar ki, “Kaza sözü bazen eda anlamına kullanılır” Böylece kelimenin Kur'an-ı Kerim'in indiği zamanki anlamını pek az kullanılır diye gösterirler Bu sebeple Peygamberin şu sözü ile neyin kastedildiğini tartışırlar: “فما أدركتم فصلوا وما فاتكم فاقضوا وفى لفظ فأتموا” “yetiştiğinizi kılın, yetişemediğinizi kaza edin; bir rivayette tamamlayın” O, bu sözlerden hiç biriyle ibadetin vaktinden sonra yapılmasını kastetmemiştir Aslında Şari'in sözünde ibadetin vakti dışında yapılması ile ilgili bir şey bulunmaz Ancak vakit iki türlüdür; biri genel, diğeri özürlüler için özeldir Uyuyanın uyanınca, unutanın da hatırladığı zaman namazını kılması böyledir Bu, Allah'ın onlar için belirlediği vakittir, diğerleri için ibadet vakti olmaz.[19]

    Aişe validemiz “orucu tutmamız emredilirdi…” dediğine göre âdet kanı oruca engel değildir Zaten Bakara 187'de orucu bozan şeyler; yeme, içme ve cinsel ilişki olarak belirtildikten sonra şöyle denmiştir: (تِلْكَ حُدُودُ اللَّهِ فَلَا تَقْرَبُوهَا) “Bunlar Allah'ın koyduğu sınırlardır; onlara yaklaşmayın” (Bakara 2/187) Âdet kanının orucu bozduğunu söylemek sınırları aşmak olur

    Oruc'un Arapçası savm=صوم dır Savm, imsak yani kendini tutma, kendine engel olma anlamına gelir. Oruç tutan, kendini yeme, içme ve cinsel ilişkiden engeller.[20] Âdet kanı ise engellenebilecek bir şey değildir Bu sebeple de onu orucu bozan bir şey saymak mümkün olmaz

    Baştaki âyet, âdet halini eziyet saymıştır Eziyet insana sıkıntı veren şeydir Hastalık da bir eziyettir Zaten kadınlar âdet halini hastalık sayarlar Allah Teâlâ hasta ve yolculara oruç tutmama ruhsatı verdikten sonra şöyle demiştir: وَأَنْ تَصُومُوا خَيْرٌ لَكُمْ إِنْ كُنْتُمْ تَعْلَمُونَ “bilseniz oruç tutmanız daha hayırlıdır” (Bakara 2/184)

    Ramazanda oruç tutmama ruhsatını kullanan hasta, o günlerin orucunu daha sonra tutar Âdetli kadın da öyledir Oruç tutmama, onun için de ruhsattır Eğer âdet hali oruca engel olsaydı kadın, âdetli günlerinde kılamadığı namazları daha sonra kılmadığı gibi tutamadığı oruçları da daha sonra tutmazdı

    Fakihler, âdetli kadının Ramazan'da oruç tutmasını yasaklar sonra da kaza ettirirler Edasını yasakladıkları bir ibadetin kaza edilmesini isterken hangi delile dayandıklarını söylemezler Hâlbuki Allah, oruç ibadetini, diğer ibadetlerden farklı olarak genişçe anlatmış ve şöyle demiştir:

    تِلْكَ حُدُودُ اللَّهِ فَلَا تَقْرَبُوهَا كَذَلِكَ يُبَيِّنُ اللَّهُ آَيَاتِهِ لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَّقُونَ

    “Bunlar Allah'ın koyduğu sınırlardır; onlara yaklaşmayın Allah âyetlerini insanlara böyle açıklar, belki sakınırlar” (Bakara 2/187)

    Allah Kur'ân'da orucun sınırını belirlemiş ve âdeti oruca engel görmemiştir Peygamberimizden de böyle bir rivayet yoktur Öyle ise âdeti oruca engel görmek sınırlara yaklaşmak değil, onları aşmak olur Buna da kimsenin hakkı yoktur

  10. #10

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    Hulle ve Hulleci
    Bir İslâm hukuku terimi olarak; üç talakla boşanmış olan bir kadının, eski kocasına yeniden dönebilmesi için, üçüncü bir erkekle usûlüne göre evlenip, ölüm veya boşanma ile bu ikinci evliliğin sona ermesi ve kadının eski kocasına helâl hâle gelmesi işlemi demektir.

