Konuşan eşekler o denli çok satılıyordu ki, ünlü eşek eğitmeni, istekleri karşılayamaz oldu. Bu kez, başka eşek eğitmenleri türedi. Onlar da konuşan eşek yetiştirmeye başladılar. Biçok eşek çiftlikleri türedi.
Sirklerde konuşan eşekleri görenler, bu hayvanları öyle sevdiler ki, evlerine de bunlardan almaya başladılar. Ana-babalar, başarılı çocuklarına armağan olarak konuşan eşek veriyorlardı. Zenginler, yaşgünü yada düğün armağanı olarak birbirlerine konuşan eşek vermekteydiler.
İlkin ancak zenginler, konuşan eşek satın alabiliyorlardı. Ama sonraları, konuşan eşek salgını öyle yaygınlaşmıştı ki, ortadurumlular, dahası dargelirliler bile konuşan eşek satın almaya özendiler. Hemen hemen herkesin evinde bir yada iki, kimi zengin evlerinde de üç-dört konuşan eşek bulunuyordu. Nutuk çeken, konferans veren, gülmece fıkraları anlatan eşekler çok pahalıydı. Ama salt bikaç tümce konuşabilen eşekler oldukça ucuzdu.
O ülkede konuşan eşek öylesine yaygınlaşmıştı ki, artık sirklerde konuşan eşek gösterileri olağanüstü sayılmıyordu. Bu kez, o büyük sirkin sahibi, sirkinde olağanüstü yeni bir gösteri düşünmeye başladı. Yine o
33
büyük eşek çiftliğinin sahibine gitti. O ünlü eşek eğiticisine şöyle dedi:
«Seyirciler eşeklerin konuşmasına artık alıştılar. Bu gösteri tutmuyor. Sen, eşeklerin dilinden anlıyorsun. Yeni bir olağanüstü gösteri bulmalıyız. Acaba, bu kez eski yaptığımızın tersini yapamaz mısın? Yani, eşeği insan gibi konuşturmak yerine, insanı tıpkı eşek gibi anırtamaz mısın?»
Uzman eşek eğitmeni, buna da çalışacağını söyledi. Hemen çalışmaya başladı. Uzun çabalardan sonra bunu da başardı. Eğittiği bir insan, tıpkı tıpkısına eşek gibi anırıyordu; öyle ki, gözlerini kapayıp onun anırtısını dinleyenler, anıranın insan olduğunu kesinlikle anlayamıyorlardı.
Sirk sahibi bu kez bu yeni gösteriyle büyük paralar kazanmaya başladı. Bu gösteri de kısa sürede yayıldı. Başka sirkler de anıran insan gösterisine başlamışlardı.
Sirklerde aslanların çemberlerden geçmesi, kaplanların fıçı üstünde yürümesi, fillerin iki ayakları üstüne kalkışı, ayıların birbirlerinin üstüne çıkışları, eşeklerin insan gibi konuşmaları, artık alışılmış gösterilerdi. Bu gösterilerden sonra, sirk ortasına çıkan bir insanın anırması yepyeni bir gösteriydi ve çok alkışlanıyordu.
O ülkede bir zamanlar nasıl konuşan eşek moda olduysa, bu kez de anıran insan moda oldu. Bu moda gittikçe yaygınlaştı. Hiç kimse bu moda salgınından kendini kurtaramadı. Ve bunun sonunda o ülkede eşekler insan gibi konuşmaya, insanlar da eşek gibi anırmaya başladı.
Gel zaman, git zaman, o ülkede işler bozulmaya
34
başladı. Çünkü, bütün eşekler konuşmaya başladığından, yük taşıyacak ve binilecek eşek kalmamıştı. Konuşmasını öğrenen eşekler, yük ve insan taşımasını unutmuşlardı. Konferans veren, nutuk çeken eşek, artık sırtına yük almasını bilmiyordu. Anıran insanlar da, artık eski işlevlerini yapamıyorlardı. Bu yüzden ülkenin ürünleri bir yerden başka bir yere taşınamı-yordu. Ürünler tarlalarda çürüyor, mallar fabrikalarda kalıyordu. Bir yerde buğdaylar ambarlarda çürür-ken, başka bir yerde insanlar aç kalıyordu. Çünkü, insan gibi konuşan eşekler, artık eşek gibi yük taşımıyorlardı.
O ülkede yokluk, yoksulluk, kıtlık, açlık, hastalık başlamıştı. Ne yapacaklarını şaşırdılar. Araya taraya, danışıp öğüt alacakları bir bilgin buldular. O bilgine neden bu duruma düştüklerini sordular. Bilgin de onlara şöyle dedi:
«Yeryüzündeki her varlığın kendi işlevi vardır. Örneğin, insan konuşur, eşek de yük taşır. Yeryüzündeki her varlığın kendi işlevini yapması olağan sayılır. Örneğin, insanın konuşması, eşeğin de yük taşıması olağandır. Siz, insanın işlevini eşeğe, eşeğin işlevini de insana yaptırtmaya kalktınız. Buysa olağanüstülüktür. Olağanüstülük salt sirklerde güzeldir. Oysa dünya bir sirk değildir.»
Bilgin sustu. Başları önlerinde kendisini dinleyenlere bisüre baktıktan sonra ekledi:
«İnsansoyu, konuşan insanı daha iyi ve doğru konuşturabilirse, yük taşıyan eşeğe daha çok ve daha uzun yük taşıtabilirse başarılı olur. Sizse olağanüstülük merakına kapılıp, insanı anırttınız, eşeği de konuşturdunuz.»
35
Başları önlerinde bilgini dinleyenler ona sordular:
«Bundan sonra ne yapmamız gerekir?»
Bilgin, bu soruyu şöyle yanıtladı:
«Bırakın, insan insanlığını, eşek de eşekliğini yapsın. Elinizden geliyorsa, daha da iyisini yaptırın onlara.»
O günden sonra o ülkede, insanları insanca konuşturmak, eşeklere de yük taşıtmak için çaba gösterdiler. Anırmaya alışan insanların yeniden konuşmaya, konuşmaya alışan eşeklerin de yeniden anırmaya başlamaları pek de kolay olmadı. O ülkede hâlâ, her varlık kendi işlevini daha iyi yapsın diye uğraşılmaktadır.
BİR KIRIK HEYKEL BAŞININ UMUDU
Bir horozbina taşılı, bir midye kabuğu, bir de mermerden yapılmış bir insan heykelinin kırık başı... Bu üçü, kitaplığımın rafında yan yana duruyor. Şimdi size bu üçünün başından geçenleri anlatacağım.
Onların serüvenleri toprağın içinde, çok derinlerde başlamıştı. Üçü de yerin altında, ama yan yana değillerdi. Horozbina taşılı en alttaydı. Yeryüzünden onüç metre derindeydi. Midye kabuğu, onun iki metre üstünde ve biraz kuzeyindeydi. Mermerden yapılmış insan heykelinin kırık başıysa, yeryüzüne öbürlerinden daha yakındı.
Horozbina taşılı, kireçli bir kaya tabakasının içinde gömülü kalmıştı. Sanki çok hünerli bir kadın eli onu bir tığla kayanın içine işlemiş gibi duruyordu. Horozbina orda öldükten sonra binlerce yıl üstüne
37
kireçli sular sızmıştı. İşte böylece horozbinanın ölüsü, kireçli kayanın içine kalıbı çıkmış gibi işlenip kalmıştı.
Midye kabuğu, horozbina taşılının üstündeki kum ve çakıl karışımı bir tabakanın içindeydi.
Midye kabuğunun az yukarısında heykel başı vardı. Bu kırık heykel başı killi bir tabakaya gömülmüştü.
Yerin altındaki o bölgenin en eskisi horozbina taşılıydı. İnsanların zaman ölçülerine göre ikiyüzbin yıldan beri buradaydı. Midye kabuğu, ondan ellibin yıl sonra oraya gelmişti. Oraya en son gelen kırık heykel başıydı.
Yeryüzünün onüç metre derinindeki kireçli kayaya gömülü horozbina taşılının yalnızlıktan canı sıkılıyordu. Zaman bitürlü geçmek bilmiyordu. Çünkü insansoyunun zaman ölçüsüyle ikiyüzbin yıldanberi kireçli kayanın içinde taşlaşıp kalmıştı. Kımıldamıyordu. Hiçbir beklediği, umduğu yoktu. İkiyüzbin yıl önceleri, içinde yüzdüğü, beslenip yaşadığı o deniz kıyısını anımsıyordu. O güzelim güneşli günleri anımsayıp içleniyordu. İkiyüzbin yıl öncesinin bir yaz sıcağı öğlesiydi. Mutluca yüzüp yaşadığı o deniz kıyısı birden allakbullak olmuştu. Yerin altı üstüne, üstü altına gelmişti. Karalar denizlere yürümüş, denizler yerin dibine akmıştı. Zavallı horozbina bu olağanüstü kargaşa içinde kendini yitirmişti. Sonra kendini sıcak bir hamurun içinde bulmuştu. Bu sıcak hamur gittikçe soğuyarak sertleşmiş, kayalaşmıştı. Onbinlerce yıl bu kaya çatlaklarından sızan kireçli sular, horozbinanın kabuğunu, iskeletini taşıllaştırmıştı. Sonunda horozbina, bir. kabartma ve çökertme gibi, kayanın içine işlenip kalmıştı. Horozbina taşılı için gelecek yoktu,
38
yalnız geçmiş vardı. Ama o geçmişe dönmesi de olanaksızdı. Buyüzden umut nedir bilmiyordu. Karamsardı.
Midye kabuğuna gelince... Bilindiği gibi midye, sert kabuklu yumuşakçalardan bir deniz hayvanıdır. Yassı solungaçlı. O da, yine insansoyunun zaman ölçüsüyle, bundan yüzellibin yıl önce ılık bir deniz kıyısındaki büyücek bir kayanın yosunlu dibine yapışmış, orda yaşıyordu. Yalnız değildi orda. İrili ufaklı, yaşlı genç, biçok midyeyle birlikteydi. Dibine yapıştığı o yosunlu kayanın olduğu deniz kıyısına bir dere akmaktaydı. İlkyaz günlerinde o derenin suyu bollaşır, akışı hızlanırdı. Aralarından geçtiği dağların, ovaların taşlarını sürüklüyor, onları denize taşıyordu. Aktığı deniz kıyısına kumları, çakılları yığıyordu. İşte böyle böyle, sözünü ettiğimiz midyenin, dibine yapıştığı yosunlu kaya, kum ve çakıl yığınlarıyla kaplanmıştı. Ordan deniz çekilmişti. Midye de, öbür irili ufaklı midyelerle birlikte kumların, çakılların arasına sıkışıp kalmıştı. Artık solunamıyor, beslenemiyordu. Çünkü deniz yoktu. Binlerce yıl orda kumlar arasında kaldı. Sonra bir gece yer yerinden oynadı. Karalar denize aktı, deniz karalara koştu. Sanki doğa kudurmuştu. Dağlar yıkıldı, denizler taşıp bulutlara yükseldi. Bu kargaşalık içinde midye kendini yerin dibinde buldu. Ama iki kabuklu midyenin bir kabuğu yitmiş, tek kabuğu kalmıştı. Binlerce yıl yi ten öteki kabuğunun özlemini duydu. Başka hiçbir midye görmedi. Onlarca bin yıl o çakıl ve kum arasında sıkışmış olarak kaldı. Taşlar çakıllar ve kumlar arasından demirli sular sızıyordu. Binlerce yıl sızan bu demirli sular, kumlan ve çakılları birleştirdi. Böyle kumtaşı oldu. Tek
39
kabuklu midye, o kumtaşının içine gömülü kaldı. Umut denilen şeyi hiç bilmiyordu. Çünkü geleceği yoktu. Ama çok eski bir geçmişi vardı. Geçmişini anıp anıp içleniyordu. Geleceği olmadığı, umudun ne olduğunu bilmediği için de karamsardı.
Ya o insan heykelinden kırılmış baş... Horozbina taşılına ve tek kabuk kalmış midyeye göre, kırık heykel başı çok küçüktü, daha çocuk sayılırdı. Çünkü, horozbina taşılı ikiyüzbin, tek kabuklu midye yüzelli-bin yaşındaydı. Onlara göre beşyüz yıllık bir heykel başı elbet daha çocuk sayılırdı.
Zamanının çok ünlü bir heykelcisi, büyük bir düşünürün heykelini yapmıştı. Bu heykel, kentin geniş bir alanındaki bir yükselti üstüne dikilmişti. Günlerden bir gün öyle korkunç bir deprem oldu ki bütün yeryüzü sallandı. Her şeyin yeri değişti. Üsttekiler alta geçti, alttakiler üste çıktı. Bu karmakarışıklık içinde heykel yıkıldı. Parça parça oldu. Kırılan heykel başı, kendini yeryüzünün altında, toprağın içinde buldu. Killi bir tabakanın arasına sıkışıp kaldı. Düşünür heykelinin kırık başı, bu derin yerde, başkalarının da gömülü olabileceğini düşündü. Kendi diliyle bağırmaya başladı:
— Heeey! Hiçbişey yok mu oralarda beni duyan? Bana yanıt verin!
Bu heykel başı günlerce, haftalarca, aylarca, yıllarca hep böyle bağırdı. Hiçbir yanıt alamıyordu. Ama o umudunu yitirmedi. Yeryüzünün altında, kum, toprak, çakıl, taş ve kayaların arasından ses iletimi kolay olmuyordu. Yerin altında sesin bir metrelik yol alabilmesi için aylar geçiyordu. Çünkü, taşın toprağın titreşimi azdı. Heykel başının sözünü, altındaki midye
40
kabuğu on yılda, daha derindeki horozbina taşılı da yirmi yılda duyabiliyordu. Sonunda sesi duyan horozbina taşılıyla, tek midye kabuğu yanıt verdiler:
— Sesini duyuyoruz... Ama sen nesin? Bu soru heykel başına kırk yılda ulaşabildi. Heykel başı kendisini ve başından geçenleri, nasıl yerin dibine gömüldüğünü anlattı. Sonra onlara sordu:
— Siz nesiniz?
Horozbinayla midye kabuğu da kendilerini, geçmişlerini, yaşamöykülerini anlattılar.
îşte böyle böyle konuşmaya başladılar. Kırık heykel başı onlara, kendisini insanın yaptığını anlatıyordu. Horozbina taşılıyla midye kabuğu ise insanın ne olduğunu bilmiyorlardı, çünkü içinde yaşadıkları yüzelli-ikiyüzbin yıl öncesinde dünyada insan yoktu. İşte buyüzden meraka kapılarak kırık heykel başına boyuna soruyorlardı.
Kırık heykel başı anlatıyordu:
— İnsan yaratıcıdır, insan yapıcıdır, insan kurucudur...
Horozbina taşılı, midye kabuğu, heykel başı yerin altında birbirlerinden oldukça uzaktılar ama, yine de tanış oldular. Üçü de, yeryüzünü, denizi, suları, güneşi, havayı, yeli, renkleri özlüyordu. Doğanın sürekli değişimini, eylemi, edimi, devinmeyi özlüyorlar-dı: Güneşin doğuşunu, batışını, denizin gelgitlerini, çarpa çarpa dalgaların kayaları parçalayışını... Horozbina taşılı ikiyüzbin, midye kabuğu yüzellibin yıldan -beri bu özlemle yanıyorlardı. Kırık insan heykeli başı onlara şöyle diyordu:
— Arkadaşlar, hiç umudunuzu kesmeyin. Gün gelecek yine gün ışığına kavuşacağız. Alı yeşili,
41
kırmızıyı pembeyi, maviyi sarıyı yine göreceğiz. Yine havaya kavuşacağız, suya ulaşacağız.
Horozbina taşılıyla midye kabuğu, heykel basınının sözlerini anlayamıyorlardı. Umut ne demekti? Nasıl şeydi?
Kırık heykel başı onlara umudun ne olduğunu anlatıyordu:
— Umut, gelecekten iyi ve güzel şeyler ummaktır, beklemektir.
Gelecek mi? Horozbina taşılıyla midye kabuğu, gelecekten de bişey anlamıyorlardı. Horozbina taşılı şöyle yakmıyordu:
— İkiyüzbin yıl önceki o büyük kargaşalıkta ormanlar, binlerce kocaman hayvan ^yerin dibine gömüldü. Hepsi de çürüyüp doğada eridi. Ama ben bu kireçli kayanın içinde taşlaşıp kaldım. Ah, ben de onlar gibi çürüyüp doğaya karışsaydım, o güzel geçmiş günleri şimdi anımsamayacaktım.
Midye kabuğu da şöyle yakınıyordu:
— O korkunç alaborada sayısız yaratık, bütün balıklar, böcekler yerin dibine gömüldü. Hepsi de çürüyüp yok oldu. Ben de onlar gibi doğaya karışsaydım, şimdi o eski güzel günleri anıp üzülmeyecektim.
Kırık heykel başı şöyle diyordu:
— Umudunuzu hiç yitirmeyin... Hepimiz kurtulacağız. Havaya, suya, güneşe kavuşacağız yine... Nasıl olsa günün birinde kurtulacağız...
Horozbina taşılı soruyordu:
— Kim kurtaracak bizi? Midye kabuğu şöyle diyordu:
— Kaç yüzyıldanberi burdayız. Kimsenin kurtardığı yok!..
42
Kırık heykel başı da onlara şöyle diyordu:
— Bizi bu yerin dibinden insansoyu kurtaracaktır nasıl olsa...
Horozbina taşılı soruyordu:
— Niçin bizi kurtaracak? Heykel başı da anlatıyordu:
— Çünkü, bu insan denilen yaratık, hiç durmaz, durmadan herşeyi değiştirir...Bekleyin, hiç umudunuzu kesmeyin... Nasıl olsa günün birinde bir insan, içine gömülü olduğumuz bu topraklan kazacaktır. Niçin mi? İnsan bu... Olağanüstü bir yaratıktır...Hiç durmaz, doğayı değiştirmeye çalışır, araştırır, inceler, her şeyi didik didik eder... Yerin dibine inip maden çıkarır... Altın arar toprağın altında... Yol yapar, tüneller kazar...Yapılar kurar,derin temeller açıp... Yeri derinlerine dek kazıp köprüler kurar... Daha neler neler yapar... Bekleyin... Nasıl olsa insanlar bizi burdan çıkarıp kurtaracaktır. Hiç umudunuzu kesmeyin...
Mermerden yapılma insan heykelinin kırık başı, on yıl, yirmi yıl, elli yıl, yüz yıl, hiç durmadan bu sözleri söyledi. İnsana olan umudunu hiç kesmedi. Yüz yıl, beşyüz yıl değil, yerin dibine gömüldüğünden beri, tastamam ikibinüçyüz yıl hep bunu söyledi:
— Bu insanlar nasıl olsa yerin altını üstüne getirirler... Bigün sıra buraya da gelir... Kazarlar toprağı... O zaman, güneşe, havaya, suya kavuşuruz...
Heykel başı umutluydu. Horozbina taşılıyla midye kabuğuna da ikibinbeşyüz yıl umut verdi.
İkiyüzikibinbeşyüz yıldanberi yerin dibinde gömülü olan horozbina taşılıyla, yüzelliikibinbeşyüz
43
yıldanberi" gömülü olan midye kabuğu,
— Ne zaman? diye soruyorlardı. Heykel başı onlara,
— Umudunuzu kesmeyin, üçbin, beşbin yıl geçse de, daha da çok geçse, yine umutsuz olmayın... Bu insanoğlu nasıl olsa buralarını delik deşik eder, açar derinleri... Kurtuluruz burdan, kavuşuruz güneşe!..
Çatalca'da 17 dönümlük bir arazi satın aldım. Bu arazinin içine bir kuyu kazdırdım. Kuyucular, dokuz metre derine indiler. Ama su çıkmadı. Dokuzuncu metrede killi bir tabakaya gelindi. Bu killi tabaka içinde bir insan heykeli başı bulduk. Mermerden yontulmuştu. Suyu bulmak için daha derin kazdık toprağı.. Onbirinci metrede kumtaşı çıktı. Kumtaşının içinde tek kabuklu bir midye bulduk.. Daha derine indik suyu bulmak için.. Onüç metre inince önümüze kireçli kaya çıktı. Parçalayarak yukarı aldığımız kireçli kayanın içinde horozbina taşılı vardı. Bu üçünü, yıkadım, arıttım, kitaplığımın rafına yan yana koydum.
Onüç metre indikten sonra kuyudan çok gür bir su çıktı.
Yerin dibindeki horozbina taşılı, midye kabuğu, heykel başı, binlerce yıl yerin dibinde gömülü bekledikten sonra, güneşe, havaya, suya kavuştular. Şimdi üçü yan yana kitaplık rafımda duruyorlar.
KENDİNİ BEĞENMİŞ BADEM AĞACI
(Bu öykü, 6-10 yaş arası çocuklar için yazılmıştır.)
Yemiş ağaçları, yılda altı kez giysi değiştirir.
Yazın, yapraktan giysileri vardır. Yapraktan yapılma bu giysiler yeşildir. Ama hep bir örnek yeşil değil. Kimininki açık yeşil, kimininki koyu yeşildir.
Güzün, yemiş ağaçlarının, giysilerinin rengi açılır. Yapraktan giysiler sararır, solar, yada kızarır.
Kış gelince yemiş ağaçları, giysilerinden soyunurlar. Çıplak kalırlar.
Kışın kar yağarsa, yemiş ağaçlan da kardan yapılma ak giysilerini giyinirler.
İlkyaz gelince,yemiş ağaçları yeniden giyinirler .Bu kez giysileri, yeşil üzerine çiçeklidir. Bu çiçekler, yeşil
45
yaprakları süslerler. O çiçekler de renk renktir: Ak, pembe, sarı, kırmızı, açık mor...
Yazın, giysilerdeki çiçeklerin yerini yemişler alır. Bu kez de yemiş ağaçları, yemişlerle süslü yeşil giysilerini giyinirler.
O bahçede pekçok yemiş ağacı vardı: Elma, armut, ayva, nar, erik, badem, kayısı, şeftali, vişne, kiraz, daha ne yemişler...
O kış havalar çok soğumuştu. Bütün yemiş ağaçları yapraklarını dökmüşler, çıplak kalmışlardı. Rüzgâr estikçe, üşüyen ağaçların dallan tirtir titriyordu.
Soğuk daha da arttı. Kar yağmaya başladı. Yemiş ağaçları, kardan yapılma ak giysilerini giyindiler.
Bikaç gün sonra kar eridi. Üstelik güneş de çıktı. Mevsim kıştı ama, hava ılımıştı. Kış ortasında yaz olmuştu sanki. Havalar ılınınca, ağaçların köklerinden gövdelerine, gövdelerinden de dallarına doğru özsu yürümeye başlamıştı.
Bütün yemiş ağaçlarında ilkyaz özlemi başlamıştı. «Ah, bir ilkyaz gelse de, çiçeklensek...» diyorlardı. İlkyazın, yeşil üstüne çiçekli giysilerini giyinip kuşanacaklardı. Süslenip püsleneceklerdi. Ama ilkyaza daha çok zaman vardı.
Kış ortasında o ılık havalar sürüyordu.
Bahçedeki yemiş ağaçlan arasında yirmi tane badem ağacı vardı. Bu badem ağaçlarından birinin kökü derindeydi. Toprağı bol ve gübreliydi. Böyle olduğu için de soğuktan iyice korunmuştu. Buyüzden kökündeki özsuyu dallarına çabuk yürüdü. Dallarında tomurcuklar oluştu. Sonra bu tomurcuklar patladı, çiçekler açtı. Bahçedeki yemiş ağaçları içinde, salt o
46
badem ağacı çiçeklenmişti. Çiçekli giysisini giyinmişti. Koca bahçenin içinde bitek kendisinin çiçek açmış olmasından çok böbürleniyordu. Öbür yemiş ağaçlarının çıplak dallarına bakıp bakıp,
— Oh ya, hiçbirinizin çiçeği yok işte... Ben çiçeklenip donandım... diyordu.
Bütün öbür yemiş ağaçları, o çiçekli badem ağacını kıskanıyorlardı. Ama en çok kıskanan, çiçek açmamış badem ağaçlarıydı. Hep bir türdendiler. Hepsi de badem ağacıydılar. Neden yalnız o çiçek açmıştı da, kendileri çiçek açamamıştı!
Hepsinden önce çiçek açtı diye kendini beğenen genç badem ağacı, böbürlendikçe böbürleniyordu. Öbürleri de kıskançlıklarından çatlayacaklardı. Bu kıskanç yemiş ağaçlarından biri, çiçekli badem ağacı için şöyle şeyler söyledi:
— O, görmemişin biri... Kış ortasında hiç çiçekli giysi giyilir miymiş. Bizim de çiçekli giysilerimiz var, ama giymek için zamanını bekliyoruz.
Çiçekli badem ağacı, öbürlerinin, kıskançlıklarından böyle söylediklerini biliyordu.
— Beni çekemiyorsunuz da, ondan böyle dedikodu yapıyorsunuz... dedi.
Çiçek açmış badem ağacının övündüğü kadar da vardı. Ordan geçenler, o koca bahçenin içinde allanıp pullanıp çiçeklenmiş olan o badem ağacından gözlerini alamıyorlardı.
Bahçenin dibinde çok yaşlı bir yemiş ağacı vardı. O denli yaşlıydı ki, artık eskisi gibi bol yemiş veremiyordu. Bu yaşlı ağaç, çok az konuşurdu. Bu tartışmaya da katılmamıştı. Ama her ağaçtan bir ses çıktığını gördü. Söze karışmak zorunda kaldı.
47
— Çocuklar, dedi, hepimizden önce çiçek açmış olan o genç badem ağacını boşuna kıskanmayın. O zavallıya acıyın... Çünkü, o zavallı, tek başına çiçek açarsa, ilkyazı kandırıp erken getirebileceğini sanıyor. Oysa, her mevsim, belli zamanda gelir... Daha kış bitmedi. Ne olacağı belli değil. Biz o kendini beğenmişi, bir de yemiş zamanı görelim.
Çiçekli genç badem ağacı, yaşlı ağacın bu sözlerinden çok utandı. Öyle utandı ki, ak çiçekleri kızarıp pembeleşti. »
Havalar ılıktı ama, kış daha geçmemişti. Birden havalar bozdu yine. Soğuklar arttı. Önce kar yağdı. Sonra don oldu. Her yer buz tuttu. İşte o zaman, genç badem ağacının erken açan bütün çiçekleri döküldü.
İlkyaz geldi. Bahçedeki bütün yemiş ağaçları, çiçekli giysilerini giyindiler. Yalnızca o erken çiçekle-nen badem ağacı çiçek vermedi. Çünkü, bir ağaç, yılda iki kez çiçek açmaz.
Yaz geldi. Yemiş ağaçlarının çiçekleri yemiş oldu. Ağaçlar, yeşil üstüne yemiş süslü giysilerini giyindiler.
Erken çiçek açmış olan badem ağacı, o yaz yemiş de veremedi. Dalları yemişsizdi. Çünkü ağaçlar, çiçek açmayınca yemiş de veremezler.
Bütün öbür yemişli ağaçlar, o yemişsiz badem ağacını alaya almaya başladılar:
— Hadi, şimdi de böbürlensene bakalım... Nerde senin yemişlerin!
Yaşlı yemiş ağacı onları şöyle uyardı:
— Alay etmeyin çocuklar... Sizin de başınıza gelebilir... Hava, sizi de kandırabilir. Sakın kanmayın!
Yemişsiz badem ağacı, kalın dallarından gövdesine doğru, reçine akıtarak ağlıyordu. Ağlaya ağlaya
48
şöyle dedi:
— Bağışlayın kardeşlerim! Ben kendiliğimden çiçek açmak istememiştim. Ama birden gönlümde ılık bir ilkyaz esti. Bir ılık esinti duydum içimde... İşte o beni kandırdı. Gelecek yıl, ben de sizinle birlikte çiçek açacağım, hep birlikte yemiş vereceğiz.
UÇURTMA SAVAŞÇILARI
Dedesi, Murat'a sıksık uçurtmanın nasıl yapıldığını, nasıl uçurulduğunu ballandıra ballandıra anlatır dururdu.
— Uçurtma uçurmanın keyfi başka hiçbir oyunda yoktur... derdi.
Murat'ın dedesinin yaşı sekseni aşkındı. Ama çok dinçti. Yolda birlikte giderken, O'na yetişmek zordu. O denli hızlı giderdi.
Dedesi, uçurtmanın nasıl yapıldığını, nasıl uçurulduğunu anlattıkça Murat da meraklanır,
— Hadi öyleyse, uçurtma yapıp uçuralım dedeci-ğim... derdi.
O zaman dedesi türlü bahaneler ileri sürerdi. Kimileyin, uçurtma uçurmak için çok yaşlı olduğunu bu yaştan sonra uçurtmanın arkasından koşacak gücü
50
olmadığını söylerdi. Kimi zaman da, artık kentte uçurtma uçuracak geniş alan kalmadığını anlatırdı.
Eskiden, derdi, benim çocukluğumda, kentin içinde pek çok düz tepeler, geniş boş alanlar vardı.
Murat,
— Dedeciğim, eskiden dediğin o zamanlardaki geniş alanlar şimdi ne oldu? diye sorardı.
Dedesi şöyle derdi:
— Oralarda yeni yeni yapılar kuruldu. Kent hem sıklaştı,yoğunlaştı,hem de yaygınlaştı.Uçurtma uçuracak boş alan kalmadı.
Günlerce, haftalarca, aylarca Murat'a uçurtmanın nasıl yapıldığını, nasıl uçurulduğunu, anlattı durdu. Hele uçurtma savaşlarını anlatırken, Murat daha büyük ilgiyle dedesini dinliyordu.
— Nasıl olur uçurtma savaşı?
— Her mahallenin en usta uçurtmacısı savaş için özel bir uçurtma yapar. Uçurtmanın ipine bikaç yerinden tıraşbıçağı geçirilir. Sonra mahallenin büyük küçük bütün çocukları, o usta uçurtmacının arkasına takılır. O dediğim boş alanlardan birine giderler. Orda uçurtmayı havaya salar, uçururlar. Başka mahallelerin çocukları da kendi uçurtmalarını havalandırmışlardır. Uçurtma en çok ilkyazla güz aylarında uçurulur.
— Neden dedeciğim?
— Çünkü o zamanlar hava uçurtma uçurmaya çok uygun olur.
— Uçurtma uçurmaya uygun hava nasıl olur dedeciğim?
— Hava ne çok rüzgârlı, ne de büsbütün rüzgârsız olacak. Çocuklardan biri baş tutar.
— Baş tutar ne demek?
51
— Yüksek bir yerde uçurtmayı arkasından, çıtalarından tutmaya baş tutmak denir. Uçurtmayı uçuracak olan da, uçurtmanın ipi elinde kırk-elli adım ötede durur. İpi birden çekince, baş tutan çocuk uçurtmayı bırakır. Uçurtma, rüzgâra karşı çekildiğinden birden havalanır. Havalanınca, uçurtmayı "uçuran çocuk ipi yavaş yavaş salar. Uçurtmayı havada yükseltmek için ipi kendine çeker. O zaman uçurtma baş atar.
— Baş atar ne demek dedeciğim? Nasıl baş atar?
— Uçurtmayı yükseltmek için, ipini hızla kendine çekip, sonradan salıvermek gerekir. İpi hızla kendine çekince, uçurtma sanki tos atar gibi havada bir devinir. İşte buna uçurtma baş atıyor denir. İpini saldıkça, yerdeki sicim yumağı da yavaş yavaş sağılır. İp kulaç kulaç çekilir. Bunu yapmak ustalık ister.
— Ya uçurtma savaşı nasıl olur dedeciğim?
— Başka mahallelerin çocukları da uçurtmalarını havalandırmalardır. Gökte sekiz-on, kimi zaman daha çok uçurtma süzüle süzüle uçar. Uçurtma ne kadar dengeliyse, kuyruğu da ne kadar uzunsa, o kadar güzel süzülür. Uçurtmaları uçuranlardan biri, havadaki uçurtmalardan birini gözüne kestirir. Kendi uçurtmasını ona doğru yaklaştırır. Bu yaklaştırma savaş ilanı demektir. Uçurtmaları savaştırmak için iplerini birbirine dolandırıp çekmek gerekir. İpi salarak yada çekerek, havada zikzaklar çizdirerek uçurtmaya manevralar yaptırılır. Havada iplerinden birbirine dolanan iki uçurtmadan hangisi ötekini sürüklerse, sürüklediği uçurtmayı tutsak almış olur. Hani uçurtmanın ipine bıçak, tıraşbıçağı takılır demiştim ya... Uçurtma savaşı sırasında onlardan biriyle savaşılan uçurtmanın
52
ipi kesilmeye çalışılır. İpi kesilen uçurtma, öbür uçurtmanın ipine dolanmişsa, savaşı kazanan uçurt-macı çeker alır onu aşağıya; ipi dolanmamışsa uçar gider taa uzaklara. Sonunda bilinmez bir yere düşer, parçalanır.
— Ya ipi kesilmezse dedeciğim?
— Çoğu zaman ip kesilmez. Havada tıraşbıçağıy-la, savaşılan uçurtmanın ipini kesmek çok zordur. İpi kesilemezse, biribirine dolanan iki uçurtmayı uçuranlar ellerindeki ipi çekmeye başlarlar. İpi çekerken koparmamak gerekir. Çünkü ipi kopan uçurtma, öbürüne tutsak olur. Güçlü ve usta olan çocuk ipi çekerek, dolanan öbür uçurtmayı da yere indirmeye çalışır. Savaşı kazanan mahallenin çocukları sevinçle bağırışıp çığrışıp uçurtmayı uçuran çocukla birlikte koşarlar. Tutsak edilen, uçurtmalarını dolanan ipten çözmek, kurtarmak için o yana doğru koşarlar.
— Sonra dedeciğim?
— Sonunda, iki yandan biri, iki uçurtmayı da yere indirir. Tutsak edilen uçurtma kendilerinin olur.
Dedesi bu uçurtma savaşlarını Murat'a sıksık, ama hep değişik biçimlerde anlatırdı. Murat, anlatılanları dinlemekten ne denli keyifleniyorsa, dedesi anlatmaktan daha da çok keyiflenirdi. Çocukluk günlerini yeniden yaşarmış gibi coşardı.
Murat'ın üçüncü sınıftan dördüncü sınıfa geçtiği yılın yaz tatilinde dedesi Murat'ın üstelemelerine dayanamadı; bigün,
— Peki bugün, seninle uçurtma uçuralım... dedi. Murat sevincinden uçtu. Dedeyle torun, sabah
erkenden işe koyuldular. İlkin sokağa çıkıp uçurtma için gereken gereçleri satın aldılar. Bunları eve getirdi-
53
ler. Dede kollarını sıvadı, işe girişti. Murat coşkulu bir sevinç içinde, dedesinin uçurtma çıtalarını çatmasını, incecik, renkli uçurtma kâğıtlarını kesip, çirişli çıtalara tutturmasını seyretti. Renk renk kâğıtları keserek o uzun süslü kuyruğun yapılmasında dedesine yardım etti. Dedesi uçurtmanın çıtalarına sicimi bağlarken, uçurtmanın havada iyi terazilenmesi için naşı I dengeli yapılacağını da anlattı.
Dede, uçurtmanın uzun kuyruğunu, çıtaların çevresine düzenle sardı. Bir ucu uçurtmaya bağlı bir koca yumak sicimi de yanlarına alıp sokağa çıktılar. Uzun zaman gezip dolaşıp uçurtma uçurmaya uygun bir boş alan aradılar. Böyle bir yer bulamayınca, otobüse, troleybüse, dolmuşa binip, boş alan bulabilmek için uzak yerlere gittiler. Hiçbir uygun yer bulamadılar. Çok yorulmuşlardı. Sonunda dedeyle torun bir taksiye binip kentin dışına çıktılar. Orası kırlıktı, boştu. Dede, sevinçle ellerini çırptı. Çünkü havada beş-altı uçurtma daha vardı. Torununu bir tümseğe çıkarıp uçurtmayı eline verdi. Uçurtmanın nasıl tutulacağını ona gösterdi. Kendisi kırk-elli adım geri gidip,
— Hazır mısın? diye sordu. Murat,
— Hazırım dedeciğim... dedi.
— Ben ipi çekince uçurtmayı bırak. Daha ilk denemede başardılar. Uçurtma diklendi, baş kaldırdı. Dede sicime kulaç kulaç asılıp sonra sicimi salıveriyordu. Uçurtma yükseldikçe yükseliyor, baş atıyor, kuyruğu nazlı nazlı süzülüyordu.
Murat, dedesinin yanında sevinçten zıpzıp, zıplıyor, uçurtmanın ipini kendisine vermesini istiyor, ama
54
dedesi hiç oralı olmuyordu. Çünkü havadaki uçurtmalardan birini savaşmak için gözüne kestirmişti. Murat,
— Dedeciğim, birazcık da bana ver, ne olur... dedikçe, dedesi,
— Dur şimdi Murat, sonra elinden kaçırırsın deyip uçurtmanın ipini vermiyordu.
Çünkü seksen yaşını aşmış olan dedesi, öyle coşmuştu ki, Murat'tan daha çocuk olmuştu. Dede,
— Bak şimdi, karambol olacak Murat! dedi.
— Karambol nedir dedeciğim? diye sordu.
— Havadaki iki uçurtma birbirine dolanınca, ona karambol denir...
Dediği gibi de havadaki iki uçurtma birbirine dolandı. Dede, yirmi yaşında bir delikanlı gücüyle ipi çekmeye başladı. Hem ipi çekiyor, hem koşuyordu. Dedesine yetişmek için koşan Murat, bir yandan da,
— Tutsak aldık, tutsak aldık! diye bağırıyordu. Dede ipi çektikçe, tutsak uçurtma da onlara
yaklaşıyordu. Dede birden tutsak edilen uçurtmanın sahibini düşündü. Herhalde, Murat yaşta, belki ondan bir-iki yaş büyük bir çocuktu. Yaşlı bir adamın, bir çocuğun uçurtmasını tutsak alması ayıp olacaktı.
— Murat gel de tut uçurtmanın ipini! dedi.
Ama Murat yanma gelinceye dek, öbür uçurtmanın ipini tutan da tepenin arkasından çıkıp göründü. Dede çok şaştı. Çünkü o da kendisi gibi, belki kendisinden de yaşlı bir dedeydi. Arkasından da torunu koşuyordu.
İki dede karşı karşıya geldiler. Arkalarında da torunları vardı. Bir süre, ayıp bişey yapmışlar gibi sustular. Sonunda Murat'ın dedesi,
55
— Torunum eğlensin diye* ona uçurtma uçur-dum... dedi.
Öbür dede,
— Ben de öyle... dedi.
— Rüzgâr tersten esmeseydi, sen benim uçurtmamı zor alırdın... dedi.
Murat'ın dedesi,
— Gelecek pazar, uçurtmalarımızı yine savaştırırız... dedi.
İki dede birbirine bakışıp gülmeye başladılar; öyle güldüler ki, ikisinin de gözlerinden yaş geldi. Murat, öbür dedenin torununa,
— Galiba dede olmadan bizler uçurtma uçurama-yacağız. O zamana kadar da buralar yapılarla dolar, bize boş alan kalmaz... dedi.
BİR ZAMANLAR BİR ÖKÜZ NASIL BAŞKAN SEÇİLMİŞTİ
Sevgili çocuklar size,
— Ormanların kralı kimdir? diye sorsam, biliyorum, hepiniz de,
— Ormanların kralı aslandır! dersiniz. Öyledir. Aslan, ormanların kralıdır. Ormanlar da
hayvanların ülkesidir. Öyleyse aslan, bütün hayvanların kralıdır. Okuduğunuz masallarla öykülerde de aslanın, hayvanların kralı olduğu anlatılır.
Zamanımızda ülkelerin çoğunda artık kral yok. Krallık tarihe karıştı. Şimdilerde kralların yerini başkanlar aldı. Eskiden hayvanların kralı olan aslan da günümüzde hayvanların başkanı oldu.
Krallık babadan oğula geçer, başkanlarsa, seçilir. Günümüzde hayvanlar da kendi başkanlarını seçiyorlar. Hayvanlık tarihinde hayvanların kralı da, başkanı
57
da her zaman aslan olmuş, yalnız bir kez öküz hayvanların başkanı seçilebilmiştir. Hayvanlar, öküzü başkan yapmalarını, kendileri için bir yüzkarası saymışlardır. Öküzün başkanlığı hayvanlık tarihinin bir kara sayfasıdır.
Nasıl olmuştur da hayvanlar, öküzü kendilerine başkan seçmişlerdir? İşte şimdi sizlere, hayvanlık tarihinin bu en önemli olayını anlatacağım.
Krallık zamanında, kral olan aslan ölünce, onun yerine, en büyük oğlu olan aslan, hayvanların kralı olurdu. Krallık kalkıp da başkanlık kurulunca, hayvanlar kendi başkanlarını kendileri seçmeye başladılar. Bir seçim yapabilmek için de seçilecek en az iki adayın olması gerekirdi.
Hayvanlar, başkanlık seçimine girişmişlerdi. Çok büyük ve çok çekişmeli bir seçim olacağı anlaşılıyordu. Tarih boyunca hayvanlara krallık yada başkanlık etmiş olan aslan, çok doğal olarak, başkanlığa adaylığını koymuştu. Kaplan da adaylığını koymuştu. Aslanın başkanlık seçiminde en büyük rakibi kaplandı. Bu iki başkan adayı, çok sert seçim propagandasına başladılar. Birbirleriyle çekişmeye, birbirlerini kötülemeye giriştiler.
Hayvanlar, tarihleri boyunca kendilerine krallık etmiş olan aslandan artık bıkmışlardı. Hayvanların çoğu bir değişiklikten, bir yenilikten yanaydı. Buyüz-den seçimi kaplanın kazanması olasılığı büyüktü. Buna karşılık başkanlık için kaplanı deneysiz ve acemi bulan hayvanlar da çoktu. Bakalım, kaplan başkanlığı becerebilecek mi, diye kuşkuya kapılanlar vardı. Buyüzden, kaplanın başkan seçileceği de pek kesin değildi.
58
Aslan, seçimi ya kaplan kazanırsa diye işkilleniyor, kaplan da aslan başkan seçilecek diye çekiniyordu. Aslana göre, seçimi kendisi kazanamayacaksa, kaplan kazanmasın da kim kazanırsa kazansındı. Kaplan için de aynı şeydi. Kendisi kazanamayacak olduktan sonra, tek aslan başkan olmasın da, hangi hayvan olursa olsun... İkisi de böyle bir kuşkuya kapıldıkları için, mandayı övmeye başladılar. Hem aslan, hem de kaplan, seçim
konuşmalarında, mandayı öve öve göklere çıkarıyorlardı. Çünkü, nasıl olsa manda, kendileriyle denk tutulamazdı. Ağır kanlı bir hayvandı, pek de akıllı sayılmazdı. Çok güçlüydü ama, bir çocuk bile onu güdebilirdi. Aslan, kaplan başkan seçilecek korkusuyla, kaplan da aslan başkan seçilecek korkusuyla mandayı durmadan övdü. Sonunda hayvanlar mandanın da başkanlığa adaylığını koydular.
Nasıl aslanın en büyük rakibi kaplansa, mandanın da en büyük rakibi, suaygırıydı. Suaygırı, mandanın başkanlığa adaylığını koyduğunu öğrenince, o da adaylığını koydu. Çünkü, mandadan daha iri, daha güçlü olduğunu, başkanlığa daha yaraşacağını iddia ediyordu. Dedikleri de doğruydu. Seçim propagandası alıp yürümüştü. Hayvanların kimileri mandadan, kimileri de suaygırından yana olmuşlardı.
Nasıl aslan kaplandan, kaplan da aslandan, başkan olacak diye çekiniyorduysa, manda da suaygırından, suaygırı da mandadan çekinmeye başladı. Düşmanı olan manda başkan seçilmesin de hangi hayvan seçilirse seçilsin, mandanın umurunda değildi. Manda da, tek suaygırı başkan seçilmesin de, başka kim seçilirse seçilsin, aldırış etmeyecekti. Aralarındaki bu
59
sert tartışma ve birbirlerini kötüleme sonunda manda, kendisine hiçbir zaman denk görmediği ayıyı övmeye başladı. Suaygırı için ayı, değerli bir hayvan değildi. Yani manda da, suaygırı da değerli bulmadıkları için ayıyı kıskanmıyorlardı. Buyüzden ikisi birden ayıyı övmeye başladılar. Ayıyı o denli çok övdüler ki sonunda ayı, hayvanların genel isteği üzerine, o seçimde başkanlık için adaylığını koymak zorunda kaldı. Ayı, başkanlığa adaylığını koyunca, ayının en büyük rakibi olan yabandomuzu da, kendi yandaşlarının üstelemesiyle başkanlığa adaylığını koydu.
İki can düşmanı yabandomuzuyla ayı, seçim propagandası sırasında birbirlerini durmadan kötülediler. Ayı, ya yabandomuzu seçilirse diye kuşkuluydu. Yabandomuzu da, ayı seçilecek diye korkuyordu. Tek ayı seçilmesin de, isterse eşek başkan olsun. Evet, eşek! Ayı da, yaban domuzu seçileceğine, bir eşeğin bile başkan olmasına razıydı. Sonunda hem ayı, hem yabandomuzu, birbirlerini kıskanmaları yüzünden eşeği övmeye başladılar. Eşek, yanık sesiyle, içli anırtısıyla, müzik bilgisiyle, uzun kulaklarıyla, hayvanların başkanı olabilecek tek hayvandı. Bu övgüler sonunda, hayvanlar, eşeği de başkan adayları arasına koydular.
Eşek başkan adayı olunca, onun en büyük rakibi olan at hiç durur mu? At, eşekten soyluydu, çok koşardı, daha boyluydu. At da başkanlığa adaylığını koydu. Bu kez, atla eşek, başkanlık seçimi için aralarında çekişmeye başladılar. Ya eşek seçilirse, bu at için ölümden beterdi. Eşek de, at başkan olacağına ölsün daha iyiydi. Kendi ölümünü, atın başkanlığına yeğ tutardı.
60
Eşek, daha boylu olduğu için kendisinin başkan seçilmesini isteyen ata karşı, devenin daha da boylu olduğunu ileri sürmüştü. At, buna hiç karşı koymadı. O da eşekle birlikte deveyi övmeye başladı. Bunun üzerine deveden yana olanlar, devenin de adaylığını koydular.
Deve başkan adayı olunca, bu kez zürafa ortaya çıktı. Boy bakımından deveye üstündü. Hayvanlar, devecilerle zürafacılar diye ikiye ayrılmıştı. Zürafa, ya deve başkan olursa diye korkuya kapıldı. Deve de, ya zürafa başkan olursa diye korkuya kapıldı. İkisi de birbirlerini kötüleyip, kendilerinden aşağı gördükleri bir hayvanı, tilkiyi övmeye başladılar. Tilkiyi, şöyle kurnaz, böyle kurnaz diye anlata anlata bitiremiyor-lardı. Bu övgüler boşa gitmedi. O seçimlerde tilki de başkanlığa adaylığını koydu.
Tilki başkan seçilecek diye kıskançlıktan deliye dönen sansar, kendisinin daha da kurnaz olduğunu ileri sürerek, başkan adayı oldu. Tilki, sansar ortaya çıkmasa, kendisinin başkan olacağına inanıyordu. Sansar da, tilki başkan seçilecek diye işkilliydi. Oldum olasıya birbirlerini çekemezlerdi. Sansar, tilkinin hakkından kurt gelir diye düşündü. Buyüzden kurdu övmeye başladı. Tilki de, kurdu övmekte bir sakınca görmedi. Tek, can düşmanı sansar seçilmesin de, isterse kurt kendisini paralasındı... Sansar biyandan, tilki biyandan kurdu övdükçe, öbür hayvanlar kurdu da başkanlığa aday gösterdiler.
Etobur hayvanlar içinde paralamakta, parçalamakta kurdun başlıca rakibi olan sırtlan, kurdun başkan adayı olduğunu duyunca, kendisi de başkanlığa adaylığını koydu. Kurt, leş yediğini söyleyerek
61
sırtlanı kötülemeye başladı. Sırtlan da, canlıları parçaladığı için kurdu yeriyordu. Kurt, ya sırtlana inanırlarsa diye, sırtlan da, ya kurda inanırlarsa diye, birbirlerinin başkan olmasından korkmaya başladılar. Kurt, sırtlan başkan olmasın da hangi hayvan olursa olsun diye düşünüyordu, isterse köpek başkan olsun... Evet, evet, köpek!.. Hiç olmazsa köpek, kendi soyundan geliyordu. Sırtlan da, kurdun başkan olmasındansa, köpeğin başkan olmasına çoktan razıydı. Biyandan birbirlerini kötülerlerken, biyandan da köpeği övmeye başladılar. Bu aşırı övgüler sonunda köpek de başkan adayları arasına girdi.
Köpek başkan adayı olunca, onun can düşmanı kedi hiç durur mu? O da başkanlığa adaylığını koydu. Seçim propagandasına girişen kediyle köpek birbirlerini boyuna kötülediler. Can düşmanı başkan seçilecek diye ikisinin de birbirinden ödü kopuyordu. Sonunda köpek, öküzü övmeye başladı. Çünkü öküzü, kendinden çok aşağı görüyordu. Evet, öküz iriyarı bir hayvandı ama, ne boğaydı, ne de inek... Cinselliği olmayan, insanların iğdiş ettikleri bir hayvandı. Bu-yüzden onu kıskanmıyor, övmekte de bir sakınca görmüyordu. Kediye gelince,
tek köpek başkan olmasın da, öküzün bile başkan olmasına razıydı. Evet, öküzün bile... Öküz ki ne erkekti, ne de dişiydi. Çoluğu çocuğu olmazdı, soyusopu kurumuştu. Kedi de, öküzü övmeye, öve öve göklere çıkarmaya başladı.
Can düşmanı olan kediyle köpek, öküzü o denli çok övdüler ki, sonunda öküz, hayvanların genel isteğine dayanamayarak, o seçimlerde başkanlığa adaylığını koymak zorunda kaldı.
62
Öküzün düşmanı yoktu. Çünkü öküzdü... Çünkü, ne erkekti, ne dişiydi. Çünkü, insanlar onu iğdiş etmişlerdi. Çünkü cinsellikten yoksundu. Buyüzden, hiçbir hayvan kendisini öküze denk ve rakip görmedi. Hiçbiri öküzü kıskanmıyordu. Böyle olduğu için de, o seçimde bütün başkan adayı hayvanlar birbirlerini yerip, yalnız öküzü övdüler. Bunun sonunda da öküz, o seçimlerde, genel oyu alarak, hayvanların başkanı seçildi.
Hayvanlar, öküzü başkan yapmalarının kendileri için yüzkarası olduğunu sonradan anladılar ama, gelecek seçimlere dek artık iş işten geçmişti. Öküzün başkanlık dönemi, hayvanlık tarihinin kara bir sayfası olarak kaldı.
KUMDAN KALELER
O yazlık kıyı köyünde güzel dinlenme evleri vardı. Kimi aileler, yaz tatillerini burda geçirirlerdi. Evlerin önü taa denize dek geniş kumsaldı. Kumsalın incecik, yumuşacık kumları güneşte pırıl pırıl parlardı. Kıyı, kapalı bir koy içinde olduğundan, çoğunlukla denizi dalgasız olurdu. Üstelik, deniz çok sığ olduğundan, anababaları, küçük çocukları da güvenceyle denizde oynamaya bırakırlardı.
Çocuklar, kendiliklerinden, yaşlarına göre oyun öbeklerine ayrılmışlardı. Beş-on yaşlarındaki çocukların, en eğlenerek oynadıkları, en çok sevdikleri oyun, denizle kumsalın bitiştiği yerde kumdan kaleler yapmaktı. Kumları yığarak büyük kaleler kurarlar, kalelerin önüne de hendekler, havuzlar yaparlardı. Hendeklerin, havuzların içindeki deniz suyu, karşıdan saldıracak düşmanın, kaleye girmesine engel olacaktı.
64
Kale duvarlarına mazgallar açarlar, burç bile yaparlardı. Ama çok zaman, kaleyi tamamlayamazlardı. Çünkü, kıyıyı yalayan hafif bir deniz dalgası, kumdan kaleyi siler süpürür, dümdüz ederdi. Onca emekle yapılmış olan kale birdenbire yokoluverirdi. Bu oyunun keyfi de, bir dalganın denizden uzanmış köpüklü bir dil gibi kumdan kaleyi yalayıp yoketmesiydi. Çocuklar çok keyiflenirlerdi. Dalga kalelerini yıkınca öyle gülerler, öyle gülerlerdi ki, kahkahadan kumsala, yada denize yuvarlanırlardı. Hemen işe koyulurlar, yeniden kumdan kalelerini kurmaya başlarlardı. Ama az sonra bir dalga daha gelir, kaleyi yine dümdüz ederdi. Hemen hemen bütün günleri bu oyunla geçerdi. Başka oyunlar da oynarlardı ama, en sevdikleri, hiç bıkmadan oynadıkları, kumdan kale yapma oyunuydu.
Günlerden bigün bu yazlık dinlenme evlerinden birine yaşlıca bir karı koca taşınmıştı. Çocuklar, her yeni gelen komşuyu merak ederlerdi. Bu yaşlıca karı kocayla da ilgilendiler. Adam, çok asıkyüzlüydü. Belki de yüzü hiç gülmediğinden, olduğundan daha yaşlı görünüyordu. Uzun boylu, zayıftı. Mayolu olunca, daha da zayıf görünüyordu. Kumsala uzanıp güneşleniyor, ama denize girmiyordu.
Çocuklar en çok bu adamın kendileriyle hiç konuşmamasına şaşıyorlardı. Dinlenme evlerindeki büyükler içinde, çocuklarla söyleşmeyen, şakalaşma-yan tek kişi bu adamdı. Denize girmediğine, gülmediğine, çocuklarla da konuşmadığına göre, bu adamın niçin deniz kıyısındaki dinlenme evine geldiğini çocuklar çok merak ediyorlardı. Bigün yine kıyıda kumdan kale yaparlarken, güneşten teni tunç rengine çalmış
65
bir oğlan çocuğu koşarak yanlarına geldi,
— Çocuklar, öğrendim! diye bağırdı. Oyundan başını kaldıran bir kız arkadaşı,
— Neyi öğrendin? diye sordu.
— O asıkyüzlü adamın niçin buraya geldiğini öğrendim.
Öbür çocuklar da, ellerinden kum kovalarını, kürekleri bırakıp,
— Neye gelmiş?
— Neye gelmiş? diye sordular.
Derisi tunçlaşmış oğlan çocuğu da anlattı:
— Karısı anneme anlatıyordu. Ben de duydum. O adamın sinirleri bozukmuş. Herşeye kızarmış birden. Doktorlar deniz kıyısında dinlenmesini salık vermişler. Gülmesini, eğlenmesini söylemişler.
Üzüm gözlü bir kız,
— Ama hiç gülmüyor ki... dedi. Sarışınlığı, güneşten esmerleşmiş bir oğlan,
— Belki de gülmesini bilmiyordur, dedi. Başka bir çocuk,
— Gülmesini bilmeyen insan olmaz, ama belki unutmuş olabilir... dedi.
Çocuklar birden sustular; çünkü asıkyüzlü adam onlara doğru geliyordu. Çocuklar da kendi oyunlarına daldılar. Asıkyüzlü adam, onların yanına gelip başlarına dikildi. Sesini çıkarmadan bir süre onları seyretti. Adamın konuşmadan kendilerini seyretmesinden çocuklar tedirgin oldular. Neden sonra adam,
— Bir dalga gelirse, onca uğraşarak yaptığınız kaleyi yıkar... dedi.
Topaç gibi bir oğlan,
— Biliyoruz... dedi.
66
Asıkyüzlü adamın yüzü daha da asılarak,
— Biliyorsanız ne diye tam kıyıda yapıyorsunuz da, kalenizi daha geriye kurmuyorsunuz? dedi.
İki örgülü saçlı bir kız,
— O zaman dalga yıkamaz ki... Dalga yıksın diye burda yapıyoruz... dedi.
Asıkyüzlü adam, iyice canı sıkkın yanlarından uzaklaştı. Ama ertesi gün yine başlarındaydı. Bir süre dikilip seyrettikten sonra,
— Görürsünüz bir dalga gelir, yıkar... dedi. Güneşte büsbütün yağızlaşmış bir oğlan omuzlarını kaldırarak,
— Yıksııın! dedi.
— Yıkılacağını bile bile ne diye yapıyorsunuz öyleyse?
Asıkyüzlü adamın suratından düşen bin parça, ağzından çıkan beşbin parça oluyordu. Bir kız.
— Yapıyoruz işte... dedi.
Tam o sırada, gerçekten de bir dalga gelip kumdan kaleyi süpürüverdi.
Asıkyüzlü adam, haklı çıkmanın kendini beğen-mişliğiyle,
— Nasıl, ben size söylememiş miydim! dedi. Ama bu sözleri çocuklar duymadılar. Çünkü
dalganın çarpmasıyla kumdan kaleleri süprülünce kahkahadan kimisi kumsala kimisi denize yuvarlanmıştı. Asıkyüzlü adam, kızgınlıktan avurtlarını çiğne-reyek ordan uzaklaştı.
Asıkyüzlü adam, günde bikaç kez, kumdan kale yapan çocukların başına dikilip, onlara, boşu boşuna uğraştıklarını, bir dalganın gelip kaleyi yıkacağını
67
I
söylüyordu.
Çocuklar da ona hep aynı karşılığı veriyorlardı:
— Biliyoruz. Asıkyüzlü adam,
— Yıkar diyorum size... diyordu. Bukleli saçlı bir kız,
— Yıksın, yine yaparız... diyordu. Asıkyüzlü adam,
— Yıkılacağını bile bile, ne diye uğraşıyorsunuz? Yararlı bişey yapsanıza... diye öğüt veriyordu. Çok kez, bir dalga gelip kaleyi yıkar, bu tatsız konuşma da kesilirdi.
Bigün yine çocuklar kıyıda kumdan kalelerini yapıyorlardı. Bir gölgenin kalenin üstüne geldiğini gördüler. Uzun, upuzun bir gölgeydi. Gölge onlara yaklaşıyor, yaklaştıkça da kumsaldan denize doğru uzanıyordu.Çocuklar, bunun asıkyüzlü adamın gölgesi olduğunu başlarını çevirip adama bakmadan anladılar. Asıkyüzlü adamın gölgesi bile asıkyüzlüydü. O gün asıkyüzlü adam, çocuklara her zamanki öğütleri vermedi. Yalnızca dikilip, konuşmadan onları seyretti. Öğle yemeği zamanıydı. Anneler çocuklarını yemeğe çağırdılar. Çocuklar, yaptıkları kumdan kaleyi bırakıp yemek yemek için evlerine gittiler. Asıkyüzlü adam, kumdan kalenin başında yapayalnız duruyordu. Uzun bir süre öylece durdu, hep kumdan kaleye bakarak. Sonra, başını dolaylara çevirip kimsenin olup olmadığına baktı. Kendisini görecek kimse olmadığını anlayınca, kumsala oturdu. Kumdan kaleyi iki uzun bacağının arasına almıştı. Dalgaları seyrediyordu. Dalgalarla uyumlu olarak başı ileri geri gidip geliyordu. Derken, büyükçe bir dalga kumdan kaleye dek
68
uzandı, kaleyi siliverdi. Asıkyüzlü adamın yüz çizgileri yuvarlaklaştı. Gülümsüyordu. Gülümsediğini bir gören oldu mu diye yine yanına yöresine bakındı. Kimseler yoktu. Avuçlarıyla kumları çekip toplayıp bir kale kurmaya başladı. Kalenin duvarlarına mazgallar da açtı. Bir de burç yaptı kaleye. Sonra, kumsalda bulduğu bir çöpe, bir küçücük kâğıt parçası geçirip, bunu bayrak diye burca dikti. Tam o sırada denizden geçen bir motorun dalgası kıyıya çarpıp kaleyi yıktı. Adam, gülüyor, gülüyor, gülüyordu.
Yeniden kale yapmaya girişti. O sırada çocuklar da birer ikişer geldiler. Asıkyüzlü adamın, kendileri gibi kumdan kale yaptığını görünce pek şaştılar. Hiç seslerini çıkarmadan, arkasına dizilip onu seyrettiler. Adam, özene bezene, çok güzel bir kale yapmıştı. Derisi tunçlaşmış çocuk, adam duymasın diye fısıldayarak arkadaşına,
— Bu kadar güzelini ben bile yapamazdım... dedi.
Ne yazık ki, bir hızlı dalga bu güzel kaleyi yerle bir etmişti. Kalesini deniz alınca adam kahkahalarla gülmeye başladı. Arkasında sıralanmış çocuklar da kendilerini tutamayıp kahkahalarla güldüler. Adam, neden sonra çocukların kahkahalarını duydu. Hep birden gülüyorlardı. Adamın, bacakları denizde, gövdesi kumsaldaydı. Hâlâ gülüyordu.
O günden sonra adamın yüz çizgileri hep yuvarlak kaldı.
KENDİNİ ÖLDÜREN PADİŞAH