    İslâm hukuku kocaya mutlak boşama yetkisi vermiştir. Kadın da tefvîz yoluyla boşama yetkisine sahip kılabilir. Prensip olarak, karısını boşayan onunla yeniden birleşebilir. Ric'î (cayılabilir) talakla boşama hâlinde iddet süresi içinde, yeniden nikâh akdine gerek olmaksızın evlilik devam edebilir. Üç defa boşanmışsa artık kadının bir üçüncü erkekle muteber bir şekilde evlenmesi ve bu ikinci evliliğin talak, fesih veya ölümle ortadan kalkmış olması şarttır. İşte koca ile eski karısı arasındaki, bu geçici yasağı ortadan kaldırmaya yönelik muâmelelere tahlîl; "helâl kılma", "helâlleştirme" veya "hulle" adı verilir.

    Hulle'nin dayanağı âyet ve hadistir.

    Kur'ân-ı Kerîm'de; boşamanın iki defa olduğu, bundan sonra, ya iyilikle tutmak veya güzellikle salıvermek gerektiği belirtildikten sonra (Bakara, 229) bir sonraki âyette şöyle buyrulur: "Yine erkek, karısını (üçüncü defa olarak) boşarsa, ondan sonra kadın kendinden başka bir erkeğe nikâhlanıp varıncaya kadar ona helâl olmaz. Bununla beraber, eğer bu yeni koca da onu boşarsa onlar (birinci koca ile aynı kadın) Allah'ın sınırlarını ayakta tutacaklarını zannederlerse (iddet bittikten sonra tekrar) birbirine dönmelerinde her ikisi hakkında bir sakınca yoktur" (Bakara, 2/230).

    Bu âyette ve İslâm'ın diğer hükümlerine göre, meşrû bir hullenin şartları şunlardır:

    1) Bir defada veya ayrı zamanlarda üç kere boşanan kadın iddetini tamamlayacak.

    2) Bundan sonra, başka bir erkekle, sahih nikâhla evlenecek

    3) Evlendiği ikinci kocasıyla zifaf meydana gelecek.

    4) Ölüm veya boşama suretiyle bu ikinci evlilik sona ermiş bulunacak.

    5) Kadın, ikinci kocadan olan iddetini tamamlamış olacak.

    Ancak bu şartlar yerine geldikten sonra bir erkeğin üç defa boşadığı karısıyla yeniden evlenmesi mümkündür.

    İslâm'dan önceki Arap toplumunda erkek, karısını dilediği kadar boşar ve yeniden ona dönebilirdi. Evlilik yuvasını zayıf düşüren bu uygulamayı İslâm üçle sınırladı. Üç defa boşanan eşlerin artık barışma ve evlilik hayatını sürdürme arzuları azalmış demektir. Buna rağmen yine de evlenmek isterlerse, yuvayı İslâmî ölçüler içinde sürdürme konusundaki kanaatleri güçlü ise, hulle'den sonraki devrede yeniden evlenmeleri mümkün ve câizdir.

    Ancak üçlü boşamadan sonraki hulle şartı veya cezası taraflara ağır geldiği için, gerçekte 5-6 ay gibi iddet sürelerinden önce gerçekleşemeyecek olan hulleyi, anlaşmalı yollarla çok kısa süreye sığdırma uygulamaları görülmüştür. İşte İslâm'a saldırmak için tenkit malzemesi olarak kullanılan ve bazılarınca hûlle-i şer'iyye kapsamında değerlendirilmek istenen hulle, bu sonuncusudur.

    Üçlü boşama ile karısını boşayan koca, başka bir erkekle anlaşır, o da nikâhtan hemen sonra kadını boşayacağını taahhüt ederse, acaba bu şekildeki anlaşmalı evlilik karıyı ilk kocasına helâl kılar mı? Bu konuda, İslâm hukukçuları arasında görüş ayrılığı vardır.

    Hanefiler dışındaki çoğunluk İslâm hukukçularına göre, anlaşmalı nikâh geçersizdir. Kadın, bununla ilk kocaya helâl olmaz. Dayandıkları deliller şunlardır

    Hz. Peygamber, anlaşmalı nikâh yapana (muhallil) ve yaptırana (muhallelün leh) lânet etmiş ve birincisine "kiralık teke" tabirini kullanmıştır.

    Abdullah bin Abbas, Hz. Peygamber'e, anlaşmalı nikâh yapanın durumunu sormuş O, söyle cevap vermiştir: "Hayır, ancak isteyerek yapılacak nikâh helâl kılar, hileli nikâh değil, Allah'ın kitabı ile alay da değil. Sonra, ikinci erkeğin kadınla cinsel ilişkide bulunması da gerekir"

    Rıfaael Kurazî'nin karısı Hz. Peygamber'e gelmiş ve "Rifâa beni kesin olarak üç talakla boşadı. Ben de Abdurrahman b. Zubeyr ile evlendim. Ancak onda ki de (cinsel uzuv) çaput çıktı" demiştir. Hz. Peygamber (s.a.s) tebessüm ederek; "Yani yeniden Rifaa'ya mı varmak istiyorsun? Ama sen, bunun (Abdurrahman'ın) balcağızından (cinsel organı), o da senin balcağızından tatmadıkça olmaz" buyurmuştur. Burada, bir sahâbe kadının kocası ile ilgili en mahrem konuyu açıkça sorduğu ve Nebi (s.a.s)'in de bu soruyu normal karşılayarak hükmü ne ise Onu bildirdiği görülmektedir.

    Hanefilere ve bazı Şafiîlere göre ise; anlaşmalı nikâh mekruhtur. Bâtıl değildir. Hulle için konuşulan "şu kadar süre, şu kadar para karşılığı evli kalma, ondan boşanma şartıyla evlenme vb. şartlar yok sayılır ve nikâh sürekli olarak meydana gelir. Hadîslerde, anlaşmalı nikâh yapana "muhallil"; helâl kılıcı, meşrû hâle getirici denmesi, akdin sahih olduğunu gösterir. El-Evzâîden şöyle dediği rivâyet edilmiştir: "Anlaşmalı nikâh yapan ne kötü yapmıştır, ancak bununla birlikte bu nikâh câizdir"

    Anlaşmalı evlilik gerçekte ilk kocaya gerekli teminatı sağlamaz. İkinci koca, nikâh akdinden sonra fikir değiştirerek, boşamaktan vazgeçse buna çare bulunmaz. Ancak kadın da boşama yetkisi almışsa, (tefvîz-i talâk) bunu kullanabilir.
    İslâm hukukunda boşanma, özellikle erkek bakımından çok kolaylaştırıldığı için, bu yola sıkça başvurulur ve boşama irâdesi usûlüne uygun olarak açıklanır açıklanmaz hukukî sonuçlarını doğurur. Açıklanan iradeden rucû da mümkün olmaz. Beşerî hukuklarda ise, boşanma davası sonuçlanıncaya kadar davacı eş her zaman davadan vazgeçebilir

Sayfa 6/10 İlkİlk 12345678910 SonSon

Konu Bilgileri

Users Browsing this Thread

Şu an Bu Konuyu Gorunteleyen 1 Kullanıcı var. (0 Uye ve 1 Misafir)

Bu Konudaki Etiketler

Yer imleri

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •