PDA

Orijinalini görmek için tıklayınız : E - Kitap Arşivi



beaverss
04-11-2015, 07:51
Necip Fazil Kisakurek
Necip Fazıl Kısakürek - Aynadaki Yalan
Sapsal bir biçim, bos veren bir edâ... Güya kendinden habersiz ve yapmacıktan uzak... Ama sahte,
sahte üstü sahte... Her çizgisi, her hareketi, ortada görünmez bir rejisör elinden çıkma... Hani su
(blucin) dedikleri, balıkçı pantolonu vârî, Moskof ve Amerikan melezi sıkı kılıf var ya?.. Su, dizden
yukarı ön tarafının rengi kasten uçurulmus ihtilâlci pantolon?.. Darlığı ve bazı noktalardaki
uçukluğu yüzünden vücudu kapamaya değil de hayal ötesi açmaya, çıplaklıktan daha ileri
yorumlamaya yarayan kılıf?.. Öyle uygun ki, solcu kızın mizacına!.. Ve... Ve mahsus bakımsız
saçlardan, boyasız dudaklara, en basit mimiklerden en hurda muaseret tavırlarına kadar her
hareketin ölçüsünü kaydeden bir lûgaritma tatbikçiliği... Sunu demek ister: «Ben kendimle,
ferdiyetimle mesgul değilim! Nefsimden habersizim ve olduğum gibiyim. Yahut: «Günes altında
toprağa uzanmıs, kıçını yalayan bir köpek kadar tabiiyim!»... Ne alçak samimiyet hilesi!..
Lûgaritma icabı... Bütün dâva, güzellik ve disilik büyüleri pesinde gezmekten baska tasası olmayan
zavallı burjuva kızının tersi olabilmek... Bu ters olusun bastan basa hesaplı üslûp ocağını kurmak...
Ne o?.. Ne bakıyorsunuz saskın kellelerinizle suratıma?.. Günümüzün solcu bakireleri iste bunlar!..
Su Mine hanıma da bakın!.. Hem bacaklarının dizden yukarı kısmını alabildiğine açar, hem de
üzerine bir takım mürekkep lekeleri, toz toprak sürülmesine aldırmaz. Bu, vücudunun güven
noktalarını görmemek midir, inadına göstermek midir?.. Evet, Emine'den dönme Mine! Sen yok
musun sen......
Naci, cümlesini tamamlayamadı. Mine, manikürsüz parmaklarıyla önündeki tabağı kaptığı gibi
Naci'nin tabağı üzerine fırlattı. Sangırtı... Kadehlerde dalgalanmalar...
Mine feryadı bastı:
— Sus be, filozof taslağı ukalâ, lâf hokkabazı gerici!. Masanın ayrıca iki kız ve üç erkeğinde
kahkahalar... Naci mahcup:
— Yoksa portrenizi iyi çizemedim mi, Mine hanım?
— Simdi çizersin!
Mine yerinden fırlayan bir yay... Elinde bardak dolusu susuz rakı... Bir çekiste bitirdi. Gözleri
kıvılcım kıvılcım:
— Đyi bak da çizmeye çalıs!..
Ve kosarcasına salonun dip tarafındaki koyu renkli naylon perdeden içeriye daldı.
Atölyesinde toplandıkları Ressam Âbid, arkasından bağırıyor:
— Ne yapıyorsun deli kız?.. Mine'nin perde gerisinden sesi:
— Naci beye biçim göstereceğim! Söndürün lâmbanızı!
Masanın erkeklerinden biri atılıp elektrik düğmesini çevirdi... Koyu karanlık... Dısarıdan korna
sesleri geliyor. Birinin çektiği sigaranın ates noktası...
Vay!.. Perdenin arkasında bir ısık patlaması... Projektör yanmıs gibi... Kafalar, kadınlı erkekli,
perdeye dönük... Perdede bir karaltı... Mine... Hızla soyunuyor. Denizde boğulmak üzere birini
kurtarmak için soyunan bir insan bile öteberisini bu kadar çabuk üzeninden çıkarıp atamaz. îs-te
perdede anadan doğma bir vücut silueti... Ellerini havaya kaldırmıs, omuzları arkaya doğru, beli
bükük, göğsü önde, dizleri ileride ve topukları geride... Kıvrılıyor, kıvranıyor.
Acıklı bir kadın sesi çınladı:
— Nereye Naci Bey?
Ve perdedeki karaltı donar, kafalar kapıya dönerken
devam eden ses:
-— Karanlıkta yılan gibi süzülüp kaçtı!
Sabahın ilk vazife saatinde Alay kumandanından aldığı emir:
— Siz hemen yanınıza iki er alıp jiple yola çıkarsınız!
Birbuçuk-iki saat sonra oradasınız! Alay öğleden sonra hareket edecek... Gece vaktinden önce
varamaz. Nahiye Müdürünü, mektep müdürünü, köy muhtarını, esrafını görürsünüz. Geceyi orada
geçireceğinize göre askere barınacak yer bulsunlar.*. Artık mektep mi olur, köy odası gibi bir yer
mi, kahvehane mi, bos bir ev mi, bilmem... Mırın kırın edebilirler. Becerikli olmanız lâzım...
Solunda onbası soför, arkasında iki er, jiple gidiyor. Meslekten subayların diliyle (potas)
kılığındadır; yedek asteğmen... Askerliğini bitirmesine bir ay yar... Bu arada en ağır isler de
karargâhda kendisine veriliyor. O ne anlar Đstanbul'a 70-80 kilometre bir köye gidip de arkadan
gelecek birliğe yer hazırlamaktan...
Köye vardı. Klâsik köylerden biri... Bir minare, küçük bir meydan, çesme ve ikiser katlı bir kaç
sisko binanın etrafında tek katlı, kerpiç üzerine kireç badanalı evcikler...
Nahiye müdürü:
— Vallahi teğmenim, bizim bu nahiye merkezinde birkaç yüz kisilik kıtayı barındırabilecek
yerimiz yok!..
Mektep müdürü:
— Đste mektep; tek katlı, iki büyük, bir küçük oda; dam altı!.. 40-50 kisiden fazlasını almaz.
Muhtar:
— Bizim burada, köy odası, bos bir konak, ambar, depo gibi bir sey aramayın!..
Köyün biricik kahvehanesindeki peykelerde ise, sardalye balığı gibi üst üste dizseniz yine 40-50
jnsandan fazlasını yatıramazsınız.
Kahvehaneden çıkarken düşündü:
— Alay kumandanı gelsin de bu isin çaresine baksın.. Gözleri erlerini aradı. Jipi çesme basına
çekmisler, kaynayan suyunu değistiriyorlar... Yürüdü.
Çesme basında, elinde desti, erlerin su almayı bitirmelerini gözleyen bir kız...
O da nesi?.. Bu ne çarpıcı görünüs!.. Göz ucuyla, yarı gülümsemeli kendisini süzüyor. Đçine düsen
alaylı his, masallardaki, sevgilisini görür görmez yığılıp bayılan sehzadeyle, sehzadesinin ardından
yatağa düsen sırma saçlı kız... Karsılıklı yıldırım çarpması... Ama ne bayıldığı var, ne de ayıldığı...
Kıza"da bir sey olduğu yok... Son derece sahsiyetli, yarı gülümsemeli bir yüz... O da gülümsemeye
çalıstı ve kıza yaklastı.
Örgüsü beline kadar inen, koyu altun sarısı saçlar... Açık kumral, parlak, örneksiz bir renk tonu...
Gözleri da saçlarına denk... Açık bir alın, vezinli bir burun, kendinden kıpkırmızı, hafifçe kaim,
kaçak bir istihza bükümüyle kavisli dudaklar... Çıplak ayak bileklerinde soylu çizgilerin en incesi...
Kapalıca, kavuniçi rengi bir entariden giyimi içinde, öğretilemez ve öğrenilemez bir vakar
ihtisamı... Yoksa masallardan kaçırılmıs ve bu köye hapsedilmis bir sultan mı bu?..
Tuhaf sey!.. Bu manzaradan karanfil, tarçın, zaafran, öd ağacı, günlük karısımı, içinde türlü renkler
ve kokular tüten bir Mısırçarsısı havası çarptı yüzüne... Ve aynı karısımın tadı...
Elinde olmayarak sordu:
— Erler sizi bekletiyor!.. Bosaltsınlar mı çesmeyi?. Son derece hususi bir ses dokusu:
— Ziyanı yok efendim, beklerim,
— Siz buralı mısınız?
— Evet...
— Đstanbulu gördünüz mü?
— Hiç gitmedim. Götüren olmadı.
— Adınız?
— Hatçe...
Uzaktan, Nahiye müdürüyle yan yana, yarı hoca, yarı ağa tipli bir adam geliyor. Ak sakallı, bası
siyah külâhlı. uzun pardesülü biri... Selâmlastılar.
— Size, köyümüzün esrafından Hüsmen Ağayı takdim edeyim, dedi Nahiye müdürü; köyümüzün
hem. ağası, hem de ilim sahibi akıl hocası... Aradığınız yer meselesini ancak o çözümleyebilir.
Ağa:
— Alayınız geceyi burada geçirecekmis... Erlere yer bulmak hemen hemen imkânsız... Benim
suracıkta bir evim var... Köyün en büyük evi... Orada bes on subayı misafir edebilirim ama,
gerisini nerede konuklayabiliriz, bilemem... Evim suracıkta, buyurun gidelim!..
Nahiye müdürü:
— Husmen Ağanın konağı derler; büyük bir ev... Köye hatırlı biri geldi mi, orada kalır.
Naci, çesme basından ayrılırken Husmen Ağanın Hat-çe'ye gözleriyle sert bir tokat attığını
farketmekten geri kalmadı.
Yürüdüler.
Husmen Ağanın konağı da masallardaki mekânlardan biri...
Kale kapısı gibi, kocaman somun kafalariyle tahkimath bir kapı... Ayak üstü birkaç yüz kisiyi
rahatça alabilecek
10
bombos bir avlu... Ahsap, genis, çifte merdiven... Merdivenin bitiminde yan yana bir sürü terlik...
Naci'nin, postallarını çıkarıp terlik giymesi zor oldu.
— Söyle buyurun!
Misk gibi müslüman kokan, sanki sabunla çitilenmis cılk tahtalar üzerinden geçip, avlunun yarısı
kadar, fakat genis bir apartman dairesinden daha büyük bir odaya girdiler. Odanın derinliğine ve
genisliğine üç çizgisi üzerinde, nal seklinde, halılarla kaplı bir sedir çerçevesi... Patiska perdeli
pencereler ve kapı tarafında rafları eski mesin cildli kitaplarla dolu bir etajer... Birbirlerine uzak
oturdular.
Husmen Ağa kalın tabakasını çıkarmıs, sigara sarıyor. Naci merak ve dikkatle etrafına ve
etajerdeki kitaplara bakmakta...
Elini, etajerin üzerindeki bir levhaya uzatıp sordu:
— Su levhada ne yazılı?
— «Mûtû kable entemûtû»...
— Ne demek?
— «Ölmeden ölünüz!»
— Müthis!..
— Siz bu harfleri bilmiyorsunuz değil mi?
— Ne bilelim!.. Günümüzde 60 yasından küçük olanlar da bilmez.
Husmen Ağa sigarasını yakıp derin derin çekti:
— Öyle!.. Anaları, babaları, oğullarından, torunlarından kopardılar.
Bu söz Naci'yi ürpertti. Ruhunun, dile getiremediği çözümünü getirdi sanki...
— Siz bir köy ağasına benzemiyorsunuz! Okumus, düsünmüs, bilmis bir haliniz var... Yolunuz,
isiniz ne sizin?
Sefkatli bir tebessüm:
— Seksenindeyim... Medresede okudum. Dünya Harbine, pesinden Đstiklâl Savasına katıldım.
Okudum, hep okudum. Sehirlerde bunaldım. Nihayet dededen kalma toprağıma sığınıp bu köyde
sonumu beklemekten gayri bir is bulamadım, yol tutamadım. Yeter mi?
--Çok bile...
-- Ya siz?
— Đstanbulluyum. Üniversitede asistanım. Askerliğimi yapıyorum.
— Ne okutuyorsunuz?
— Hocamız felsefe profesörü...

beaverss
04-11-2015, 07:52
Felsefe ha!.. Göğü zıpkınlamak isi... Keske isiniz toprağı bellemek olsaydı!
Naci, Husmen Ağa karsısında dilini yutmus gibi... Bası göğsüne doğru:
— Ben de aynı düsüncedeyim. Felsefeyi dünyada kaç fikir yanlısı var, görmek için okudum.
Göstermek için da okutacağım.
— Ya «doğru?...» «Doğru»yu bulabildiniz mi? Husmen Ağa burgulu gözlerle Naci'ye baktı. Kapı
aralanıyor. Evvelâ tepsi tasıyan iki kol... Sonra bir kız...
Çesme basındaki kız değil mi?.. Hatçe... Naci sarsıldı. Yoksa masal dünyasına mı kayıyor?
—- Torunum, dedi Husmen Ağa-, anasını ve babasını kaybetti. Simdi büyük babasına o bakıyor.
Koca evde bir o, bir ben...
Sonra dönüp kıza seslendi:
— Kahveyi suracığa koy, Hatice; ve git, yemek hazırla'.
Hatçe, bas örtüsünü daha sıkı bağlamıs, ayaklarında simsiyah kaim çorap, zaafran ve tarçın karısığı
bir renk lezzeti veren, gözleri için için gülüyor. Dudaklarında aynı tebessüm...
Hatçe tepsiyi Naci'nin yanına bırakıp çıktı.
Husmen Ağa dalgın-.
— Bu zamanda kız evlât sahibi olmak büyük belâ... Eve kapatamazsın, heybeye tutamazsın,
sokağa bırakamazsın,
11
dısarının havasını alma, diyemezsin! Çaremiz ne, bilmem ki...
Naci düsünüyor:
— Bu ne garip adam, böyle!.. Ne sehirde rastlanır, ne köyde bulunur soydan...
Ve sesini çıkardı-.

beaverss
04-11-2015, 07:52
— Size bu kısa tesadüfüm bana çok tesir etti. Sizi rahat sartlar altında tekrar görmek isterdim.
— Kolayı var... Askerliğiniz bittikten sonra köyümüzü görmeye gelirsiniz. Uzun uzun, derin derin
hallesiriz.
Ve saatini çıkarıp baktı:
— Öğle ezanına pek az kalmıs... Camide olmalıyım. Dönünce yemeğimizi yer ve biraz daha
görüsürüz. Rahatınıza bakın!.. Alay herhalde aksamdan önce gelmez.
Selâm verip çıktı.
Naci yalnız... Etajere kadar uzandı. Karıstırıyor... Çoğu el yazması eski kitaplar... Kendi kendisine
söylendi:
— Ne de güzel kâğıtları var!.. Üzerlerinde inci dizisi kelimeler...
Bir duygu: Bu kelimeleri çözebilseydi aradığını bulurdu. Derken, sahifeleri altun yaldızlı çerçeveler
ve yesilli, kırmızılı, mavili menevislerle süslü bir kitabı alıp pencereye karsı sedire yaslandı. Çifte
pencerenin tepelerinde sanki renklerini kitaptaki nakıslardan alıyormus gibi, kırmızı, yesil, mavi,
turuncu, bir sıra, dört köse cam... Gerisinde esrarlı bir âlem saklıyor bu camlar...
Ressam Âbid'in atölyesindeki geceden ve sabahı jip yolculuğundan bitik...
Elinde kitap, dalar gibi oldu.
Hayalinde, yan yana Mine ve Hatçe.,. Madeni sahte ve hâlis iki madalyon... Üstelik Mine,
boynundan yukarısıyla
12
çirkince... Olamadığı kadını sol fikirler etrafında erkek edasiyle arıyor. îsmini koydu: Erkek disi...
Bir kaç dakika önce gördüğü, siir gibi içtiği, çarpıldığı Hatçe ise renk ve çizgilerinin ruhunu ne de
güzel, ne de tabiî, heykelles-tiriyor... Katıksız, süt beyaz, gerçekten nefsinden habersiz bakire...
Birden, ensesine bir balyoz inmiseesine en korktuğu hayâl çıktı karsısına...
Asıl öbürü...
Öbürü de mi var?..
Asıl o var...
Hem de öylesine var ki, Naci'nin gözünde tüm kadını silecek ve kadınlık anlayısını yalnız kendisine
bağlayacak derecede... Sun'inin sun'isi, disilik ahmaklığını dehâ çapına ulastırmıs olduğu halde...

beaverss
04-11-2015, 07:53
O, Naci'nin göz bebeğinde, baktığı her yere akseden bir lekedir ve eğer Naci su bu isle
uğrasabiliyor, su bu muhakemeyi yürütebiliyorsa, sabit fikirden daha musallat bu hayali
kovabilmek içindir.
Güya kovdu, gözlerini yumdu ve sızdı.
— Kalkın teğmenim, alay geldi! Öyle derin bir uykuya dalmıstınız ki, sizi uyandıramadım.
Husmen Ağa gülerek'Naci'ye bakıyor. Camlarda alaca karanlık... Renkli camlar kör... Dısarıda
motor homurtuları...
Fırladı, Husmen Ağa da pesinden... Meydan yerinde alayın öncü vasıtaları... Bir yandan da sökün
ediyorlar... Kumandan:
— Ne yaptınız?
— Hiçbir sey yapamadım efendim, erlere göre yer yok. Ama yanımda gördüğünüz ağa, subaylara
evini bırakıyor.
— Çok beceriksizsiniz! Camii de düsünemediniz mi?
— Düsünemedim efendim!
13
— Kabahatlisiniz! Simdi hemen camiye kosun! Halıların üzerine motorların branda bezlerini
yayın! Erleri orada istif edin! Siz de cezalı olarak sabaha kadar nöbetçisiniz!
— Peki efendim!
Đs yarım saatte bitti. Erler branda bezleri üzerinde kuru yemeklerini yediler, sonra üst üste kıvrılıp
uykuya daldılar. Sanki bir anda «uykuya dal!» kumandası almıs gibi bir kendinden geçis...
Naci, elinde ince bir değnek, yere yatar yatmaz uyuyuveren bu Anadolu çocuklarına bakıyor. Ne de
rahatça kaybedis kendi kendilerini... O. büyük yorgunluklar sonunda bayılmalar ve çökmeler bir
tarafa, her gece, uykuyu, korkunç bir ormanda seyrek bir av pesinde gezercesine arar ve yolunu
öyle canavarlar keser ki, avını bir türlü bulamaz.
Camiin iç kapısından çıktı, iç avlu... Solda bir kaç basamakla inilen bodrumsu bir yer... îçerde mum
yanıyor. Basamaklardan indi.
Müthis!..
Burası tabutluk... Yan yana bir kaç tabuttada postallarını baslarının altına almıs, uyuyan erler...
Bunlar, onbası, çavus cinsinden becerikliler, açıkgözlerdir ve hususî kamara imtiyaziyle tabutlara
yerlesmislerdir.
Ürperdi. Ne hissizlik!.. Her biri bilmem kaç ölünün yağım emmis, kokusunu yutmus tabutlara nasıl
girilir ve uykunun rahatı nasıl orada aranır!
Elindeki değneği tabutlara indirip imtiyazlıları uyandırdı ve haykırdı:
— Haydi içeriye, camiin içine!.. Tabutlarda yatmayı içiniz nasıl götürüyor?..
Erler, ayak bileklerinden ilikli uzun donlanyla kalktılar, oyunları bozulmus insanların somurtusu
içinde, ellerinde öteberileri, cemaat tarafına geçtiler.
Arkalarından uzun uzun baktı. Bir er, uzakta, minberin yanı basında, rahleye eğilmis, çok hafif
ısığa rağmen Kur'ân okuyor.
Hiç ses çıkarmadı. Elinde değneği, cami bahçesinin alçak duvarına, musalla tası karsısına çöktü.
— «Ölmeden ölünüz!»
Yoksa su tabuttakiler miydi ölmeden ölenler?.
— Ne münasebet, diye geçirdi içinden; onlar ölü doğanlar, yasamadan ölenler...
Ölüm... Ondan büyük (problem) tanımıyor... Batı edebiyatının cins kafaları içinde (Sekspir),
(Paskal), (Tolstoy), (Moris Materling) gibilerin, bu karanlık kuyuya, yukarıda, günes gören yerdeki
çıkrığa bağlı bir kovayla inip epey derinlere daldıklarını görüyor ama, bosuna zahmet... Bunlar,
bellibaslı bir derinlikte, çıkrıktakilere imdat isareti verip kendilerini yukarıya çektirmekten baska
bir sey yapamıyorlar... Hep akılla gidiyorlar. Akıl, kendi kendisini patlatmaktan baska hangi güce
sahiptir ki?..
Onca, ölüme ait hiçbir söz, mezarlık kapılarında gördüğü su-'ihtar kadar manâlı olamaz:
— «Bütün nefsler ölümü tadacaktır!»

beaverss
04-11-2015, 07:54
Bir gün solculuk çılgını Mine, ona sormustu:
— Söylesene kuzum, senin yasamak dediğin nedir.? Biliyordu ki, o kafada olanlara göre hayat,
yatmak, kalkmak, yemek, içmek, görmek, tutmak, koklamak, çiftlesmek, pençelesmek melekeleri
gibi zorlamaya yanasmaz, ötesini kabul etmez içgüdüler toplamından ibarettir. Fikir diye bildikleri
tek sey de, biricik hakikat fert hakkını cemiyet isimli yalana kaptırmaktan ibaret... Halbuki ölen,
fert ve tek gerçek fertte... Yoksa ferdin binbir aynadaki hayaline nasıl vücut tanınabilir? Asıl ölene
hakkını veriniz!
15
Mine'ye söyle demisti:
— Yasamanın mânasını mı soruyorsun?.. Sana göre bir cevap vereyim: Her isde ölümü unutmak
faaliyetinden baska bir sey değil... Evet, size göre yasamak bu!..
— Demek bir baska yasamak da var?..
— Bir sey ki, bir seyin olmamasiyle vardır, o sey gerçekten var mıdır?
— Sen kafa çelmelemekten baska hüneri olmayan bir (paradoks) ustasısın! O kokmus beynini ne
zaman tazeleyeceksin?.. Git de bu fikirlerle Belmâ hanımefendiyi avlamaya bak!..
Ve kafasına yine bir tabak yemisti. Böyle yasamak... Sonrası?.. Sonrası, içinde «sonrası?» sualine
bile yer olmayan bir tükenis, bitis, silinis... Đplik gerilince üstündeki büklümün uçup gitmesi, yok
olması... Yok da ne demek?.. O bir «var» almak gerek... Tam yokta yok da yoktur. Öyleyse «yok»
bir «var» m var ettiği var... Bir «var» ki, yalnız o var, gerisi yok, yok da yok... Yok da o «var»ın
icadı...
Gecenin bu saatinde, karsısında cami, önünde musalla tası, yine.eski nöbeti tutuyor. Öyle bir nöbet
ki, hiçbir termometre, atesini ölçemez ve hiçbir göz onun madde üstündeki kıvrımlarını tesbit
edemez. Naci, her defasında aklı tükenis noktasına sıçratan bu fikirlere «akrebin kıskacı» ismini vermistir.
Akrebin kıskacı, bu fikirleri kovayım derken, gözünün önüne yine öbürünün hayali çöktü. — Ya
ölürse o?.. Ne yaparım?..
Bu vehim onu yaktı. Kalktı, yürüdü, gitti, geldi, çesmede yüzüne su serpti, meydan yerindeki
motorlu vasıtaların ve ağırlıkların nöbetçi erlerini gözden geçirdi, köpek seslerini dinledi, tekrar
camiye döndü, erlerin horultularına karısık gecenin nabzını saydı.
16
Ufuklarda ilk beyazlık...
Caminin dıs avlusunda birdenbire yırtıcı düdük sesleri... Erler uyanıyor; sadırvana doğru geliyorlar.
Emir.-
— Herkes kıtasının basına!.. Cami bosaltılacak! Müezzin, Naci'yi selâmlayıp içeriye daldı.
Husmen Ağa geliyor. Naci'yi iki eliyle tutup kucaklayıcı bir hareket yaptı:
— Yazık, size evimde rahat bir gece geçirtemedim.
— Ziyanı yok... En büyük rahat, rahatsızlığa alısmaktır.
— Gidiyorsunuz!.. Yine gelir misiniz?.. Naci etrafına bakındı. Sanki Hatçe orada olabilirmis gibi...
Boğaz'da yalı deyince hatıra Belmâ Hanunefendininki gelir. Abdülaziz devrinden... Bilmem ne
paçanın torunu Belmâ Hanımefendi bu yalıyı, üstü gümüs telkari çizgiler ve yakut, zümrüt
renkleriyle süslü bir Avrupa pastası haline getirmeyi bilmistir.
Babası sefir, pesinden kocası da sefir... Ama ayrılmıslar... Hayatı Avrupalarda geçmis... Simdi de
yaz boyunca kalmak üzere Đstanbul'da, yalısında... Etrafında, ecnebi diplomatlardan, büyük
tanınmıs sairlerden, romancılardan, politikacılardan, is adamlarından bir halka...
Naci'den 10-12 yas kadar, büyük... Kırkına doğru...
Olanca çilesi, sabahtan öbür günün sabahına kadar genç ve güzel görünmenin (prosede) dedikleri
tertipleri, reçeteleri üzerinde çabalamak... Üçe taksimli 24 saatin iki bölümünde, tek basına, güzel
görünme ve çekicilik kazanma laboratuarına kapanırken, bir bölümünde de vitrine çıkar, elâleme
görünür. Belmâ Hanımefendi, bir isçinin 8
17

beaverss
04-11-2015, 07:56
saat çalısmak mecburiyetine, tersinden mukabil olarak günde 8 saat yasar. Geriye kalan 18 saatin
verimi iste o 8 saat içindir.
(Oskar Vayldhn (Leydi Sfenks) isimli hikâyesinde, esrarlı görünmek için arada bir sosyeteden
kaçıp Londra'nın hücra bir kösesinde tuttuğu odaya çekilen kadına benzetemezsiniz onu... Oradaki
(Leydi) basit bir kalpazandır; kendisini hayallerde büyütmeye bakar. Belmâ Hanımefendi ise
suniliğini tabiiliğe erdirici bir maharetle kendi kendisini imâl ve sergileme gayretinde... Ve doğrusu
iyi sergiler.
Öğle yemeğinden sonra iki saat kadar uyur. Maksadı, o saate kadar yasadığı basit hayat
sartlarının tortusunu üzerinden atmak, küfünü silmekve geç vakitlere kadar sürecek (estetik)
hayata geçmektir. Naci ile alâkası ne?.. Ne mi? Onu iflâsa götürmüs olması... • ' îste Naci'nin
«Ölürse ne yaparım?» diye düsündüğü büyücü kadın Belmâ Hanımefendi...
O kadınlar arasında «bir»... Hiç «öbürü» diye anılabilir mi?
Naci, bütün sahteliklerinin farkında olduğu, hile tertiplerini tek tek heceleyebildiği halde ona
tutulmustur.
Bir sanat sergisinde Ressam Âbid, oau Belmâ Hanımefendiye söyle takdim etmisti:
— Sizegenç ve hummalı neslin henüz eserini vermemis, fakat en istidatlı örneğini tanıtayım...
Üniversitede felsefe asistanı... Yakında doçent olacak...
Ve (marksist) bir siveyle Belmâ Hanımefendiyi de söyle çerçevelemisti:
— Salonlarında eski ile yeniye çöpçatanlık eden, (avan gard) sanatın koruyucusu, eskinin son
yenisi...
Hemen bütün solcuların illeti, bu ezberleme, bu basmakalıp giristeki bayağılığı sezmisti Belmâ
Hanım:
— Devam edin, devam edin! Cümlenizi bitirin!..
— Eğer güzellik kapital olsaydı, eziciliği önünde hepimizin teslim olmayı kabul edeceğimiz
prenses zarafet...
Naci, bu tekerlemeyi alkıslamadan duramamıs, Belmâ Hanımefendi de maskeli bir istihza ile
gülümsemisti. Yenilik adına bütün nisbetlerin mafsallarını koparan, gözleri küpe diye kulaklara
takan, elleri yerine topuklariyla sakak kemiklerini kavrayan resimler önünden geçit resmi
yapmıslar, çay masasına yanasmıslardı.
Belmâ Hanımefendinin gözleri hep Naci'nin üzerinde:
— Konusmuyorsunuz?
— Arada bir tutulurum; kelimelere güvenim kalmaz.
— Ne güzel!.. Âbid Bey henüz eserinizi vermediğinizi söyledi, ne zaman'vereceksiniz?
— Simdilik bir not defterinden baska sermayem yok... Bulduğumu sanmaktan ziyade, umduğumu
aramaktayım...
— Türk edebiyatında gelmis ve gelenler üzerinde tercih ettiğiniz var mı?..
— Olsaydı bulmus olurdum.
O anda Abid'in uzandığı çay fincanını alan Belmâ Hanımefendi ikisine birden duyurmustu:
— Âbid Bey, arkadasınız çok enteresan.., Bu günlerde sizi beraberce yalıya beklerim. Telefon
numarasını-biliyorsunuz, değil mi? ,
— Nasıl unuturum Hanımefendi?.. Unutmamanın formülünü veren siz değil misiniz? Semt
numarası, önünde 4 sıfır, iki eksik... Meselâ 99, 99, 98 yerine 100 binden iki eksik...
Naci bu formülcülük gayretine o günden dikkat etmisti
18
Belmâ Hanımefendinin, farkında değilmis gibi davrandığı, fakat solcu estetik ölçüsünün aksine, bu
farkında olmayısı usta bir kıvam içinde idare ettiği ve gözlerin içine sokmayı bildiği en güzel yeri ayaklarıdır.
«Buseden pabuç giydirdim o nermîn payına»
Mısraının sahibi Yahya Kemâl, herhalde bu ayakları rüyasında görmüs olmalı... Đnce, uzun,
ahenkli, tırnakları hafif pedikürlü güvercin ayaklar, insana, Belmâ Hanımefendiyi cinlerin
doğurduğu hissini verebilir..

beaverss
04-11-2015, 07:57
Gerisi ayaklarını yalanlamayan bir yapı... Fakat en çarpıcı, en vurucu
tarafı, bütün uzuvlarını gayet soğukkanlı, ağır baslı bir disilik heybeti içinde idare edici edaları... En
sert küstahlık ve hâkimiyet tavrı altında o kadar narin ve hafiftir ki, Sair Fuzûli'nin visale ermek
için dilediği zaifliği vaadedebılir.
«Öyle zaif ki! tenimi firkatinde kim Vaslına mümkün ola götürmek sabâ benî»
Soyundan geldiği asabi cümle farikasından ötürü daima bas ağrısı çeker. Üzülmesinde,
sevinmesinde, içinin her burkulusunda, kendisini, ruhunu her kaptırısında... Daha doğrusu
kaptırısında değil de kaptırır gibi olusunda... Çünkü o kendisini asla kaptırmaz, kaptırır gibi olunca
da hemen toparlanır ve siperine sığınır.
O, saadetini erkeğine mahkûm olmak yerine hâkim olmakta bulmus kadın tipinin son modeli... Ve
hayat onun için bu hâkimiyet sultasının zafer taklan ve sehrâyinler meydanı...
Naci bu kadınla karsılasır karsılasmaz gözlerinde okuduğu «bana gel!» cazibesine kapıldı ve
kendisince dünya çapında bir mücadeleyi kabul etti. Bakalım kim kime ve ne ölçüde hâkim
olacak?.. Hâkimiyet asıl Naci'nin idealidir.
20
Dünyada harplerin en incesi, en grifti, strateji ve taktikte büyük kurmay dehâsına en muhtaç olanı,
kadınla erkek arasındaki gizli savas... Bu savasın suurunu Naci'ye asılayan da Belmâ
Hanımefendi... Kadın bir ufuk gibi kaçmayı, yaklasıldıkça uzaklasmayı, ama adım bacında
vaadetmeyi, derken vaadini geri almayı, pesinden tekrar caymıs görünmeyi bilen, erkek de civa
damlası misali parmaklarından kaçıcı bu yaratığı bayıltıp durdurmayı ve parmağına yapıştırmayı becerebilen.
Hep bu kanunların çilesi altında geçen bütün bir mevsim... Henüz galip ve mağlûp belirsiz... Ama
Naci. için için, iflâsa gittiği kanaatinde...
Naci kafasıyla özlediği, fakat ruhuyla her defa alt üst ettiği kurmay ölçülerini boyuna imdadına
çağırıyor. Ama hiçbir zaman neticesini alamıyor.
Basını elleri arasına almıs, karsılıklı kıymetleri söyle sıralıyor:
Gençlik... Kuvvet kendisinde...
Servet... Onda...
Zekâ... Güya kendisinde...
Sezis... Onda...
Nefs hâkimiyeti... Yalnız onda...
Gizleme sanatı... Sadece onda...
Her noktadan hücum ve taarruz gücü... Kendisinde diyelim...
Açıkları yakalamak ve zaafları sömürmek hüneri: Mutlaka onda...
Kültür ve dünya görüsü... Kendisinde olmus, ne çıkar?
Her seyi ayaklarının altına serdiği içgüdü tavrı... Onda, onda, hep onda...
Bilançonun ana kıymet hükmü sudur: Naci hezimette, Belmâ ise muzaffer... O, Naci'yi kendi
kendisiyle ihtilâfa
21
sokmayı ve ikiye bölmeyi ve bir parçasını öbürüne yedirmeyi basaran kadın... Olanca (risk),
kendini varıs, hedef gösteris, yara alıs, yani gerçekte kuvvet ve ulviyet Naci'de... Belmâ'ya kala
kala, onun da haberli olmadığı son derece sanatlı bir süfliyet; ve âcizlerin âcizıyken güçlülerin
güçlüsü halinde bir sömürme melekesi kalıyor. Nasıl da belli seytanın kızı olduğu...
Naci'nin Mine'ye (paradoks) hissini verici konusmaları, Belmâ'ya yüzlerce merkebin sütüyle
doldurulmus bir havuzda banyo yapan Kleopatra zevkini tattırmaktadır. Zavallı Naci, hiçbir
madde zoruyla zaptedüsmez bu kadını, kafasından, ruhundan fethetme gayreti içindedir, ve pekâlâ
farketmektedir ki, çabaları bosuna... Disilikten hiçbir pay sahibi olmadığı için metoduna
samimiyetsizlik sokamayan, tam erkekliğini de kendisini dizginlemekle gösteremeyen Naci,
Belmâ ile oynadığı satrançta, onun bütün piyonlarım son çizgide vezir olmaktan ahkoyamamakta,
kendisi de yine kendi gözünde, bir köseye sıkıstırılmıs, mat olma vaziyetine getirilmiş
bulunmakta..

beaverss
04-11-2015, 07:58
Satrançtaki bütün «beynel»ler ve «açmaz»lar Belmâ'nın elinde; sairce «gambi’ler ve
kombinezonlar pesinde kosup dâ müdafaaya hiçbir değer vermemek va boyuna tas kaybetmek zaafı
da Naci'de... O yalnız kafasına güveniyor, Belmâ'yı kafasından kusatmaya çabalıyor, fakat süsten
ibaret hayranlıktan baska bir sey devsiremiyor. Yani Belmâ'yı, ayaklarının altında, tepe tepe
arsınlayabileceği nakıslı bir halıya çeviremiyor. Asıl Belmâ’nın gayreti, Naci'yi böyle bir halıya
çevirmek... Bas bası konusmalarında, Belmâ, bas ağrısına karısık öyle haller geçirmektedir ki,
gören onu fiziğini istilâ edici bir vecd içinde sanabilir. Halbuki hücumlar hep (metafizik) yoldan
gelmekte ve bu yoldan gidildikçe fizik boğulma sıkıntısına düsmekte ve sahneden kaçmaktadır.
Bu ne garip açmaz!
Bir gün yalının bahçe kapısına kadar onu uğurlayan Belmâ'nın su sözünü nasıl unutabilir:
— Mademki bir hafta sonra gelebileceksiniz; bana gider ayak öyle bir sey söyleyin ki, onunla bir
hafta yasayabileyim...
— Ya ben bu bir haftayı nasıl yasayabileceğim; düsünüyor musunuz?
Ressam Âbid'ln solcu bohemlerle dolu atölyesi olsun, Husmen Ağa'nın konağı olsun, Mine olsun,
Hatçe olsun; Naci, kâfurûdan yontulma, ince uzun büyücü parmaklarla çizilmis bir yuvarlak içinde,
her seye ve herkese alâkasızdır; ve kesilmek bilmez bir kulak çınlaması halinde, nereye gitse ve ne
söylese Belmâ'yı beraberinde tasımaktadır. Ve Đste mahut köye, ruhunda kemiklesen bu musallat fikirle gitmistir.
Köyden döner dönmez atölyeye kostu. Mine bu atölyenin, duvara çizilmis bir dekor motifi gibi
sökülmez ve yerinden kımıldatılmaz arması...
Evvelâ (konfor) lu bir yatak bulmak için tabutta yatanları, sonra zaafran, tarçın renkli ve lezzetli
Hatçe'yi anlattı. Anlatısa bayıldılar.
Mine fırsatı kaçırmadı:
— Ya (Dülsine) ne oluyor?
(Dülsine) Don Kisot'un sevgilisi ve Mine'nin Belmâ'ya yakıstırdığı isim...
— Ben Don Kisot olmaktan çıkmadıkça (Dülsine) kalbimden çıkmaz.
— Hayret ediyorum; sen hem kendini görebiliyor, hem de gördüğünden dönemiyorsun!..
— Sen benim yarı kadarım olsan da arada bir kendini görebilsen daha ne istersin!..
23
— Ne var bu kadında kuzum?
— Kendini damla damla vermeyi bilmek ve testiyi asla bosaltmamak sanatı...
— Bos ver! Benim anladığım yemek, tepsiyle önüme konulanıdır.
— Đste ruhcu ve maddeci farkı!.. Mine disi bir kaplan gibi atıldı:
— Sana yalvarırım, yine felsefe kuyuları açmaya çalısma!.. Vaz geç su izah etme, tarif etme
hastalığından!.. Hani bazen çok renkli ve hareketli konusmaların olmasa, sen, her görüldüğün yerde
suratına kapıların kapatılacağı sıkıcı adam olursun!
Âbid sırıttı:
— O izah etmeden duramaz.
— Sen de Abid, Mine'yi tekrarlamadan duramazsın... Benim izah hastalığım, (doğru, ben bir izah
hastasıyım!) izah edilemezlerin izahını asamaz. Sizinkiyse, her seyi izalı etmis sanmanın kof
diyalektiği ve basıbos ruh haleti...
Mine yine atıldı:
— Hâlâ izah, be!.. Bırakın bu safsataları!.. Sen, Naci, izahla Belmâ'dan ne koparabildin, söyler
misin?..
— Kafasını kopardım!
— Hayır, kafanı kaptırdın!
__ Doğru söylüyorsun Mine!.. Senin ağzından, bir yanlısın ağzından doğruyu dinlemek ne acıklı!..
Mine, babayani bir tavırla tek ayağını altına alarak oturduğu divanda arkasına doğru eğildi:
— Sen bırak kendilerini damla damla verenleri de testiyi dopdolu sunanlara bak!..
Ressam Abid bu sözden bir sey sezmis olmalı ki, usulca oradan çıkıp kayboldu.

beaverss
04-11-2015, 08:00
24
Belmâ Hanımefendinin yalısında bir parti... Ressam Abid ve Mine de davetlilerden.., Büyük sair,
meshur romancı, ünlü profesör, kurt politikacı vesaire... Divanhaneye benzer büyük salonda
kadınlı, erkekli gruplar... Naci, yapısık bir tavırla Belmâ'nın yanında... Etraflarında, Mine, Abid ve
çeneleri düsmüs, Naci'yi dinleyen bir kaç toy delikanlı ve kız...
— Ne uydurma bir dünyada yasıyoruz! Su ileride gördüğünüz ünlü profesör benim kürsü sefimdir
ve tek formalık orijinal eseri yoktur. Suradan buradan, hem de yanlıslariyle beraber aktarır,
aktardığı kitapların «düzeltme» sahifelerine bakmak zahmetine bile katlanmaz. Böyleyken
mevcutların en iyisi olmak sıfatını kaybetmez.
Profesöre dönen baslar ve gülümsemeler...
— Ya elindeki viski bardağını hususi bir zerafet edasıyla tutmaya çalısan meshur romancı?..
Romanın nereden baslayıp nereye gittiğine dair bir fikri, içinde mesele, beyin sancısı, ruh hafakanı
çöreklenen tek satırı var mıdır? Genç kızları ve kenar mahalleli Pembe hanımları ağlatsın, yeter!..
Büyük sairi görüyor musunuz?.. Bakın, pastasını nasıl sapırdata sapırdata yutuyor! O gerçekten
usta bir kartpostalcıdır. Yediği pastadaki gibi, krema, has buğdaylı gıda yerine krema imal eder.
Bağlı olduğu maziyi de yalnız bu tarafiyle anlar. Devam edeyim mi?
Belmâ mırıldandı:
— Siz benim dekorumu kötülüyorsunuz, Naci Bey; siz de bu dekordansınız! Baskalarını
düsürmekle yükselemezsiniz!
Mine, tam yerini bulmus, fırsatı kaçırır mı hiç:
— Devam etsin Hanımefendi; bakın, daha ne renkli karakterler var salonda...
Naci duramaz; o, yasadığı dünyada her seyin tahripçisidir:
— Evet, kurt politikacı!.. Fransız sefiriyle konusurken
25
yüzünün cephesiyle değil de, profiliyle konusuyor. Cepheden yüzü görünmeyen, yalnız iki profil
tasıyan bu tip, profilinin biri gülerken öbürüyle ağlar. Demin bir sırdasına söyle fısıldadığını
isittim: «Eğer listenin basında gösterilmeyecek olursam yeni bir parti kuracağım!» O, pansiyon
odaları seklinde vicdan kiralayıcısıdır.
Mine mesut:
— Burjuvaların dünyasını ne güzel çiziyorsun!..
— Ama, dedi Naci; onların dünyası çıkartma kâğıdıysa sizinki de sinek kâğıdı...
Belmâ'nın sesi acı:
— Bu dünyanın içinde bir de beni tarif etseniz, Naci Bey!..
Beîmâ'ya döndü; hissiliğini alaycı bir hürmetle peçelemek gayretinde bir tavır takındı:
—- Siz mi' siz belâ kadar güzelliğinizle bütün belâları unutturabilirsiniz!..
- Beğenmedim, Naci Bey, espriniz bazen pek yavan kaçıyor, zoraki oluyor âdeta... Allaha
ısmarladık!
Ve Mine kahkahayı basarken, Belmâ, kus gibi uçarak" ilerideki bir gruba katıldı.
Mine durur mu:
— (Dülsine)yi apıstırmak için harcadığın bütün emek-ter ters netice verdi, yeniksin Naci Bey!..
~ Ben her zaman yeniğim!.
Mine'yi kahreden ve nefretle karısık Naci'ye bağlayan da onun bu tarafı, okunu baskalarına atarken
ona bir kavis vermeyi, kendi ciğerine çevirmeyi bilen (mistik) mizacı... Ve bu arada, hiçbir kadının
affetmeyeceği sekilde Mine'yi görmeyisi, ona seffaf bir cisim gibi bakısı... Mine onun nazarında
yalnız arkasındaki manzarayı gösteren bir cam...
Belmâ, ileride, tek gözlüklü, genç Fransız diplomatlyle konusmakta ve diplomat lâf ettikçe gevrek
kahkahalar atmaktadır.
Diplomatın koluna girdi; sahane merdivenlerden yukarı kata çıkmaya basladılar. Bu hareketi
yaparken gözlerini kendisine mıhlayan Naci'ye bir nazar atmayacak kadar usta Belmâ Hanımefendi,
arkasındaki mahkûm âsıktan ve kuvvetinden emin...

beaverss
04-11-2015, 08:01
Ne yapsın Naci; arkalarından gitsin mi, gitmesin mi?. O da karsılık diye Mine ve yanındaki toy
kızlarla cümbüse mi koyulsun?.. Öyle bir tenezzülsüzlük duygusu içindedir ki, bütün mecali
kesiktir.
Ressam Âbid:
— Ne muhtesem yalı, diye söylendi; biz iktidara gelirsek bu yalıyı çocuk sarayı yaparız.
— Yani piçhâne!.. Simdiden piçhâne yahu!.. Dedi Naci ve büyük giris kapısına doğru yürüdü.
Sağlık müzeleri... Balmumundan (mask)lar seklinde karhalı, çıbanlı, urlu, cerahatli suratların
sergilendiği yerler... Patlıyasıya sis dudaklar, gömülesiye çukura kaçmıs gözler...
Böyle bir müzenin iki tarafı felâket tablolariyle dolu koridorunda geçiyor hayatı...
Bir bastan bir basa karikatür... Tabii karikatür değil, dehset karikatürleri, cehennem resimleri...
Zoraki nisbet bozma ve mantık yıkma marifetinden ibaret modern resmin hiçbir örneği, su,
aralarında yasadığımız, ciddi ve tabii ifadeli insanlar derecesinde acıklı bir gülünçlük
heykellestiremez.
Gülüncüz, gülünç! Hem gülünç olurken, hem de baskasını gülünç bulurken...
27
Naci kendini tüm gülünç buluyor... Bir sözün veya bir hareketin zafer ânında gülünçlüğünü
sezemiyor da, is bir hezimete, kırıklığa döndü mü, bütün yaptıkları ve ettikleri, karsısına bir
karikatür albümü halinde dikiliyor.
Kuvvetli kadının ikiye böldüğü ve kendi kendisiyle ihtilâfa düsürdüğü erkek böyle mi olur?..
Öyleyse, Naci de zekâsının incili ve sırmalı, göz kamastırıcı kaftanı içinde, setresinin altına
kâğıttan kuyruk takılmıs bir budala... Asıl gülünç, o...
Belmâ'yı fethetme yolunda basvurduğu her tedbir gülünç... Trastan sonra basını çapraz aynalarda
cepheden, yandan ve enseden inceleyisi, rengini ve seklini pek beğendiği ağzının konusurken nasıl
hareket ettiğini muayene edisi, saçlarını perçemleyisi, yüz çizgilerini görmeye çabalayısı hep
gülünç... Sade gülünç mü?.. Sefilleri de var... Bir davette, salonda kimse yokken iskarpinlerini
pantolonunun baldır kısmma sürterek parlatmakta ve burnunu karıstırmakta mahzur görmeyen bir
insan, kendi kendine sefil görünmeye baslayınca ıstırabı nice olur?., iğreniyor kendi kendinden... O
bir fatih değil, (Don Kisottur; Belmâ da Mine'nin bulusuyla (Dülsine)...
O bir idrak muzafferidir, fakat madde ve harekette felçli...
Yeni nesillerin «içgüdü» diye isimlendirerek sığır gütme seviyesine indirdikleri bedava
«insiyak’lar, onda her defa düsünülüp de bulunması gereken bir suur... Herkesin kolayı, onun
zorudur ve onu bu hale getiren süphesiz Belmâ... Ama kendi kuvvetiyle değil, onu ona çarptıran
Naci'nin kuvvetiyle... Onun gücünü kullanarak...
Bu kadın, Naci'nin erkekliğini bile kilitlemistir. Kendisini o kadar istetmistir ki, verilemez ve
alınamaz hâle getirmistir.
28
Belmâ'nın partisinden doğru evine kaçtı. ihtiyar annesiyle yine Boğaz tarafında oturduğu ahsap
köske... Uzaktan ezan sesi geliyor. Ama o da tabii değil... Hoparlörden... Hattateypten verilip
verilmediği süpheli... Sabah olurken Allah'ı hatırlamanın saatinde bu mu davet ediciden beklenen ses
Sokak kapısının merdivenlerinden ayak uçlarına basarak çıktı.
Onu anahtar deliğinden bir gözleyen mi var?.. Esiğe basmasıyla sokak kapısının açılması bir oldu.
Annesi... Sabah namazına kalkmıg ve bir anne dahâsiyle oğlunun esiğe ayak bastığını sezmistir.
Düsündü:
— Samimilik yalnız annede...
— Nasılsın oğlum?
— Đyiyim Anne!..
— Yatmadan biraz kahvaltı etmek istemez misin?..
— Hayır anne-, iyi geceler!.
— Đyi günler diyecektin!..

beaverss
04-11-2015, 08:01
Ve kır saçlı, sütbeyaz örtüsünün altında, gözleri bir çift sefkat ve merhamet kandili, nur yüzlü
anneye bir göz bile atmadan merdivene doğru kostu, kendisini bir kat yukarıdaki odasına attı.
Yatağına kapandı ve sarsıla Sarsıla ağlamaya basladı.
Ağlamak, pek bildiği ve sık sık denediği bir sey değil... Gözyası onun ruh kuyusunun derinlerinde
ve yukarı çekilmesi çok zor... Hele bazılarının musluk açarcasına, olur olmaz, salıverdiği yaslar
onca çirkin... Onca her sey, herkesin ağladığı vaziyetlerde fikir dehsetinden ibarettir; dehsetse
dondurur, ağlatmaz.
Fakat bir yeri, bir yüksekliği var ki, gözyasının, orada fikir utanır, barınamaz ve dipsiz kuyunun
suyu bu defa gökten yere çevrilmis bir sürahi gibi kalbe dolar.
29
Ah çorak kafa ve yağmurlu gönül...
Naci bu fikirlerin hiç birine cevap verebilecek takatte değil... Katıla katıla, yorganı ısıra isıra
ağlıyor. Son hezimeti müthis...
Yaz aylarının ortasında, askerliğini bitireli bir ay, Belma ile tanıstığı zamandan beri de altı ay
geçmis, madde hesaplarına göre 70 kilodan, 50'ye inik ve göz kenarları çizgilerle didik didik... Hali
bu...
Bu ağlayıs bütün bir mevsim su görmemis, üstü çatlaklı, böcek ölüleri ve kavruk otlarla kaplı bir
toprağa gök gürültüleriyle karısık bir yağmur düsmesidir ve belki de sifanın ta kendisi...
Ağladı, ağladı; ağladıkça ağlaması kamçılandı, sonra birdenbire katılıp kaldı. Ayağa kalktı, aynaya
geçti, kanlı gözlerine ve dağınık saçlarına aldırmaksızın kapıya kostu.
Açtı.
Aaa!.. Annesi!..
— Beni kapıdan mı gözlüyordun, anne?
— Gidisini beğenmiyorum oğlum, kendine dikkat et! Annenin dehsetle açılmıs gözleri önünde
merdivenleri ikiser ikiser atladı, sokağa fırladı. Arkasından küt diye çarptığı kapının sesi... Bu sesi
yalnız anne duydu.
Sokaklarda insanlar nasıl da sakin sakin gelip geçiyor, islerinin basında nasıl da dönüp
dolasabiliyor? Hayret etti. Üstüne korsan bayrağı vâri bir iskelet kafası çizilmis ve kafanın tepesine
«ölüm tehlikesi» yazılmıs, elektrik merkezine benzer demirden bir kulübecik gördü. Yazıyı
kendisine yordu ve elini kaptırdığı ceryandan içinde bir ürperti duydu.
Belmâ'nın yalısında arka bahçe... Düğmeye bastı. Uzaklarda, derinlerde bir zil sesi...-
Kapıyı bahçıvan açtı ve onu giris kapısında beyaz ceketli emektar usak karsıladı:
— Hanımefendi istirahatteler, Naci Bey; biz de alt katta,
30
gecenin dağınıklığını topluyoruz, isterseniz haber verelim...
— Hayır! Dedi Naci ve sıçrayarak alkol ve eksi yemek kokan divanhânemsi salondan yukarıya
atıldı.
Belmâ'nın yatak odası kapısını sert sert vurdu.
— Kimdir o?..
— Benim, Belmâ... Lütfen dısarı kadar zahmet et! Tek dakika...
Belmâ sırtında bir sabahlık, tabii zamanlardakilerden daha örtülü, kasları çatık ve yüzü
beklenmedik bu baskının nefretiyle mühürlü, bir koltuğa çökmüs... Güzelim ayaklarını açıkta
tutacak suurdan bile uzak... Karsısında ve ayakta, hayatında rastlamadığı ve rastlayacağını
sanmadığı garip sekilde gözükara bir adam... Bu adam taarruz ederken bile kendi öz ciğerini
yerinden söküp kum torbası gibi hasmının suratına atıveriyor. Ne acayip mahlûk!..
Belmâ, yüzünde yangın, kendisini süzen Naci'ye söz hakkı tanıdı.
Naci sözünü söyledi:
— Niçin geldim, biliyor musun?.. Sana bir cani, bir kaatil olduğunu haykırmak için... En aziz
mânaların kaatili... Beni bana öldürttün!

beaverss
04-11-2015, 08:02
Belmâ, ok yemis gibi irkildi. Öyle zerafetli ve güzeldi ki bu irkilis, Naci, oku kendi yemis gibi
oldu. Bir an içinde, ilk defa «sen» diye hitap edebildiği Belmâ'nın ayaklarına kapanmak mı, yoksa
onu tekmelemek mi gerektiği üzerinde sasa kaldı.
Belmâ'nın suratında patlayan bir tokat.
— Allaha ısmarladık! Diyebildi yalnız ve uçtu, gitti.
32
Eve döndüğü zaman, bir sey aramak için açtığı bavulunda tabancasını göremedi. Kendi kendisine:
— Annem kaldırmıs olacak, dedi; zavallı anne!.. Anne, bir hayalet gibi vakarlı, yavas adımlarla
odaya girdi ve oğlunun yatağına ilisti. Dim dik...
— Tabancamı sen mi kaldırdın anne?
— Ben kaldırdım!
— Niçin kendimi öldürmeyeyim diye mi? Anne gayet iradeli:
— Đsi, artık benim el atmamı gerektirecek hale getirdin! Onun için...
— Bu kadar da mı kendime hâkim değilim?..
— Sana hâkim olan olmus... Hatırlıyor musun bes yasındaki bir halini... Evimize hırsız girmisti
de sen korkundan kucağıma atılmıs, dakikalarca titremistin... Đste o yastaki kadar bana muhtaç hale
geldin!..
— Anne, sus, beni öldürebilirsin!..
— Asıl sen, iradeni kaptırdığın büyücü emredecek olsa bana kıyarsın!
— Etme, anne!..
Annenin gözleri dalar gibi oldu:
— Ama annelik bu, yine sana acımaktan baska bir sey elimden gelmez. Sana bir kaç kelimelik bir
halk masalı anlatayım: Sevgilisi âsığından annesinin ciğerini istemis: Git anneni öldür ve ciğerini
bana getir!.. Çocuk bu isi yapmıs... Elinde annesinin ciğeri, kosarken ayağı bir yere takılmıs ve
düsmüs... Ciğer haykırmıs: Vah evlâdım, acıdı mı bir yerin?..
Naci gözlerine dolan sıcaklığı zaptedebilmek için dislerini sıktı.
— Ama ben, diye devam etti anne; artık bu evin hayaleti olmaktan çıkacağım, oğlumu kurtarmak
için ne lazımsa yapacağım!
32
— Ne yapabilirsin anne?.. Elinden ne gelebilir?.
— Bir annenin elinden ne gelmez ki?..
Naci, iki yasındayken kocası ölen, yirmibes yasında dul kalan ve yirmibes yıldır erkek yüzüne
bakmayan ve bu köskte sessiz bir hayalet gibi gezip dolasan annesinin ne harikulade bir kadın
olduğunu biliyordu: Varsa, yoksa, oğlu... Bu köskten baska nesi varsa, konak, mağaza, han, satmıs,
oğlunu yetistirmeye bakmıstı. Oldukça tahsilli, fakat hepsinin üstünde müthis bir zekâ ve enerjisi
vardı. Hattâ, Naci, bazen kendisini pek gururlandıran mücerret fikir ve hayâl kuvvetini annesinden
aldığı kanaatindeydi.
— Peki, su «elimden ne gelmez ki?»- dediğine bir misâl versene!.. Yerini yurdunu o kadar ustaca
öğrendiğin Belmâ Hanımefendiye gidip de «Oğlumdan uzaklas! mı diyeceksin!
— O kadar adilesemem; oğlumu da âdilestirememl— Seni evlendireceğim!.
Naci o haliyle bir kahkaha atmaktan geri kalmadı:
— Kiminle anne?.. Tanıdığın mı var?..
— Yine senin vasıtanla uzaktan tanıdığım biriyle... Su, hikâyesini anlattığın köy dilberiyle....
Naci'nin acı kahkahaları üst üste:
— Ayol; o kızı ben sana sadece çekici bir tablo diye anlattım. Son derece nâdir renk ve
çizgileriyle, garip dedesi ve tek basına çevirdiği sato vârî konağıyla bir tablo... Önünden geçip
gittiğim ve ancak bir ân seyredebildiğim bir tablo...
— îste sana uygun olan o! Gidip getireceğim onu... Naci yalvarıyor:
• — Anne, yapayım deme bunu!.. Ben hastayım!.. Kocakarı ilâcı bana sökmez. Bırak ben kendi
kendimi kurtarayım!,.

beaverss
04-11-2015, 08:04
— Bana kocakarı mı diyorsun?
— Hayırl O kıza kocakarı ilâcı diyorum. Zaten Mısır-çarsısı ilâçlarının rengi ve lezzeti tütüyor
üzerinden...
— Öyleyse bir eczahaneye git de, insanı bir daha kalk-mamacasına yatağa serecek bir uyku ilâcı al
kendine!..
Anne odadan çıktı. O da elbisesiyle uzandı yatağına...
Uyku!.. Neredesin? Bayılmaya, içinde «yok»un bile yok olduğu bir yokluğa muhtaç...
Đrade heykeli annesinden aldığı tesir, ona, kendisini solcu bohemlerin hayvani içgüdüler deryasına
atmayı ilham etti. Artık ne kitap, ne fikir, ne de eseri diye düsün-' düğü ve yarısına geldiği doçentlik
tezi üzerinde çalısma... Belmâ o eserin sahifelerini çoktan rafa kaldırtmıstır.
Belmâ'nın bir sürü sıfırdan 2 eksik telefonuna kaç kere uzanan elini geri çekmeyi bildi. Kıyamete
kadar yasasalar onun tarafından aranmayacağını da biliyordu.
Bakalım sabrı ne kadar sürecek?..
Kapandı gibi bir sey, Ressam Âbid'in atölyesine... Annesine uğrayısı, yatılı mektep talebesinin
haftada bir evciliğinden farksız...
Ressam Âbid'in kadınlı erkekli çevresiyle artık çarpısmıyor, onlara çatmıyor, her türlü ayrılık ve
aykırılık içinde yasayıslarına uymaya çalısıyor, onlara alaycı bir edâ ile zaaflarını açmaktan ve
alaylarına katlanmaktan da geri kalmıyor... Kendi kendine cezası, bu...
Bitip tükenmek bilmez bir (Dülsine) ve «zaafran sarısı kız» alayıdır sürmekte...
— Onları birbirlerine göstersene!..
— Ne münasebet!
— Hani korsan gemisine benzer yelkenli bir gemi kiralayıp bir parti vermeyi tasarlıyordun ya...
Ver bu partiyi, hem Belmâ Hanımefendi ve çevresini, hem bizi, hem de baba kızı çağır!
— Deli misin Mine?.. Adam hiç de kızını alıp ayak atar mı böyle -bir partiye?..
Doğruydu; Belmâ'ya kapılısının ilk demlerinde onu apıstırmak için söyle bir hayâl kurmustu:
Haliç taraflarında iskeletlesmis kocaman bir gemi bulacak, geminin 40-50 kisiyi rahat alabilecek
güvertesini ve direklerini türlü panolar ve bayrak seklinde resimlerle süsleyecek, renk renk kâğıt
fenerlerle donatacak, içinde (debos) dedikleri bütün bir «vur patlasın, çal oynasın!» âlem
tertipleyecek, binbir gece masallarına tas çıkartıcı numaralar yaptıracak, bazı klâsik piyeslerden
seçilmis parçaları ve karakter örneklerini en alaycı üslûplarla canlandırtacak, hissilikleri
gülünçlestirecek, gülünçlükleri hissilestirecek ve daha ni-,ce buluslar sayesinde Belmâ ve çevresini
apıstıracaktı. Bütün bu gösterislerin mihrakında da kendi «ben»ini, seytanî dehâsını
heykellestirecek...
Ama, Belmâ'ya doğru yokus asağı baslayan yol, yokus yukarıya dönünce bütün hesaplar altüst
olmus ve bütün komiklikler trajediye çevrilmisti.
. — Evet, Mine, dedi; geçti o mevsim, simdi kendimi koruyabilme durumundayım...
— Hiç göründüğün yok mu ona?
— Hiç!..
— Daha ne kadar sabredebilirsin?
— Bilmem...
—• Herhalde yaktığı büyü buhurdanı karsısına geçmis, seni bekliyordur!
Ressam Âbid, masasında ve her zamanki el desenlerine eğilmis, dudaklarında devamlı tebessümü,
karalamalar yapıyor ve Naci ile Mine'ye kulak vermekten geri kalmıyor. Eller... Türlü bükülüsler,
büzülüsler, açılıslar, uzanıslarla insan ruhunun en zengin ifadecisi eller... Oksayan, tırmalayan,
kavrayan, koyuveren, yalvaran, yumruklayan, dilenen, sadaka veren, bıçağa sarılan, duaya açılan
eller...
35
Abid önündeki resmi Naci'ye çevirdi:
— Nasıl? ..
— Harika!.. Bütün ruhu parmaklarında...

beaverss
04-11-2015, 08:05
— Yalvaran eller... Boğazlayamayinca yalvarmaya geçmis eller...
— Benim ellerim...
— Yok canım!
— Bilek mafsallarından öteye ondörder boğuntuyla sayısız faaliyetlere ve bu faaliyetlerin iç
edalarını sekillendirmeye memur eller... Onlardaki esrara her zaman dikkat ettim. Senin bu el
tutkuna da âsığım...
— Ama ben böyle fikirlere bağlayarak yapmıyorum bu desenleri... içimden geliyor, ondan...
— Biliyorum; senin sanatın, hasta kedilerin kırda buldukları sifalı otlar gibi bir içten gelis,
eseri... Sen, sanatı üstünde düsünce" tasası çeken bir mizaç tasımıyorsun! Solculuğun da böyle...
Mine, Âbid'in imdadına yetisti:
— Yine tutmasın izah hastalığın!.. Birbirimizin akıntısında güzel güzel giderken yine
çatısmayalım... Belmâ'nın ellerini neye benzetiyorsun? Büyücü ellerine, değil mi?. Ya benim
ellerim?..
— Seninkiler mi?.. Disiliğini gizlerken açığa vuran hünsâ elleri...
Ressam Âbid, kıskıs gülüyor. O hep güler, ne söylense dinler ve hiç bir sözü ne doğrular, ne
tersler... Kaplumbağa gibi bası dısarıdayken de kabuğunun içindedir. Kendisini belirttiği
zamanlarda da asıl maksadı içinde kalarak kim ne tarafı gösterirse ona uymakta hususi bir ustalık
gösterir. Ruhunu asla vermez. Arayana da buldurmaz. Herkesin suyuna giderken, yer altında hususî
bir akıs yolu tutturduğu da inkâr edilemez.
— Abid, sen düsünmeyi sevmezsim değil mi?
36
— Tanımam ki seveyim...
— Ölümden korkmaz mısın?.
— Düsünmem, ki korkayım...
— Çocukların oyuncaklarını kırıp bağırsaklarını dökmesi gibi sekilleri nisbet ve âhenklerinden
ayiklaya ayıklaya ne aradığını izah edebilir misin?
' :— Aradığım yok ki izahım olsun... —. Ya?..
— Elim gittiği gibi gider. Ne düsünürüm, ne sorarım...
— Sizi, bitki insanlar sizi!.. Hayvan olmaya bile uzaksınız! Hayvanı bile taklit edemiyorsunuz!
Maymun taklitçileri!..
Mine dayanamadı.-
— Hani ya hırlasmayacaktık?.. Abid, Naci'yi müdafaa etti:
— Bu kadarı hırlasma sayılmaz!
Zil sesi... Ellerinde sepetler, paketler, bir grup kafadar...
Bir curcunadır basladı. Masayı hazırlayanlar, divanlara serilenler, bir koltuğa kızlı erkekli üç kisi
oturanlar, durmadan lâf edenler...
Naci, bu manzarayı uzun uzun seyretti ve içinden düsündü:
—' Bunlar nece konusuyor? Mart kedileri bile disilerine karsı bunlardan daha manalı sesler çıkarır.
Vazgeçtik su yeni dil denilen hırıltılar zurnasından, bu insan karalamalarının bu zurnayla
çıkarabildikleri en basit düsünce âhenginden bile eser yok'.. Fikir adına (do) ve (re) seslerinden bile
bir nisbet kuramıyor...
Kızlardan biri haykırdı.-
— Konussanıza, Naci Bey! O güzel fikirlerinizi dinleyelim!
Cevap verdi:
— Sizin,, ye, yut, sık, iç, at, tut, kır, dök gibi tek heceli yalçın kavramlarınız karsısında fikir
arka üstü düsüp bayılmaz da ne yapar?
-Bunlar Türkçe değil mi?
— Heyhat, Türkçe!.. Baska bir ses yükseldi:
— Dilini de inkâr ediyor adam!..
Bu ses Mine'nindir ve kösesinde, kadınsız yapayalnız oturan Naci'ye sokulmaktadır.

beaverss
04-11-2015, 08:07
— Sen dili ne yapacaksın, Mine?.. Elektronik beyinle sevisip anlasmak sana yetmez mi?..
Mine artık isyancı değil, anlasmacıdır. Elektrik serareleri fıskıran gözleriyle kadın seklinde bir
«bilgisayar» edasına bürülü, Naci'nin yanına çöktü. O, erkeği kilitlemenin değil, açmanın ustası...
Boğuluyor. Neye el atsa avunamıyor. Haftalar geçtiği halde Belmâ'dan en küçük bir isaret yok...
Belmâ'nın çevresinden, o güne kadar hiç aramadığı ve uğramadığı bazı kimselere tesadüf vesileleri
uyduruyor ama, hiçbirinde arandığına ve sorulduğuna dair bir alâmet bulamıyor.
Sonbahar gelmek üzere... Bir müddet sonra Belmâ belki Avrupa'ya gidecek, üniversite de
açılacak...
Evine karsı vaziyeti düzgün... Annesiyle hiç ses etmeden cali bir ahenk içinde düsüp kalkıyor ve
köske gidis gelisini intizamla sürdürüyor. >
Gece... Ağustos böceklerinin her aksam biraz daha pest perdeden senfonik orkestralarını
seslendirdiği gecelerden biri...
Büyük yemek masasının basında... Annesi biraz önce yukarıya çıkmıs, yatsıyı beklemektedir,
önünde bir (bloknot) ve tükenmez kalem... Tükenmeyen onun illetidir, kalem de ne demek?..
38
«Belmâ!. diye basladı yazmaya...
Eyvah; derdini mektupla anlatacak hale mi düstü?.. Đs bu kerteye geldi mi, esaret gerçeklesmis
demektir. Ve itiraf edilmis... Varsın öyle olsun, artık saklanabilecek nesi kalmıstır ki?.. Son ümidi,
artık mektupla taarruz hamlesinde...
Yazdı, yazdı, yazdı. Bütün gücünü, olanca inandırma dehâsını kaleminin çizgilerine yükleyerek
Belmâ'nın ruhuna girebileceği bir menfez açmaya çabaladı.
Acık pencereden bir vapur sesi geliyor. Son vapur olmalı... .
Yazdı, çizdi, karaladı, kâğıdı yırtıp attı, yeniden basladı.
Sofadaki asma saat 12'yi çalıyor. Hâlâ doyurucu bir satır yazabilmis değil...
Vazgeçsene! Kalkıp yatağına gitsene!.. Ne mümkün!. Kaptırmısta- bir kere kendini... Akrebin
kıskacı bu defa ta beyninden yakalamıstır onu... Fenalastığını hissetti Açık pencereye zor gidip
derin derin nefes aldı. Bahçede sinsi yaprak hısırtılarından baska hiçbir ses yok... Yine oturdu, yine
yazmaya koyuldu. Aman! Simdi hersey değisik... Sanki içinden ikinci bir Naci çıkmıs, onu
uzanamayacağı ufuklara çekiyor. O yazmıyor, öbürü yazıyor. Fikirleri istiklâl ilân ediyor ve dönüp
onu korkunç Mr gerçeğe sürüklüyor. Ruhun atom çekirdeği gibi çatladığı öyle bir nokta ki, kıl payı
ilerisinde cinnet vardır.
Evet; ikinci hüviyetinin ona anlattığı mefkürelestirilmis kadın o noktada tükenmistir ve
verebileceği hiçbir sey kalmamıstır. Bu müthis hakikati kendisine öğreten öbür kendisi, sanki ayağa
kalktı, eline bir balyoz aldı, var kuvvetiyle ense köküne indirdi:
—- Ne arıyorsun budala?.. Aradığının ötesinde Allah var!..
39
Çekicin' örse inisi gibi, acısı ve sesiyle fiziğinde duyduğu balyoz onu ayağa zıplattı. Kâğıtlarını
avuçladı, sofaya fırladı, bos kalan eliyle merdiven trabzanlarına tutundu, çıktı ve yatağına düstü.
Gözlerini yumar yummaz gördüğü: -Besili, kuvvetli, alevden dili sarkık, bembeyaz testere disleri,
sipsivri hançer gözlü bir köpek kendisine hırlıyor. Bütün iradesini toplayarak kendisine emretti: —
Uyu!
Uyumadı, bayıldı.
Yatağından kalktığı ve esyasını yerli yerinde gördüğü dünya, eskisi değil, baska bir dünyadır.
— Anne, deli olmaktan korkuyorum.
— Korkma evlâdım, sen deli olmazsın! Allah sana merhamet eder.
— Anne, beynimin patlayıp kül olmasından korkuyorum!
— Allah'a bağlan, yalancı dünyadan geç ve korkma!..
— Anne, çok acı çekiyorum. Her zerremi ayrı ayrı cımbızla koparsalar bu acıya denk olamaz.
— Çektiren, sabır gücünü de verir. Sabret!
— Anne, deli olursam beni hastahanelere bırakmaz, yanında alıkorsun, değil mi? Herhalde
zararsız bir deli olurum. Beni bırakma, anne!
— Hiç yanından ayrılır mıyım oğlum?
Naci, annesinin dizlerine gömülü basını bir ân için kaldırdı, annesine baktı:
— Allah beni affeder mi anne? Annenin elleri Naci'nin saçlarında.-
— Eder oğlum; umarım ki, anne duasını yerde bırakmaz.
Naci'nin bası yine annesinin dizlerine düstü. Ağlıyorlar...
Naci artık herkese tabii adam taklidi yapıyor. Geceleri üstünü örtmeye gelen annesine de uyku
taklidi... Yemek yerken istiha taklidi... Üniversitede aklı basında bir adam taklidi... Sanki kendi
haline bıraksa yüzünün çizgileri bir ceviz gibi yamru-yumru büzülecekmis de görenler ıstırabını
anlayacakmıs gibilerden onları germeye çalısması... Tebessüm, yanaklarını kezzap sürülmüscesine
acıtan bir seydir. Gözleri dibindeki faciayı ifsa etmesin diye takma gözlerle değistirilmistir. Ellerini
bile fazla hareket ve isaretten alıkoymus, adetâ felce uğratmıstır.
Bu kadar mı?
Ruhu bir tarla... Vehimlerden bu tarlaya kara bulutlar halinde çekirge hücumu... Tarlanın rengi,
yesil basak yerine, yesil çekirge... Gözlerini kapattığı zaman da kıvrım kıvrım beyni kanıyor. Her
fikir, bu kıvrımlar arasından akan siyah bir kan damlası...
Ne vehimler, ne süpheleri..
Bakın neler:
Ya bir sabah yatağından doğrulmaya çalısırken lisânını unuttuğunu ve kafasında tek kelimeye yer
kalmadığını farkedecek olursa?.. Ya emniyetle bastığı yer birden çöküp arzın ates merkezine kadar
bir tünel açılacak ve onu yutacak olursa.. Ya bütün yükseklikler.çukura ve çukurlar yüksekliğe
dönecek olursa?..
Bütün bu fikirlerin deli saçması olduğunu bilmiyor, anlamıyor değildi. Onları bedahet hissi
dediğimiz bir sezisle cevaplandırıyor ve frenlemeyi basarıyordu ama azabını üstünden atamıyordu.
Hey gidi hey... Su etrafındaki kolaycı, bedavacı insanlara da bak!.. Bedahet duygularının çek-çek
arabalarında
41
keyif sürerek mesafeleri asan insanlar... Bu insanlardan kime bahsedebilir halinden... Kime ve
hangi dille anlatsın halini...
Yoksa zaman, mekân, mazi, tarih, esya, hareket, bu dünyada ne varsa hepsi birden yalan da bütün
insanlık kendisini aldatmak için birlik mi olmustur?..
O noktaya varıyor ki, süphesi, gerçek diyebileceği tek sey kalmıyor. Meselâ... Ayvanın rengi sarı
mıdır?.. Evet sarı!.. Nereden belli?.. Herkesin sarı dediğinden... Đyi ama, bu, kelimede ortak bir
gerçek... Đnsanlar birbirinin göz bebekleri içinden bakabilirler ve kelimelerdeki ortaklıklarını tek
fert halinde yasayabilirler mi?
Sonsuz öksüzlük...
Hayır, hayır, bu ıstırap dayanılır, çekilir gibi değildir. Düsünmemek için ne yapsın?.. En azından
vücudunda bir yara açıp onun maddî acısıyla manevi acısını dindirmeye mi baksın?..
Saçma!..
Bu, gölgeyi gömmek için üzerine toprak dökmeye benzeyecektir. Gölge daima üste çıkacak ve
toprak altta kalacaktır. O
Bir gece, bir gece... Her biri aynı gecelerden bir gece... Bitisikteki köskten Kur'ân sesi geliyor.
Birkaç gün önce o köskten bir cenaze çıkmıs ve simdi hatim için toplanılmıs bulunuluyor. Bazı
kelimelerini anlar gibi olduğu bir âyet yıldırım gibi kalbini yaktı:
— «Allah hiçbir nefse gücünden fazlasını yüklemez.»
Derin bir nefes aldı. Kurtulmus muydu yoksa?.. Madem yükü bu kadar ağırdı, demek onu çekecek
güce de sahipti. Müthis bir iftihar duygusu içinde devlesmisti sanki...
Doktor mu?.. Ne münasebet!.. «Ruh doktoru» denilen
42
insanları, ne kadar anlayıslı ve sefkatli olurlarsa olsunlar, fezada en uzak yıldızın ikliminden
bahsetmeye kalkısan müneccimlere benzetiyor. Bunların, aczlerini itiraf ve ona göre bir usûl takip
etmedikçe hiçbir hayr ve hakikate temas sağlayamayacağına inanıyor.
Karıstırdığı ruhi tababet kitaplarından birinde dünya çapında (otorite) tanınan birinin su sözüne
rastlamıstı:
— Biz hep normal olmayan insanı tarif'etmeye kalkar ve bu yönden bir tedavi sekli bulmaya
çalısırız. Ya normal olanı tarif et deseler ne yaparız?.. O zaman, karsımıza, tas gibi, odun gibi,
hissfz ve suursuz bir sey çıkmaz mı?
Đste dâva bu kadar derinden ele alınmalı, metodu ona göre bulunmalı ki, ruh doktorluğu makamı
namusuna kavussun...
Ruh doktorları onun için kendi bildiklerinin cahili ve tohumun içindeki gizli cevheri pensle arayan
bir kafa sahibi olduğuna göre ne yapsın?..
Annesine sorarsanız bir hocaya gitmesi ve okunması lâzımdır:
— Kuzum evlâdım, filan yerde nefesi keskin bir hocadan bahsediyorlar; haydi gidelim!..
— Gidelim anne!..
Henüz derinliğine din ölçülerini bilmeye uzak bulunduğu halde bu is ona hos görünmüyor. Heyhat
ki, bir hocanın iprofesyonel) bir salâhiyetle manevî bir tabib edasına bürünmesini ve her basvurana
sifa satmasını yakısıksız buluyor.
— Gidelim anne!..
Bir kenar semtte ahsap, kara kuru bir evin kapısını çaldılar. Kapıyı ihtiyar bir kadın açtı. Arkasında
kuyruğunu havaya dikmis, miyavlayan bir sarı kedi... Đhtiyar kadın «buyur» etti. Bir ahsap
merdivenden çıkıp hocanın karsısında, yer minderleri üzerinde oturdular.
43
— Neyiniz var evlâdım; sikâyetiniz neden?.
Naci cevap vermedi. Anlatabileceği bir sey olsaydı, karsısındaki kır sakallı ve beyaz takkeli
hocadan bir sifa devsirebileceğine inanırdı. Anlatılamayacak ve anlamayacak olandan ne
beklenirdi? Hocanın her hali bu neticeyi gösteriyordu.
Annesi atıldı:
— Ben söyleyeyim hoca efendi; büyük sıkıntılar, bunalmalar, daralmalar, dalmalar içinde...
Kendisini kovalayan düsünceleri üzerinden atamıyor.
— Buna vesvese derler; yaklas oğlum yanıma!
Hoca okudu ve çıktılar. Hocanın sorusuyla annesinin anlatısı karsısında yalnızlığının dipsizliğini
bir kere daha ölçmüstü. Yangını resimde seyredenlerle yananlar arasındaki mesafe... Bu isin
mutlaka bir hocası vardı ama nerede?.. Bu isin gerçek tabibi mutlaka mânalar âlemindeydi, ama
nasıl bulmalı?..
Köskün, ensesine balyozun indiği yemek odasında, masanın tepesinde, belki kösk satılsa
alınamayacak kadar değerli bir avize vardı. On ikiserden iki sıra renk renk fanusun halkaladığı
sâhâne bir avize... Fanusların altında da püskül yerinde ve küpe seklinde küçük billur parçaları...
Kapı hızla açılır, yahut pencereden rüzgâr girecek olursa bu billur parçaları birbirine değer ve perde
perde seslerle esrarlı bir sarkı söylerlerdi. Bu sesler Naci'ye masal musikisi gibi gelir, efsaneler
ikliminde bir düğünden yankılar getirirdi.
Masada aksam üzeri aynı noktada otururken açık pencereden acı bir rüzgâr esiverdi. Tokusan
billurların bir ağızdan sarkısı... Đçine öyle ılık bir his düstü ki, gözlerini yumup uçacağı geldi. Su
sırıltısı, harp, flüt ve daha bilmem
44
ne seslerinden senfoni... Bu senfoni, ruhundaki bilmeceyi sanki lif lif çözmekte, kelimelerin
yetmediği yerde, izah ^edilmezlerin izahını vermektedir. Yedi kat göğün birbiri lüzerinde
daireleserek dönerken çıkardığı, fakat isitebilmek liçin baska bir kulak gerektiğini ihtar ettiği
sesler... Ses-Berin sırrı... Yedi sayısı içinde sayısıza varan ses nisbet-Berinin muazzam mimarîsi...

beaverss
04-11-2015, 08:08
Uçuyor, uçuyor; türlü kıvrımlarla bütün istikametleri kurcalayan mermer merdivenlerden ağır ağır
göğe çıkıyor, ire kol kol her merdivenin birlestiği billur zemin üzerinde bu çıkısın kendisine ait
olduğu müthis bir mânadan pırıltılar görüyor.
Bu mâna kendisini verâların verâsına, ötelerin ötesine devretmektedir ve ilk göz plânında, eliyle
yine öteleri isaret eden dimdik bir heykel vardır. Kadın...
Kadın bir fikir... Her sey bir fikir; ama kadın, üstün fikrin kalıba döktüğü heykel... Onu o zannedip,
kendisinde baslıyor ve bitiyor sandın mı, bu heykel çöküveriyor; te~ pesine bir yumruk inmis
balçığa dönüyor ve ortada yalnız ötelerin ötesini gösteren, onun isaret parmağı kalıyor.
Bu mânaya Naci'yi ulastıran Belmâ olmustur; ve iste içindeki yaylan ve çarkları dökülen
oyuncaklar gibi, yüzükoyun yerde yatmaktadır.
Ama Naci, bu fırlamıs yaylar ve yere dökülmüs çarklar üzerine kapanıp ağlamak, yırtılasıya,
parçalanasıya ağlamak ihtiyacında... Ötelere bağlanamıyor, nefsini feda edemiyor, onu ciğerinden
söküp atamıyor. Tevekkeli değil, Havva'nın Âdem'in kaburga kemiklerinden yaratılmıs olması... O
kendisidir, kendinden kendisini isteyen bir seydir; istediği nasıl verilebilir? Kadın ancak muazzam
bir ruh rejimi içinde vasıta rolü oynayabilir; gaye olunca da gökleri erkeğin üzerine yıkar. Onu,
gayelerin gayesi yolunda
45
bir isaretçi olmanın ve büyük visalden gidi bir tad getirmenin sınırında nasıl tutabilmeli?..
Tasavvufa daldı. Velilerin hayatına ve gayesine... Ama kitap üzerinde... Bu bahiste yeni harflerle
basılı kitaplardan bir cazibe koparamadı. «Filân yerde falan mürsid var!» seklindeki tavsiyelerin
kapılarını da tek tek çaldı. Hepsi bos... Sakal, takke, duvarlarda levhalar ve dudaklarda ezberleme
lâflardan baska bir sey bulamadı. Bu arada cami cami gezmeyi de ihmal etmedi. Minber kenarlarına
çöktü, rahle etrafındaki halkalara katıldı. Vaizleri dinliyor, fakat hepsinde dıs sekilden, delip içine
geçemedikleri ve nefs-lerinde katılastırdıkları kabul bilgilerden ötesi kapalı... Herkesin veli
olmasını bekleyemez, çoğunun sadece tebliğ plânında kalmaya mahkûm olduğunu anlardı ama,
üstün irsad noktasına giden yolda umumi bir zerafet tavrı, sır anlayısı edası, meçhule hürmet üslûbu
beklemek hakkıydı. Bu vasıfların isaretçiliği terbiyesinden geçmis olmanın manzarasını arıyordu
din tâlimcilerinde... Ve sihirli bir telkin lisanı yerine, en kaba bir tebliğ ağzı bulmaktan ileriye
geçemiyordu.
Bir gün bir imama sordu:
— Siz bu isi aylık karsılığında yapıyorsunuz, değil mi?
— Evet, ne olmus? Geçinmeye mecburum!
— Zengin olsaydınız üste para verip yapar mıydınız?
— Bir sey söyleyemem!
Hangi imamdır o ki, sabah namazında mescide kimsenin gelmeyeceğini bildiği halde en erken
saatte kalkar, abdestini alır, mescidi açar, mihraba geçer ve arkasında saf saf melek, tek basına
namazını kılar?..
Henüz seriat bahsinde hemen hiçbir sey bilmediği halde, derinden derine seziyordu ki,
böylelerinin baslarına
46
kondurdukları sarık altında, küflü disler ve karanlık kuyusu ağızlarla kesip biçtikleri hükümler,
seriat ruhuna uzaktır; ve böyleleri, «ham yobaz ve kaba softa» tabirinin bir nevi fabrika mamulü
standard örnekleri...
Ne arıyordu da bulamıyordu: Vecd, ask, ihlâs...
Yine bir camide, yine bir imama rastladı. Güzel yüzlü, tatlı bakıslı, dik durmaktan bile utanan bir
insan...
Konustular:
— Ben eski dini eserleri asli harfleriyle eski kitaplardan okumak istiyorum; bilgim de yok... Ne
yapayım?
— Đslâm harflerini öğrenin!
— Vakit ister... Đhtiyacım acele...
Tatlı bakıslı imamın gözleri büsbütün tatlılastı:
— Bir dost bulun; o okusun, siz dinleyin!
— Bu dost siz olamaz mısınız?
Gözlerdeki tatlılık acımtırak bir sefkat ve merhamete döndü: —
Memnuniyetle olurum, zevkle...
— Ya beni irsad edebilecek bir velî... Tanıdığınız biri var mı?
Đmam, gözleri yaslı, elini Naci'nin omuzuna koydu:
— Senin anlayacağın, iyi insanlar iyi atlara bindiler, gittiler...
Ve hikâyesini anlattı:
— Bir gün cins at meraklısı bir adam, cins atlarıyla meshur bir yere gidiyor. Yıllarca önce o yere
uğramıs... Sonra söyle olmus, böyle olmus, bir daha gidememis... Tanıdıklarından kimi sorsa
«öldü!» cevabını alıyor. Ya su ağa, ya bu ağa?.. Göçtü!.. Ya filân atm soyu, ya falan kısrağın
dölü?.. Kurudu!.. Sonunda at meraklısına su karsılığı veriyorlar: «Senin anlayacağın, iyi insanlar,
iyi atlara bindiler, gittiler...»
47
Naci, küfe dolusu bir sürü kitapla yeni dostunun mes-cid bahçesindeki evine dayandı.
— Đyi günler, oğlum!
— Đyi günler, anne!
— Nasıl gidiyor sıkıntıların?
— Dayanıyorum...
Anne manalı manalı gülümsedi:
— Ayol, Allah senin yoluna bir dünya güzeli çıkarmıs da farkında değilsin!
— O da nesi?
— Köydeki kız... Naci öfkeli:
— Nerede gördün onu?
— Köyünde... Köyüne kadar gidip gördüm. Hani sana bir iki gece tanıdıklardan birinde kalacağım,
demistim ya... Đste bu arada gördüm.
— Nasıl yaparsın bunu anne, bana danısmadan nasıl . yaparsın?
— Annelik duygusuyla...
— Ya ne yaptın orada?.. Ziyaretini hangi sebebe bağladın?
— Büyük babayla konustum... Seni anlattım. Ruhi daralmalar geçirdiğini söyledim. Üzüldü. Beni
misafir etti. Birkaç saatlik görüsmenizde senden çok hoslandığını söyledi. Keske görseydim, dedi.
Ben sana bir sey söyleyeyim mi?.. Bu adam bir erismise benziyor.
— Olabilir! Ama ziyaretini acaba neye yordu? Sade imdat istemeye mi?.. Đmdat her yerde tükendi
de o köyde mi kaldı? Ya asıl maksadı anlamıssa...
— Anlamıssa anlamıstır. Fakat ben hiçbir sey sezdirmedim. Sana danısmadan geldiğimi, senin
anlatısın üzerine
48
kendisini merak ettiğimi söyledim. Sizi görmesi iyi olur. dedim.
— Ne cevap verdi?
— Biz buradan kolay kolay sehre inemiyoruz; buraya kadar zahmet ederlerse memnun olurum,
dedi. Hatçe de yanımızdan hiç ayrılmadı. Bana hizmette pervane oldu.
— O da mı bir sey sezinlemedi?
— Hayır! Ama bana bebekken kaybettiği annesini birdenbire bulmus gibi sokuldu. Adetâ
kanatlarımın altına girmek istedi. Bana hep anneciğim diye seslendi. Rüyalarda bile görülemez
güzellikte, temizlikte, saflıkta o kız...
Naci düsünceli düsünceli mırıldandı:
— Gider miyim sanıyorsun, o köye?.. Anne keskin keskin karsılık verdi:
— Kendine yazık etmek istemezsen gidersin!

beaverss
04-11-2015, 08:10
Belmâya Naci'nin düsünüp de yapamadığını, Mine, Ressam Âbid ve kumpanyası yaptılar.
Haliç'te eski zamanın kalyonlarına benzer, hurda bir tekne buldular. Tekneyi bir haftalığına
kiraladılar. Bir tarafa çekip, türlü resimler, panolar, bayraklar, kâğıt fenerlerle donattılar.
Güvertesine tiyatro sahnesine benzer bir set oturttular. Setin dört yanına canavar ve cehennem
zebanilerinden resimlerle kaplı siyah örtüler çektiler... Sini seklinde alçak masalar, yuvarlak yer
minderleri, daracık silteler, küçücük halılar... Sabunla yıkanmıs, genis ve uzun güverte ve
güvertenin üzerinde, kıç tarafında dümen kasası, bas tarafında da sintineye inen merdiven
kaportası...
Gemi, Belmâ'nın yalısı önünde, 40-50 metre açıkta demirli... Kıçında ve direğinde de beyaz zemin
üzerine kırmızı iki levha: «Safak»... Geminin ismi.
Vakit gecenin ilk saatleri... Renk renk fenerler, içlerinde birer mum, ısıldıyor ve her taraf mumdan
geçilmiyor... Hıncahınç... Belmâ'nın yalıda verdiği partiden bütün figürler... Ayrıca solcu basın,
tiyatro temsilcileri ve tanınmıs politikacılar... Daveti tertip edenler beyaz pantalonlu, çıplak ayak ve
gemici fanilâlı... öbürleri, daha doğrusu, apıstırmaya, çenelerini düsürmeye baktıkları burjuvalar
her zamanki kıyafetlerinde..
Belmâ, set karsısında bir hasır koltuğa oturmus, kaygılı bir ciddiyet içinde... Etrafındaki sosyete
zariflerini dinler gibi yapıyor... Naci ortalarda yok...
Bir curcunadır gidiyor..-, Birbiri pesinden çingene oyunları, zeybek dansları, siir koroları ve Eski
Yunan dilberleri seklinde giyinmis, ellerinde testiler, içki dağıtan kızlar... Herkes, kimi ayakta, kimi
uzanmıs, kimi çomelmis: mest... Belmâ, bu numaraların arkasında gizli bir kasıt sezinler gibi
dikkatli... Bütün eski âdetler, inanıslar, eserler ve bütün yeni oluslar, özenisler ve yeltenislerle alay
eden numaralar üst üste birbirini kovalıyor...
Setin iki kanatlı perdesinin içinden, vücudu gizli bir kafa çıktı:
— Sevgili davetlilerimiz!.. Komünist ihtilâlinin en gö-zükara hareketlerinden biri olarak körfezden
Neva Nehrine geçip toplarını Petersburg kıslık sarayına çeviren «Safak» gemisine seref verdiniz! O
günün dibe oturacağından korkmayan, nehre giren ve kendisine yol bulan zırhlısı, memleketimizde
iste böyle, halimizi gösteren ihtiyar bir salapurya biçiminde simgeleniyor-, toplarımız da, alay,
hiciv, kahkaha ve b'^tün 'eskileri, bayatları, kokmusları sahnelemek... Perde açılıyor!
Kafa içeri çekildi ve perde açıldı:
Solda ve taht'a benzer bir koltukta duvaklı (Dülsine).. Karsısında, sağ dizi yere dayalı, sol dizi dik,
Don Kisot... Sevgilisinin basında, kartondan pırıl pırıl bir taç... Naylondan sahte ipeklere
boğulmus... Bilekleri birer inci dizisiyle halkalı çıplak ayaklar... Don Kisot parlak tenekeden bir
zırh içinde, bası miğferli ve sağ elinde ucu yere değik, kartondan kılıç...
Don Kisot, miğferinin teneke ağızlığı içinden haykırıyor:
— Sevgili (Dülsine)m benim!.. Yalnız ayaklarına dünyanın bütün değirmenlerini kurban edeceğim,
örnek kadın, simge kadın, ruh. Kadın! Kadın, erkeğin fâtihlik remzidir, sen de kadınlığın
sembolüsün!.. Sen olmasaydın ben olmazdım; ben olmayınca da fâtihlik olamazdı. Ama seni bir.
türlü fethedemiyor; kendinden geçirtip teslim alamıyorum! Kılıcımın rüzgârıyla dönen değirmen
kanatları mızrağımla delik desik oluyor da sen nasıl yara almayabiliyorsun?.. Yoksa her defa
kılıcımı kıran seffaf bir büyücü perdesi mi çektin önüne?..
(Dülsine) incecik sesiyle heceledi:
— Perdeyi del ve öl!
— Ne yapmamı, ne olmamı istiyorsun?
— Kendini insanlara ve bana inandırmanı istiyorum!
— Đnsanlık bana inanıyor!
— Sen inanan insanlığı göster bana! Don Kisot eliyle arka perdeyi gösteriyor:
— Surada, su perdenin ardında!
— Aç da görelim!
Don Kisot bası o tarafa doğru:
— Đnsanlık, gel!
Arka perde aralığından çıkan (Sanso Pansa)... Gülünç kıyafet... Sağ elinde bir kargı, sol elinde
merkebinin yuları... Dimdik...
(Dülsine) pırlanta yüklü sol elini (Sanso) ya uzatmıs;
— Bu mu insanlık?
51
Don Kisot hararetli:
— Bu benim Sanso'm! Bütün insanlık Sanso'lardan
ibarettir.
Belmâ:
— Elinde bir yular tasıyor! Don Kisot:
— Merkebinin yuları! Onun da Sanso'su, merkebi... Belmâ:
— Ya bana gelince?.. Don Kisot:
— Sana gelince, örümcek ağından daha ince bir yularla erkeği bağlayan ve bütün iktidarlardan
düsüren tılsım kâynatıcısı kadın...
Belmâ, kollarını iki yana açmıs:
— Beni fethet sevgilim].. Ama kelimelerle değil, kılıcınla... Ne duruyorsun?
Don Kisot atılır, ayağa kalkar, Belmâ'nın kolları arasından kılıcını saplar. Kılıç iki parça...
Ağzından bir «ah!» çıkan Belmâ'nın bası göğsüne düsük... Don Kisot deli bakıslarla elindeki güdük
kabzayı seyrediyor.
Kahkaha, alkıs ve birden sessizlik... Sahnede aynı poz..
Kalabalıktan bir ses.-
— Naci!
Don Kisot sahneden:
— Efendim?
Müthis bir kahkaha tufanı ve alkıs... Kalabalıktan aynı ses:
— Neredesin? Don Kisot:
— Buradayım, görmüyor musun?.. '
Naci, kıç tarafındaki dümen kasasının arkasından çıkmıs, ağır baslı, sahneye doğru yürüyor. Don
Kisot hayret ve dehsette...
52
Naci, parmağıyla gösterdiği Don Kisot'a:
— Söyle, sen mi Naci'sin, ben mi Don Kisot'um? Ani ve müthis sükût... Herkes donmus...
Naci (Dülsine)ye dönük:
— Ya siz kimsiniz, geçmis zaman bakiresi?.. Belmâ isveli bir heyecan içinde...
— Ben mi?.. îyi ki sordunuz! Ben de kendi'kendisini damla damla vermenin sanatkarı Belmâ
Hanımefendiyim!
(Sok) tesiri... Belmâ ayakta... Naci ile.karsj karsıya... Bütün gözler üzerlerinde... Belmâ sesini
yükseltti:
— Bütün bunları siz mi tertiplediniz Naci Bey?
— Ben tertiplemedim, Hanımefendi! Đkimizi ve ikimizin ardında hepimizi tefe koymak isteyen
solcu devrimbazlar tertipledi.
— Skandal!.. Cevap veriniz bu rezalete!
— Vereyim)
Naci, daima soğukkanlı, yürür, bas taraftaki kaporta-' dan sintineye iner. Asabi fısıltılar ve sesler:
— Bu kadarı olmaz! Doğrusu rezalet! Çıkıp gitsek iyi olur!
Perdesi kapanık setin önünde Mine... Tacını ve duvağını atmıs, davetlilere bağırıyor.
— Hayır, gitmeyiniz! Daha çok sey göreceksiniz! Dayanmayı biliniz! Bu bir tenkit, bir tahlil...
Liberal ve medenî geçinenlerin buna tahammül etmesi gerekir. Neva Nehrine girip komünizma
toplarını san; ya çeviren -Safak» zırhlısına kartondan silâhlarla kafiye yapmak istedik. Siir kadar
masum bir davranıs, bu!. Gerisini Don Kisot söylesin!

beaverss
04-11-2015, 08:12
Kapalı perdeye döndü ve bağırdı.-— Gel bakalım Don Kisot cenapları!
53
Perdeden, sağ: elinde kırık kabza, sol elinde miğferi Don Kisot çıktı. O da Ressam Âbid:
— Ne yaptım da «Naci!» diye bağırılınca «efendim!» diye kendimi isimlendirdim!.. Böyledir
zaten, çürümüs cemiyetlerde isim vermedikçe, parmakla göstermedikçe ferdi bulamazsın! Bizim
idealimizdeyse, fert mevcut olmadığı için, Naci'nin dediği gibi, isim yerine sayı, numara geçse daha
uygun olur. (Birey) !er bir makinenin dislileri, pistonları, kolları gibi, toplum bütünü içinde öz
hüviyetiyle yok olmalıdır. Đste biz, sahsiyetçi Naci Beyin güya bize karsı fikirlerini simdi ona
karsı.kullanmak istedik. «Eskinin cemiyete ters (1) sayılı erkeğiyle (1) sayılı kadınını
numaralamayı düsündük. Sayıya, numaraya kızılır mı hiç?. Bir karikatür çizelim dedik...
Karikatüre sinirlenilir mi?.
Bas taraftan bir çığlık koptu:
— Gemi su alıyor! Batıyoruz!
Ve sintine kapağını açmıs, yukarıya çıkan Naci, gayet sakin, setin kenarına geldi, Mine ve Ressam
Âbid'e döndü:
-— Doğru! Safağınız batıyor! Toplumunuz su alıyor! Bireylerinizi kurtarmaya bakın!
»Safak» yana eğilmekte... Ambara dolan su sesleri... Naci, ne yapacağını sasırmıs kalabalığa
seslendi:
— Merak etmeyin, boğulmazsınız! Etrafınız seyirci sandallarıyla dolu...
Bir telâs, bir kosusma, bir çırpınma... Don Kisot sahnenin önünde, tenekeden zırhını çıkarmaya
çalısıyor. Mine avaz avaz bağırıyor:
— Bir mayo yok mu, çocuklar, bir mayo!..
Naci, gayet vakarlı ve gülümsemeli, manzarayı seyrediyor.
Belmâ, arkasından Naci'ye yaklastı ve elini omuzuna attı:
— Naci, sen gerçek bir fâtihsin! Her seyi affediyorum!
54
Naci hızla geriye döndü:
Su Mine, çeliskiler kumkuması bir kız... Halbuki kendisine sorarsanız, en düsmanı olduğu sey
insandaki tezatlar... Karakterini bu kızın, sabit bir vahide bağlamaya gelmez. Beyin uru gibi
kafasındaki sabit vâhid, komünizma, müstesna... Üst ve alt yapılar meselesi...
Zengin bir fabrikatörün dizginleri sonuna kadar bos bırakmıs kızı... Amerikan Kolejlerinde
okumus, pesinden tek basına Amerika'ya gitmis, dilediği hayatı sürmüs, nihayet memleketine
dönmüs, Ressam Abid'in atölyesinde bir solculuk tekkesi kurmus, kadın ve erkek, seçtiklerini bu
tekkede toplamıs, teke tavırlı bir disi keçi... Elinde veya dilinde bir kamçı, insanları, sirk
hayvanları gibi idare eder. Kumpanyasının masraflarını o çeker. Evlenmeye yanasmaz:
— Kimse kimsenin nefesine bir geceden fazla dayatamaz! Der.
— Đçimden ne geliyorsa onu yapmalıyım! "Felsefesini güder.
Okumustur da... Batı felsefesini (Sokrates)ten (Berg-son)a kadar kabataslak bilir. (Marks)a saygılı,
(Lenin)e âsıktır. Onun cavlak kafasını, Tatar suratını ve keçi sakalını son derece çekici bulur.
Evet, erkekte sakala karsı derin bir zaafı vardır. Çocukluğunu geçirdiği Heybeliada'nın papaz
mektebinde okuyan genç ve sakallı papazlara, daha o günlerden bayıldığını söyler.
65
Su ölçü ağzından düsmez:
— Ben hiçbir seyin «Ne?», -Neden?», «Niçin?» olduğunu düsünmem!.. Ben «Nasıl?»lara
bakarım, «Nasıllara...
Ve bu hikmetine bir hikmet daha eklemeye kalkar:
— Ben (metafizik) ten iğrenirim. Benim kafamda sadece (fizik) olus vardır. Elektriğin ne
olduğundan bana ne?.. Ben onu ampul içinde zaptedip kullanıyorum ya, yeter!
Kendisine ters düsünenlerden, her seyi madde üstü bir sâike bağlama mizacında Naci'dir ki, onun
boynuzlu teke ruhunu toslamakta ve her defa tartaklamakta mahirdir. Ressam Âbid vasıtasıyla
tanıdığı bu adam, iki "bulusmaz arasındaki hasret çekiciliği halinde Mine'nin alâkasını gıcıklamakta
ve bütün hırsına hedef tutmaktadır. Mine, Naci'ye fena halde tutkundur. Çirkindir demistik; ama
Naci'ye de sorarsanız kabul eder ki, bu çirkinlik içinde gerçek tekeye hitap edici bir seylere malik...
Çirkinin güzeli diyelim...
Belki düpedüz güzel olsaydı, ondaki bütün bu ruhi edalardan hiçbiri meydana gelmezdi. Suyunu
koyuveren bir musluğa mantar tıkamıs gibi, ruhuna bir seyler tıkadığı ve sızmasına engel olduğu
belli...
«Safak» gemisi (sok) undan aldığı tesir, Naci'ye, adetâ yaradı. Belmâ'yı mağlûp etmenin yolunu
açmıs gibiydi. Kendisini akrebin kıskacı fikirlerinden bir ân için uzak hissetti. Rezaletin hesabını
sormak için atölyeye kosmayı da tenezzül saydı.
Bu defa da basına hiç beklemediği bir sey gelmez mi? Mine, yapayalnız, köskün kapısında...
— Seninle konusmaya geldim.
— Gel bakalım!..
Billurların sarkısını söyleyen avizenin altında, büyük yemek masasına geçtiler.
Mine'nin hali bir tuhaf... Hiçbir yapmacık yok tavırlarında... Hattâ gizli bir keder buğusu tütüyor
üzerinden...
— intikamını tam aldığına göre herhalde içinde bir öfke tasımıyorsun, bana karsı...
— Öfke, duygularımı anlatamaz. Sefalet hissi duydum. Gülünçlestirmeye kalkıstıklarından daha
gülünç bir insan olarak sana acıyorum. Seni adam etmek ümidini de yitirdim. Kendini ne zaman
göreceksin?.. Kendini görmeyen, aramayan, bir takım zanlar içinde kemiklesen, donan
mizaçlardan tiksiniyorum!..
Mine doğruldu:
— Naci, evine kadar geldim! Cesaret ve tabiiliğimi anla!.. Birbirimize tam açılalım, ister misin?
— Açılalım!..
— Ben o «Safak» gemisi numarasını niçin yaptım, biliyor musun?
— Çok iyi biliyorum! Beni, ilgili olduğum kadını ve içinde yasadığım toplumu aklınızca kepaze
etmek için...
— Olabilir! Fakat bunlar hep bahane!..'
— Ya?..
Mine ellerini uzattı ve masa üzerinde Naci'nin koyuvermis olduğu ellerini kavradı.-' — Seni
kıskandığım için...
— Ne zamandan beri kadın olmaya basladın?.. Naci kuru ve hâkim.
Mine patlıyor:
— Seni sevdiğimi anlamıyor musun?..
— Sen kendinden baska kimseyi sevemezsin!
— Beni değil, Belmâ'yı tarif ediyorsun!..
— Doğrudur; biz, hepimiz, kendimizden baskasını sevemiyoruz! Baskasında sevdiğimiz yine
kendimiz...
— Hayır, ben seni seviyorum!
— Seni sevmemi istemeden sevebilir misin?..
— En nazik andayız!.. Mistiklesme yinel Seni istiyorum, anla!.. Gözümle gördüğüm, elimle
değdiğim, kulağımla isittiğim seni!..
— Bütün bu görmelerden, değmelerden, isitmelerden hiçbirine güvenim kalmadı.
— Öyleyse ne lüzum var göze, ele, kulağa?.
— Yetersizlikleri göstermek için lâzım onlar... Bu öyle bir sır ki, senin gibilere anlatılamaz.
— Sen bana yine onlarla gel
— Gelemem, Mine, ufkun ötesine tutulmus bulunuyorum! Kadını her bulduğum yerde
kaybediyorum!
Mine masadan kalktı. Elleri bir sey parçalamak ister gibi...
Naci, kısık kısık devam etti:
— Mademki bu sırları sana açabiliyorum; demek seni kadın yerine alamıyorum! Đzahın olmadığı
yerde bulusamıyoruz seninle... Büyü tutmuyor!
— Belmâ ile tutuyor ama...
— Buna evet demeye mecburum!
— Eksiğim ne, söyle!..
— Eksiğin teslim olmayı bilmemen...
— Görüyorsun ki, her seyimle teslimim!
— O senin teslim ettiğin seyler, göze, ele, kulağa ve daha bilmem nelere hitap eden tarafların...
Kadınlık ruhun nerede?..
— Belmâ ile farkım bu mu?..
-— Sevdiğini söylerken erkeği tarafından çökertilmek isteyen bir disi arslan bile olamıyorsun!..
Avını yere yıkmak ve kanını emmek isteyen erkekle disi arası bir sırtlan, ancak... Arkadas kalalım,
Mine!.. Elektrik cereyanını birbirinin zıddı olmakta bulan iki arkadas...
Mine fısıldadı:
— Yazık ediyorsun Naci!..
Naci kalktı,, yemek odasının kapısını açtı ve esikten dısarıya doğru haykırdı:
— Anne, gel! Sana son derece garibine gidecek bir zamane kızını takdim edeceğim!
Mine dondu, anne ağır ağır içeriye girdi. Mine'nin, canını disine takarak giristiği baskın suya
düsmüstü.
Ölüm döseğinde bir hasta... Bas ucunda Kur'ân okunan, gitmek üzere bir hasta... Teslimiyet ânında
mânaları bilinmez kelimelerin, mânaları bilinenlerle beraber bir rüzgâr, bir buğu, bir ahenk halinde
sonsuzluğa pencere açan tesiri...
Dostu sevimli imam kendisine tasavvuf kitaplarından sahifeler okur ve izahlar yaparken, Naci,
böyle bir tesir altındadır.
Hissediyor ki, bir tarafı can çekisir ve ölürken, her tarafına bedel baska bir tarafı canlanmakta,
dirilmektedir. Bir kitabın basında simsek çizgileriyle yazılmıs gibi su ?iris cümlesine muhatap oldu:
«Allah kâinatı insan için, insanı da kendisi için yarattı.»
Kâinatın dibini bulmus olmak gibi bir seydi bu... Her (tez)in bir (antitez), her çıkısın bir inis, her
düzlüğün bir yokusla iç içe olduğu bu âlemde, ezelle ebed arası sapmaz ve kırılmaz hakikat, iste bu
cümlenin kemendi içinde avlanmıstı.
însanın Allah'a ve kâinata karsı memuriyeti...
Mânaları derinlestirdikçe derinlestirdi. Bu, hem mutlak hakikati kelime ve îbareye sığdırabilmekte
en mahrem nokta, hem de insana vazifesini göstermekte en muhtesem bildiri...
58
Bu alemde insan bir yandan kâinatın esrarını arar ve tasarrufuna cehdederken, öbür yandan, kendi
esrarına dönecek, vücut hikmetinin yönünü bulacak...
Dostu sevimli imam ona dedi ki:
— Bu bahiste bir «hadis-i kudsi* bakın, ne kadar aydınlatıcıdır; «Ben insanın en büyük sırrıyım;
ve insan benim en büyük sırrım...»
Sır idrâki...
Đnsanlıkça sistemlestirilecek tek usûl...
— «Allah ötelerin ötesinde, onun da ötesinde, onun da ötesinde...»
— «Kendinden kurtul ve ol!» Olmak, iste bütün mesele!.. Nasıl?..
Yûnus'un -Rengine boyandığını ve artık solmayacağını, askına tutulduğunu ve artık ölmeyeceğinibildirdiği
Mutlak Zât... Ona nasıl varılır?
Dünyayı bırakarak mı?..
Her ân açlığını hissederek nefse cebirle bıraktırılan, yemek, bırakılmıs olmaz.
Bu sırrı da bir kadın veli çözüyor:
Kapısını çalıp dünyada hiç gözü kalmadığını söyleyen müctehid çapında bir din âlimine:
— Senin, diyor; dünyadan bu sikâyetin de dünyaya bağlı kalmaktır.

beaverss
04-11-2015, 08:14
Öyleyse dünya, çizili bir kâğıt gibi sepete atılacak bir sey değil, sahip olunduğu halde kıymetten
düsürülecek bir nesne... Öyle bir nesne ki, sen ona malik olacaksın, o sana değil...
,SüIeyman Peygamber dünyaya mâlikti, fakat dünya ona mâlik değildi.
Yine bir velî sözü:
— «Allah'a mâlik olan neden mahrumdur; Allah'tan mahrum olan neye mâliktir?...»
60
Aman Allahım!..
O halde hersey unutmakta, bilmemekte, silinmekte karar kılıyor.
Đste bunun da üstün kanunu, „— «Kendinde olmamak iman, kendinde olmak küfür..»
Ve her ân biraz daha koyulasan bir inançla içine sindiriyor ki, bu dünyadan sonsuzluk esyasını
tasıyan ve her seyin hesabını getiren tek bir kervan gelip geçmistir: Tasavvuf kahramanları, veliler
kervanı...
<_Tasavvuf yolunda bu yolun kahramanları acaba ne diyor:
— «Tasavvuf, Allah'ın seni sende öldürmesi ve kendisiyle diriltmesidir.»
— «Tasavvuf, uzaklığın kederinden sonra yakınlığın safasıdır.»
— «Tasavvuf, dıs dünyadan sevgi alakasını kesip o alâkayı Allah'a bağlamaktır.»
— «Tasavvuf, yakıcı yıldırımdır.»
— «Tasavvuf, beserî sıfatlardan çıkıp melekî sıfatlara ermek ve Đlâhi ahlâk ile sıfatlanmak halidir.»
Bütün bu tariflerin sahipleri hiçbir teleferikle çıkılamaz tepelerde, rasâd mevkilerine göre rapor
veren ve aynı izah edilmezi dile getiren büyükler... Su var ki, bütün izah edilmezler, yani sırlar, bir
tarafıyla ve kelimelerin alabildiği kadarıyla olsun, çözümlenmek zorundadır, Yine tasavvuf
ölçüsüyle:
— «Bu is ne akılla olur, ne de akılsız...»
Veli'nin «yakınlığın safası» diye belirttiği Sonsuz sevk,
I ebediyet nes'esi, varlık nisatı, varolma sevinci ne devlet!..
I Devletlerin devleti...
(Paskal) in manastıra kapanmadan bir buhran gecesinde:
— Joie, joie! (sevk, ulvî nes'e)
61
Diye haykırısında bu nisattan akisler vardır. Ama kaynak o değil; öyleyse gerçek nisat da o değil...
Đlâhî nisat elbette küçük dünya sevinçlerini yeyip tüketecektir.
Bakın su Đbrahim Edhem'e; bu nisat uğrunda neleri feda eder?.. Bakın Mansur'a; boynunu cellâda
dünyanın en güzel edâsiyle nasıl teslim eder:
, — Ask namazının abdesti kanla alınır.
Bakın Đseviliğin gerçeklik devrinde mütaazzım Romalı, asîl, suallere nasıl cevap verir?
— Sen kimsin?
— Ben bir Đseviyim!
— Adın ne? ,
— Ben bir îseviyim!
— Roma vatandası değil misin? . '
— Ben bir îsevîyim!
Ve kâfirlerce esir alman genç Sahabi'ye, cellâdın kılıcı yanında bir teklif:
— Seni bıraksak da O'nu yakalayıp basını kessek, sen de gün ısığından, çoluk çocuğundan
hayatından olma-san!.. Ne dersin?..
Đlâhî nisat ile dolu Sahabi'deki tebessüm bütün fezayı kaplayıcıdır:
— Değil O'nun basının kesilmesi, ayağına bir diken batmasındansa ben gün ısığından, çoluk
çocuğumdan, hayatımdan olmayı tercih ederim.
Ve kesildikten sonra aynı tebessümle günesi ısıldatan bas...
Bu nisata karsılık bir de ayrılık ıstırabı, olus çilesi...
Veli tesbihini hızlı hızlı çekiyor...
Soruyorlar:
— Tesbihte ne arıyorsun? -) — Gafleti arıyorum!
62
Veli ellerini yükseklikler âlemine kaldırmıs, yalvarıyor.-
— Allah'ım, afiyet istiyorum. Sıhhat, sağlık... Hitap geliyor:
— Sen bilmiyor musun ki, bu yolda olanlara âfijwt yoktur!
Ve yatsı namazından sonra mescidin kapısında bastonuna dayanmıs, boynunu eğmis ve kendinden
geçmis 'gördükleri veliyi, safak vakti camie gelirken yine aynı vaziyette bulan insanlar..
Bu soydan insanlardan biri, basıka bir velîye sorar:
— Su ermisliğin halini bana anlatsana!
—= Bunu sana anlatabilmek için git de bir ömür kepekle karısık toprak yemeye çalıs!
— Istırap, çile...
Batının büyük mustaripleri, hakikat dağına tırmanıs yolunda Đslâm velilerine nisbetle çıkmaz
sokağın cüce piyonlarıdır. Istırap felsefesine, hafakan hikmetine kadar ulasırlar da yine yolda
kalırlar ve büyük olusu bulmaya yakın, büsbütün kaybederler. Dönüp dolasıp yine akılda kalırlar ve
aklı akılla yenecek seviyeye tırmanamazlar. Tırnaklan kan içinde, tutundukları kayalardan, aklın
bütün cicili, bicili oyuncaklanyla beraber düserler.
Akılla baslayıp sonunda aklı tüketen Đmâm-ı Gazali çapında bir fikir çilekesi gösterilebilir mi
Batıda?. .
Aklı gere gere kopacak hale getiren, gözü aylarca uyku ve midesi gıda kabul etmez hale gelen,
sonunda aklı devsirip çöp tenekesine atan koca Đmâm söyle dedi:
^ — Gördüm ki, akılla hiçbir yere varılmaz ve her sey akim ötesindeki peygamberlik tavrına teslim
olmaktan ibaret; böyle yaptım, Resulün ruh feyzine hüründüm ve kurtuldum.
Đmâm-ı Gazali'nin zahir ilimlerinde en yüksek dereceye erdikten sonra tasavvufa geçisi böyle...
Ya tasavvufun baslangıcı nasıl?..
Đçinde sükûtun yılan ıslığı çaldığı karanlık mağarada bir emir:
— Diz çök, gözlerini yum ve kalbinden Allanın ismini geçir, durmadan geçir!
Emri veren Kâinatın Efendisi, alan da O'nun en büyük doğrulayıcısı Ebû Bekir...
Tasavvuf, O var diye âlemlerin yaratıldığı ilk ve son peygamberin, en büyük dostuna bâtınının,
içinin ve bütün iç yüzlerin emânet edilmesiyle böyle basladı.
Dostu sevimli imam, dıs bilgiler plânında bir teypten. ileriye geçemese de Naci'ye kıymetlerin
kıymeti yönünden ödenmesi imkânsız bir rehber olmustu. Bundan ötesi, kapısına kadar getirildiği
hazinenin içine girebilmek:
— Açıl Susam, açıl.'..
Bakalım, bu sifreyi kullanabilecek, Kırk Haramilerin gizlediği günes rengi altunları devsirebilecek
mi?
Üniversitede masası basında... Yanında kimse yok... Đçeriye bir hademe girdi:
— Eir adam sizi görmek istiyor. — Nasıl bir adam?
— Hoca kılıklı bir adam...
— Buyursun...
içeriye Husmen Ağa girdi. Naci yerinden fırladı. Kucaklastılar, öpüştüler.
— Hayrola Husmen Ağa, hangi rüzgâr seni attı buralara?
— Bizim kız hastalandı. Ne olduğunu bilemedik.
— Nesi var?'
— Mecalsizlik... Ayakta' duramaz oldu. Sonra da vücudunda bir yere çarpmıs gibi morartılar,
çürükler peydahlanmaya basladı. Gelip geçici atesler...
— Vah, vah!..
— Bir zaman geçer diye oyalandık. Geçmedi, arttı. Sehre götürün, iyi bir doktora gösterin
dediler.
64
— Ne yaptın?
— Getirdim. '
— Simdi yanında mı?
— Benimle geldi ama yanımda değil...
— Ya nerede?
— Sizin köskte.., Annenizin yanında... Hayret!..
— Ben köskten erken çıktım. Ne vakit geldiniz ki?..
— Öğleye doğru...
— En güzel isi yapmıssınız!.. Kıza üzüldüm. Đnsaallah ) ciddi bir seyi yoktur.
— Allah bilir.
— Onu iyi bir doktora gösterir, tedavi ettiririz. Benim |çok sevdiğim bir profesör var... Senin de
çok seveceğin bir
ioktor... Koyu dindar...
— Ne zaman olabilir?
— Dur, bir telefon edeyim!
Naci telefona atıldı. Doktorla konustular.
— Yarın saat 10'da hastanede bizi bekleyecek... Hep beraber gideriz.
— Bu iyiliğini unutamam.
— Asıl ben senin iyiliğini unutamam.
— Ne iyilik ettim ki?..
— Onu da Allah bilir.
— Annene hayran oldum. Eski müslüman kadınının son örneği... Ona seni beklediğimizi söyledim
ama gelme-din. Çok bekledik seni...
-— Gelemedim Husmen Ağa... Ne özür göstereyim bilmem ki...
— Özür göstermeye mecbur değilsin. Dünya hali nedir bilirim. Bir dal üzerinde serçeleri
avladıkları yapıskan ökseler gibi bir sey...
Köske beraber gittiler. Kapıyı Hatçe açtı. Ne. de neseli, uçan!.. Naci'nin hayreti git gide köpüre
dursun...
Hatçe coskun sevinç hail içinde solgun... Ve büsbütün güzel...
Yemek odasına geçtiler. Anne, sağına Hatçe'yi, soluna Naci'yi ve karsısına Husmen Ağa'yı oturttu.
— Yemekleri kızım yaptı, dedi; çok beğeneceksiniz. Sonra Husmen Ağa'ya baktı:
— Torununuz ne de hamarat ve cana yakın,.. Yemeklere el sürdürtmedi bana... Tebrik ederim.
Hatçe mahcup, Husmen Ağa sessiz, oda los... Anne:
•— Naci, dedi; su elektrik düğmesini bir kere daha çevir de avizenin bütün ampulleri yansın... Isık
zayıf... Hatçe basını kaldırmıs avizeye bakıyor. Isık selâlesi... Hatçe konustu:
— Ne güzel avize!.. Hele su sarkan küpeleri?.. Naci cevap verdi:
— Onlar sarkı da söyler.
— Sahi mi?.. Olabilir mi?
— Aman ne güzel, ne güzel!.. Cennetten mi geliyor bu sesler?..
Naci bu benzetisten çarpıldı. Baska hiçbir tarif bu sesleri anlatamazdı. Mahut buhran gecesinin
ardından kesfettiği, o güne kadar da dikkat bile edemediği bu 6esler, Hatçe'nin saffetli kalbinde
hemen yankısını buluvermiçti.
Husmen Ağa torununa seslendi:
— Yarın seni Naci Bey'le doktora götüreceğiz...
— Benim doktorluk bir seyim yok...
— Sen öyie zannedersin! Ya ne oldu kıpırdayamayacals kadar halsiz düsmelerin?
— Arada bir tutuyor, sonra geçer gibi oluyor.
— Ya simdi?..

beaverss
04-11-2015, 08:16
— Hiçbir rahatsızlığım yok gibi geliyor bana... Ve Naci'ye bakıp gözlerinin içiyle gülümsedi.
66
Naci o gece, yatağında uykuyu ararken hep Hatçe'yle uğrasmaktadır. Đlk mektebini köyde bitirmis,
büyük sehirle fotoğraflardan baska hiçbir teması olmamıs, orta mektep talebesine benzer bir kılıkla
Đstanbul'a inmis ilkbaharının Tik ayında bu genç kız, olanca basitliği içinde gitgide muammalasıyor
gözünde... Zaten Naci basitlerden çok korkar. Uydurma ve yakıstırma giriftlerin mahrum olduğu
sırrı çok defa basitlerde görür.
Çok defa sırt çevirdiğimiz basitlerin dilsiz tarafından ne karmasık mahiyetler tasıdığını sonradan
farkederiz.
Hatçe de böyle oluyor. Ona ilk rastlayısı, aldığı intiba, bir resim sergisindeki tablo gibi yakında bile
uzak kalısı, Belmâ kasırgası içinde benliğinin ormanında ağaçlar kökünden sokulurken kıza bir
kuru yaprak kadar olsun dikkat etmeyisi, pesinden annesinin kendisine danısmadan köyü
boylaması, Hatçe'yi gözüne kestirisi, Husmen Ağa ile can-ciğer olusu ve iste simdi onun hastalanıp
dedesinin kolunda sehre gelisi ve kendilerine misafir olusu... Bunlar hep irâdesinin davetli olmadığı
bir masal dünyasına çekildiğini ve bir gün Hatçe üzerinde derin bir murakabeye memur
bulunduğunu ihtar ediyor. Hatçe bir hayranlık tebessümüdür. Mine bir dis gıcırtısı... Belmâ ise
beyin uru...
Beyin urundan kurtulmak için dis gıcırtısına pabuç bırakmamak safhasında, simdi, mâna, renk ve
lezzetini Mısırçarsısı baharatına benzettiği, kadınlık fenninin her subesinde acemi ve ibtidâi bir köy
kızıyla mı uğrasacaktır? — Adam sen de, diye geçirdi içinden; hâdiselerin akısı ve bazı nisbetlerin
geçit resmi yardım ediyor bu kıza... Bakalım hangi noktaya varacak bu çizgi?..
Sabahleyin mesud tavırlı annenin bahçe kapısına kadar uğurlamasıyla, Naci, Hatçe ve dedesi
Boğaziçi vapu-
67
rundalar... Hatçe, dudaklarında aynı hayranlık tebessümü, boğazı, yalıları ve iskelelerde gidip galen insanları seyrediyor.
— Đstanbul'u nasıl buldun Hatçe?
Hatçe manzaralardan gözünü koparıp Naci'yo çevirdi:
— Anlatamiyacağım kadar güzel...
— Ne tarafları güzel?..
— Denizi, gökleri, camileri, evleri...
Naci uzaklarda yüksek bir binayı gösterdi:
— Su gökdelen dedikleri nasıl sey?..
— Onlar canavara benziyor. Đstanbul'u yemeğe gelmisler.
Naci ve Husmen Ağa gülüstüler. Üç saatten beri hastanedeler...
Hususî odasında profesör bir takım tahlil raporlarına bakıyor. Karsısında Hatçe, Naci ve Husmen
Ağa...
Profesör gözlüğünü çıkarıp Husmen Ağa'ya döndü:
— Torununuzun hemen yatması gerekiyor. Husmen Ağa üzgün...
— Fakat hastaneye yatmasını gerektiren bir hali görünmüyor kızm!..
— Siz onu anlayamazsınız! Hem de derhal yatması lâzım...
Husmen Ağa, kıza sordu:
— Ne dersin kızım? Hatçe bir saffet timsâli:
— Ne yapalım, yatalım... Ama ayn bir oda olsun... Profesör atıldı:
— Elbette ayn ve hususi bir oda... Merak etme kızım!.. Dede kaygılı:
— Doktor Bey, hastalığı neymis kızin?
— Biz onu ayrıca Naci Beyle görüsürüz. O size anlatır. Ben hemen emrini vereyim de odanıza
çıkın!.. Siz de isterseniz büyük babası sıfatıyla hastanın odasında kalabilirsiniz. Ayrı bir karyola
ilave ederler. Biz Naci Bey'le buradayız.
Emir verildi. Dede ve torun bir hemsire refakatinde çıktılar
Profesör ve Naci göz göze... Duvar saatinin tık.'rtiiari... Ne anlatmaya cesaret eden var, ne
sormaya...
— Naci Bey, dedi profesör; vaziyet kötü...
— Ne gibi?
— Su melek gibi, çoctık denilecek kadar genç kız, ölüme mahkûm...
Naci zıpladı:
— Ne diyorsunuz doktor?. .
— Hastalığı (lösemi)... Kan kanseri... (Akut), yâni had soyundan... Bir haftadan bir iki aya
kadar yasayabi-
, lir, yahut yasayamaz. Allah bilir. Biz elimizden geleni ya-
[pacağız. Fakat ümid yok... Vaziyeti kendisine ve dedesine asla hissettirmemek lâzım...
— Hiç mi ümit yok, hiç mi?..
— Allah'tan ümit kesilmez derler, doğrudur; fakat Allah'ın bu illeti verdiği hastalardan simdiye
kadar hiç biri kurtulmamıstır.
Husmen Ağa, hasta odasının koridorunda Naci'ye sordu:
— Neymis oğlum, kızın derdi?
— Mühim değil Husmen Ağa, kan zaafı... Đyi olur in-saallah...
Husmen Ağa, dik dik Naci'ye baktı. Beyaz sakalına düsen bir damla göz yası...
Naci doğru annesine kostu ve anlattı.
Kadın perisan:
— Vah evlâdım, vah!.. Ona da, sana da çok yazık!.. Tam bulduğun gün kaybediyorsun!.. Đlâhi
kader...
Annenin yanağında, sıza sıza inen bir damla göz yası..
Hatçe'nin altun sarısı saçları, yastığın üzerinde dalga-dalga... Bası bu dalgalar içinde su'yüzüne
çıkmıs gibi... Solgun, artık iyice solgun... Altları morarmıs, yine altun pırıltıları saçan gözleriyle
tavana bakıyor. Bas ucunda bir iskemlede Naci... Karsısındaki karyolada oturmus, torununa bakan
Husmen Ağa... Koridordan ayak sesleri ve öteberi tasıyan lâstik tekerlekli araba gıcırtıları geliyor.
Hatçe gözleri hep tavana mıhlı:
— Büyük baba! ,
— Efendim, yavrum?
— Ben ölecek miyim?
— Hepimiz öleceğiz, yavrum...
— Sen de mi öleceksin?
— Elbette yavrum!
— Ya Naci Bey? .
" Buna Naci cevap verdi:
; —Tabii öleceğim,'belki de senden önce...
— Aman, demeyin, demeyin!
Husmen Ağa, kalktı ve zorla adım atmaya çalısarak, koridora sızdı.
— Büyük babam dısarıya mı çıktı?
— Evet Hatçe...
— Ne ince insandır o!.. Halden anlar.
— Evet Hatçe...
— Siz benden önce ölürseniz, ben o vakit ölmüs olu rum.
Naci, yatağa kapanıp boğula boğula ağlamamak için dislerini birbirine gömdü
70
— Naci Bey?.. •- Söyle Hatçe...
— Zaman nedir?.
— Bunları düsünme; zaman sırrım çözebilen kimse ^gelmedi dünyaya...

beaverss
04-11-2015, 08:19
— Duyduğuma göre milyarlarca ısık senesi boyunda mesafeler varmıs boslukta...
— Bunları sana kim öğretti?
— Dergilerde okudum. Okumayı severim.
— Ne olmus peki?..
— Milyarlarca ısık senesinin ulastıramadığı noktayı insan bazan bir anda da tutabiliyor, değil
mi?
— Anlamıyorum Hatçe, yorma bu meselelerle kafanı?. Hatçe, basını saçlarının dalgası üzerinde
Naci'ye çevirdi:
— Anlamayacak ne var?.. Sizi ilk görüsümle bugün arası karsılasmalarımız belki 24 saati
doldurmaz. Bir ân demek değil mi? Bakın siz, bir ân içinde neler olabiliyor?
Doktorlar, Hatçe'ye kan verilmesini tavsiye ettiler. Naci, Profesöre sordu:
— Ben verebilir miyim?
— Elbette; yalnız bu masum kız üzerinde bu kadar titizliğe niçin lüzum duyuyorsunuz?.. Kimden
ve nereden olsa buluruz. Farketmez.
— Farkeder doktor, lütfen ricamı kabul ediniz!
— Pekâlâ!.. Kanınızı muayene etsinler ve hemen baslayalım...
— Kan vermekten acaba sifa umulabilir mi?
— Biraz zaman kazanmaktan baska bir sey umulamaz. Naci, en büyük merhameti, vahsi bir
hissizlik maskesi
altı71
Ah, aklımızla hissimiz arasındaki, milyarlarca ısık senesini asan mesafe!..
Büyük baba yine karyolasına ilismis, yas dolu gözlerle torununa bakıyor... Hatçe hep aynı
vaziyette, gözleri tavana dikili... Sağ kob> açık, birtakım lâstiklerle bağlı... Siskin bir damar
noktasına, iri bir iğne saplı... Bas ucundaki iskemlede Naci, sol kolu açık ve iğneli... Kan verisi
kontrol eden hemsire ve hastabakıcı...
Hatçe öyle bir hal içinde ki, kimsenin gidis ve gelisindeki cereyan sesini duymadığı kan, adeta onda
bir selâle mûsikisi... Bu bir visal hâli midir? Belki de onun ötesinde bir sey...-'
Hemsire:
— Simdilik bu kadar...
Dedi ve âletlerini toplayıp gitti. Hatçe'nin gözleri yumulu...
Husmen Ağa, hademelerin mescid diye kullandığı yere gitmek üzere odadan çıktı.
Hatçe, gözlerini açmadan mırıldandı:
— Rüyamda öbür dünyayı gördüm. Cennetteymisim... Erkeğim de sizmissiniz...
— Naci Bey, su hastalık ve ates ne garip bir hail.. Sanki parmaklarımla görüyor, gözlerimle
kokluyor, kulaklarımla tadıyorum. Size böyle ulasıyorum.
— Naci Bey, sizi hiç seven oldu mu, sevebildiler mi, sevmek nedir anlayabildiler mi?
nda göstermekle vazifeli tıbbın bu kahredici, çaresiz karsısında ürperdi.

72
J- SĐZ ^ ük düsünüzden beri hiç uğramadanız köye belki bir kere daha gelir, beni çesme bas.nda
değil de mezarımda ziyaret ederiniz. Naci ne güzel anneniz var...
— Naci Bey, ben Allah'ı seviyorum. O kadar korkuttukları Allah'ı... Doğru... Sevgi korkulu sey...
Ben korkudan titreye titre ye Allah'ı seviyorum..
Hastalığın bir çocuk ermisliğine yükselttiği Hatçe, birdenbire Naci'nin gözünde her sey oldu. Sandı
ki, bir o kadar küçümsediği ve değersiz bir hatıra resmi gibi bir ke-naraattığı bu köy kızı, bir anda
içini doldurmus ve ruh sarayının muayede salonunda ne kadar yağlı boya resim ve mermerden
heykel varsa hepsini birden kaldırtmıstır.
Đsi gücü hastaneye tasınmak, kan vermekte devam etmek ve ölüm döseğinde bile her ânı yeni,
hiçbir tekrarı olmayan bu kıza dalıp kalmak...
Husmen Ağa bu garip kenetlesmeye ne mâna veriyor, belli değil, ama her halde Hatçe'nin kara
sevda üstü bir tutulusla Naci'ye bağlandığını seziyor ve sadece susuyor, katlanıyor ve bir yol
düsünemiyor.
Annenin Hatçe'yi ziyareti sırasında bir gün, karsı karsıya koridora çekildiler.
Anne, Husmen Ağa'ya dedi ki:
— Hissettirmek istediğinizi çok iyi anlıyorum. Kıza verilecek son ilâç, Naci'nin kanı değil, elidir.
Evlendirelim onları burada ve Allah'ın huzurunda... Bakalım ne olur?
— Naci Bey buna ne der?
73
Bir çocuk, kendisini çağıran annesine ne derse onu
der.
Naci'nin dostu sevimli imam hastaneye geldi. Hademelerden, namazında ve niyazında iki sahit
buldular ve kızın bas ucunda toplandılar.
Naci'den sonra Hatçe'ye suâl:
— Allah'ın huzurunda Naci Bey'i kocalığa kabul ediyor musun?
Billurların hıçkırığı:
— Evet...
Bütün sartlar yerine getirildi ve hepsinin gözü yaslı, kan-kocayı yalnız bıraktılar...
Naci, sımsıkı avucunda tuttuğu Hatçe'nin ellerine bakıyor. Bu, füdisinden yontulmus gibi ince ve
mevzun parmaklı ellerde teslim olurken teslim almayı bilen bir ahenk var.
Hatçe, her hecenin üzerinde duraklayarak konusuyor:
—: Ellerimi daha sık, daha sık!.. Yasadığımı, hayatta olduğumu, senin olduğumu anlayayım... Ben
kendimin değil, seninim!.. Bana «Naci Bey» deme, «Naci» de, diyorsun!. Bunu söyleyemem...
«Bey» diyerek uzaklasamam, «Naci» diyerek de yaklasmıs olamam... Seni adının ötesinde
buluyorum.
— Ellerin çok sıcak... Atesin yükseldi galiba...
— Faikında mıyım ki?.. Seninle rüyam arasında bocalıyorum. Hanginize dalacağımı bilemiyorum.
Mermer bir düzlük üzerinde mermer merdivenler görüyorum. Sağa sola kıvrılan, iç içe, büklüm
büklüm yükselen merdivenler... Yukarıda ayrı bir düzlükte, saray girisine benzer bir kapıya yol
arayan merdivenler... Kıvrım kıvrım, büklüm büklüm... Kapının bulunduğu düzlükte, hangi
tavandan sarktığı belirsiz bir avize var... Renk renk billur saçaklarla bir saray avizesi... Ben bu
merdivenlerden ağır ağır çıkıyorum
74
ve hor çıkısımda avizenin küpelerinden müthis sesler geliyor. Sırtımda, bembeyaz, uzun etekli bir
gelin elbisesi... Sağ elimle eteğimi tutuyor ve çıkıyor, çıkıyorum. Billur küpelerin sarkısı
adımlarıma tempo tutuyor, beni bir kanat gibi yukarıya çekiyor. Sakın kefenim olmasın, bu telli
pullu elbise?.. Elimi sık, daha sık... Beni bırakma!.. Öyle tut ki elimden, beni ölüm çekip
alamasın...
Hatçe'nin hastaneye yatısıftdan beri haftayı askın bir zaman geçmistir. Hastanede herkes, doktoru,
hemsiresi, bu altun sarısı bir ısık huzmesi altında yavas yavas eriyen, I minyatür çizgili genç kızla
ilgili... '
— Ne oldu?
— Nasü?
— Kurtulabilir mi?
Ve Naci ile ölüm döseğinde evlenisi, hastanede dillere destan... Husmen Ağa hemen hiç lâf
etmiyor. Namaz kılıyor ve Kur'ân okuyor. Tevekkül heykeli... Naci günün birkaç saatini, yatağa
bitisik tahta iskemlede geçiriyor ve her gelisi kızın yüzünde sabahı ısıldatırken, her gidisi geceyi
karartıyor. Anne de hemen her gün orada... Ama dayanamıyor ve koridorda Husmen Ağa ile
dertlesmeyi tercih ediyor.
El eleler...
Naci doğrulmak istedi.
— Kalkma, nereye gidiyorsun?
— Anneme bir sey söyleyeceğim.
— Söyleme!
—. Bir ân için koridora çıkmaya da mı izin yok?
75
— Yok!.. -
— Bir ân, bir ân... Hemen gelirim. Hatçe'nin çığlıklı sesi:
— Hayır, hayır! Gitme! Bir ân bile ayrılma yanımdan.. Naci oturdu:
— Ama biraz sonra vakit gelecek... Ayrılacağız... Evime gideceğim.
— Ayrılmayız! Bize aynlık vakti yok!..
Naci kös:ke döndü, odasına geçti, etajerdeki kitapla-nna hazin hazin baktı, sonra masanın büyük
çekmecesini çekip koca bir dosya hâlinde yarısına kadar hazırlamıs olduğu doçentlik tezini çıkardı.
Dosyanın üzerinde su baslık:
«Ruhcu ve maddeci yönlerden Batı felsefesi»... Alt satır:
«Batı tefekkürünün çıkmazı»...
Odanın bir kösesinde bir çini soba... Tatlı tatlı yanıyor. Hatırına tasavvuf kahramanlarından
birisinin sözü geldi:
— Yas odunlar gibi haykıra haykıra yanma!.. Kuru odunlann eriyisine denk, tatlı ve sessiz
kavrul!..
Eserini kaptığı gibi sobanın içine attı. Ve kâğıtların hı-sırdaya hısırdaya yanısını ve büküle büküle
kömür olusunu seyretti.
Ve düsündü:
— Batı karbon olmaya mahkûm bir dünya.,.
Kıs... Kar yağıyor...
Belmâ Avrupa'ya gitmis, Mine ve arkadasları da «eylem» dedikleri hareketlere karısmıslardır. Dis
gıcırtısı kadınla beyin uru disi, artık Naci'nin gözünde, suları çekilmis ve diplerindeki süprüntüleri
meydana vurmus birer kuru havuz...
76
Hastaneye giderken yolda Ressam Âbid'e rastladı:
— Sakal mi koy veriyorsun Abid, nedir bu halin?
— Mine öyle istedi.
— Güveyilik sartı mı bu?
— Biz ona inanmısız bir kere... Ne isterse yapanz. Hem...
— Hem?..
— Ortalık birbirine giriyor, yeni bir toplum yapısına doğru gidiyoruz. Sen hâlâ (bireysel)
düsünüsler içinde çürümeye devam ediyorsun!
— Çürüyen neymis?
— Eskiler...
— Sen de yenisin, öyle mi?.. Ayol, aynanın karsısına geçip su her gün eskittiğin suratına
bakacağın gün ne zaman gelecek?..
t- Biz simdi, kadınlı erkekli kocaman bir gençlik ordusu çapındayız. Aynaya bakmaya bile vaktimiz
yok...
— Đste bütün felâketiniz de oradan geliyor ya!.. Kadınlarınız eylem değil, yeni bir tekallüs,
kıvranma cinneti, erkekleriniz de bir nevi harem ağası sehveti içinde...
Hastaneye vardı. Kapıda ve içeride gençli, ihtiyarlı, I erkekli, kadınlı bir kalabalık...
— Ne var, ne oluyor?
— Üniversite gençlerinden bir takım yaralıları getirmisler... Onların yakınlan...

beaverss
04-11-2015, 08:20
Sahibi belirsiz bir ses:
— Ne olacak bu milletin hali? Ana, baba, hükümet ne gün sesini duyuracak bu gençlere?..
Dilimizi, dinimizi, ekmeğimizi bize kaybettiren nedir? Bir adı olsa gerek... Adını koyunuz!
Biri cevap verdi:
— Baba böyle bağırma!.. Burası hastane, hükümet ka-Pisı değil!..
77
Koridorda onu Husmen Ağa karsıladı. Eli ayağı titriyor:
— Bu aksama ya çıkar, ya çıkmaz.
— Ne diyorsun? Husmen Ağa boğuluyor:
— Gelinlik telleri ısmarladı. Getirdiler. Bunları tabutumun bas tarafına taksınlar, dedi.
Hatçe, Naci'yi görür görmez kıpırdadı. Saçları basından kopmak, kaçmak ister gibi birbirine
girmis... Yüzü uçuk, uçuk... Sanki gitmis de yerine gölgesini bırakmıs...
Gözler; içinde altun tozundan bir harman savrulan gözler... Hatçe'ye yalnız onlar sadık...
Naci iskemlesine ilisti:
— Nasılsın Hatçe?
Rengine mor beyazın üsüstüğü dudaklar kıpırdadı.
— Đyiyim, çok iyiyim... Daha iyisi olmayacak kadar iyi.. Naci'nin karsısındaki pencerede kardan
yastıklar...
Gözleri orada...
Kız, Naci'ye bakmadan gözlerini diktiği istikameti sezdi:
— Kar ne güzel, değil mi?.. O kalkmadan ben kalkmıs olacağım.
Cevap yok...
Hatçe göz kapaklan inik:
— Yani cenazem... Kar rengi bir örtüyle gireceğim tabutuma...
Naci ses çıkarmadan ayağa kalktı. Kızın çok uzaklardan gelen sesi:
— Nereye gidiyorsun?
— Buradayım!
Naci ayaklarının ucuna basarak kapıya doğru ilerledi. Dısarıda bekleyen Husmen Ağa'ya «gel»
isareti verdi. Kapıda kala kaldılar. Hatçe müthis bir enerji sarfederek
basını kaldırmak ister gibi bir hareket yapıyor. Kaldıramadı. Serili olduğu yatağa büsbütün
serildi. Hatçe, sanki bir dağın arkasından sesleniyor:
— Bırakma beni Naci, geliyorlar!.. Naci çığlığını tutamadı:
— Hatçe!.. — Efendim?.. Bir ân durdu:
— Allah'ım!..
Ve... Ötesi hep ve...
Mezarlık dönüsü, köyde, bildiğimiz konağın bildiğimiz odasında Husmen Ağa'yla bas basalar... Acı
bir rüzgâr esiyor ve kar savruluyor.
Sedirin üzerinde, sırtı arkalığa dayalı büyükçe bir tas bebek...
Husmen Ağa, bebeği gösteriyor:
— Bu onun bebeğiydi. Sekiz-on yıl önce benden istemisti. Sehirden getirmistim. Bu yasma kadar
onunla oynamaktan vaz geçmedi. Đsini bitirir bitirmez bebeğiyle düsüp kalkmaktan baska bir sey
bilmezdi. Ona yatak yapar, yorgan uydurur, gömlekler, duvaklar biçerdi. Beni bu yasımda
bebeğiyle bırakıp gitti.
Đhtiyar katılırcasına ağlıyor.
— O bebeği bana verir misin?
— Hatçe'nin her seyi senin, oğlum!. Al, sen de onu götür!
— Alıp götüreceğim bir sey yok.. Ömür boyu beraberiz.
— Kitaplarımı da sana hediye ediyorum. Madem artık tasavvufa daldın, bu kitaplardan
faydalanabilirsin... Hele el yazması bir tanesi var ki, Allah ve Resulünün ki 78
taplanndan sonra dinin en büyük eseri... Dinin, birbirine bağlı, birbirini tamamlayıcı olarak iç ve dıs
hikmetlerini hiç birinden zerre feda etmeksizin bir kapta toplayan kitap. . Đkinci Bin'in Yenileyicisi
Đmâm-ı Rabbani Hazretlerinin «Mektûbât»ı,..
— Çok tesekkür ederim.
— Onu defalarca oku, her kelimesini ilik gibi em ve mânaların atesinde yan ki, ben sana tesekkür
edeyim... Eski harfleri de öğreniyor musun?
— Basladım, bir kaç aydır devam ediyorum.
— Ya namaz?
— Ona da döner dönmez baslayacağım.
__ Basla oğlum, basla!.. Mümkün olsa da ben de yeniden baslasam... Her defa senin yasına dönüp
seksenine kadar kılsam ve her defa yeniden baslasam... Belki usûlünü bile bilmiyorsun, değil mi,
namazın?
— Tam bilmiyorum.
Husmen Ağa abdest ve namazı en ince noktalarına kadar Naci'ye not ettirdi. Sonra okuttu ve ezbere
tekrarlattı.
Hatçe'nin hizmet etmediği bir sini üzerinde yemeklerini yediler.
Camiden yatsı ezanı...
— Simdi, dedi Husmen Ağa; camie gider ve yatsıyı kılarız. îmam arkasında nasıl kılınacağını da öğrenirsin.
Çıktılar. Cami meydanının ilerisinde hayal meyal görünen çesme... Basında, elinde desti, hayal
meyal Hatçe... Masal kızı... Konusuyorlar:
— Đsterseniz askerlere söyleyeyim de çesmeyi bosaltsınlar...
— Ziyanı yok, beklerim...
28 yıllık hayatının ilk namazını kılıyor. Simdiye kadar uzaktan seyrettiği denizin artık içinde...
Đmam, sabit bir makamla okuyor ve o, Husmen Ağa'dan öğrendiği gibi yalnız okunusa kulak ve
gönül bağlayarak dinliyor. Bu
80.
arada bazı anladığı kelimelerden tüten mâna buğusu, kelimeleri cümlelestirmeden ve bir dıs
mânaya bağlamadan, Naci'ye meçhullerin meçhulleri üzerinde her istikameti kurcalayan ufuklar
açıyor. Ve yine bu arada istemeden içine su his, düsüyor:
— Kur'ân'ı mânasını bilmeden okuyanların haline dil uzatanlar ne ahmaktır. Kur'ân'daki dıs
mâna, kelimesi kelimesine bilinse bile onu bilememenin, bilmek mümkün olmadığının bilinci
içinde okumak ve dinlemek lâzım... Anlayıp ne olacak sanki?.. Anlamıs olmak tesellisi içinde
anlamak da kaybolup gidecek... Ne mutlu hiçbir sey anlamadan Kur'ânı bazı delâlet pınltılariyle su
gibi tas tas basından dökenlere...
Ve hemen, bu sırların sırrı noktasında veli'nin kamçı saklamasına benzer ölçüsü hatırına geliyor:
— «Anlamak lâzım değil; inanmak lâzımdır.» Camiden çıktılar. Sedire dayalı tas bebeğin iki yanın
da oturdular.
Husmen Ağa sordu:
— Nasıl hissediyorsun kendini?
— Nur yağmuru altındayım.
— Aman, bırak, üstüne yağsın! Saçaklara sığınayım deme!
— Siz bana ilk temasımızdan beri içimdeki gizli çıbanı patlatmakta vesile oldunuz. Torununuz da
kimsenin öğre-temeyeceğini öğretti. Öylesine öğretti ki, sonunda onu kaybetmem gerekli oldu.
Beni, çektiği hasret dağının yokusunda yalnız bırakıp gitti.
Gözlerinde damlalar mukavemet seddini tasırıyor. Husmen Ağa, Naci'ye en tatlı bir merhamet
toniyle dedi:
— Ağlama yavrum, göz yaslarını dondur! Ben yapamadığımı, erisemediğim gücü senden
istiyorum. Bak sana üç-bes kelimelik bir velî hikâyesi anlatayım: Ömründe bir

beaverss
04-11-2015, 08:22
81
kere bile gülümsediği görülmemis acı yüzlü bir veli'nin, üstüne titrediği, öksürse ağlayacak gibi
olduğu bir evlâdı var... Evladı uzaklarda... Birdenbire öldüğü haberini alı-yor ve ömründe ilk defa,
belki de son, tebessüm ediyor.
— O kuvvet nerede, ben neredeyim? -— Çalıs, kazan!..
— Siz köyde mi kalacaksınız?
— Nereye gidebilirim?.. Kızımın ve torunumun mezarlarını sırtlayıp yollara düsebilir miyim?
Yolun düserse sen de uğra bu köye!..
Husmen Ağa'dan aldığı kitaplarla tas bebeği, köskte çalısma odasındaki masasına yığdı. Sonra tas
bebeği alıp etajerin tepesine asılı, çerçevesi sedefli büyük aynanın karsısına oturttu. Bebeğin yarım
profili aynaya ve öbür tarafı
dısarıya doğru...
Ve aynada kendisini seyretmeye koyuldu. Đnsan... Yüzünü bile tam görebilmekten âciz mahlûk...
öyle ya-, aynada sağ sola ve sol da sa£a geçtiğine- göre, gördüğü tam kendisi mi? Ancak birbirimizi
görebiliyor, yahut gördüğümüzü sanıyoruz. Bir eksiğin daha büyük eksiği de aynada tecelli ediyor.
Aynada, yaiıut bütün mü-cellâ satıhlarda... Demek kendimizden bile gizlenmisiz...
Eyvah, eyvah!.. Akrebin kıskacı fikirler yine mi üzerine üsüsüyor?.. Belmâ'dan koptuğu ve
Hatçe'yle hallesü-ği günlerde baska duyguların peçelediği bu fikirler simdi, deniz çekilisinden
sonra gelen kabarıslar gibi baskına mı kalkıyor? Artık kendisine bir köseye çekilip bu fikirlerin
pöstekisini saymak mı düsecek?..
Ya sobaya attığı doçentlik tezi ne olacak? öylece katacak mı, yoksa yerini bir baskası ini alacak?
Meselâ:
-Đslâm tasavvufu ve insanlığın beklediği nizam...'
82
Evet, evet... Gecesini gündüzüne katıp bunu yazacak... Günlük faaliyet seli içinde bir çöp gibi
suursuz, gidip gelecek ve baska hiçbir seyin iradesini tasımayacak...
Aynaya derin derin bakıp, içinden geçen her kelimenin çizgilerini orada görürcesine fikretti:
— Ya Rakîb!.. Ey isimleri arasında beni en çarpan ad olarak «Rakib» ismini gördüğüm Allah...
Neyi karıstırsam, neyi eselesem altından «Rakib» ismin çıkıyor. Elimizi yakmaması için gaflet
masasıyla tuttuğumuz her seyin üstünde ve altında sen, dibine vardırmak istediğimiz her hasretin
içinde ve dısında sen varsın!.. Bir ismin de «Karib»... Yakın... Yakın olan Sensin!.. Her sey uzak,
her sey uzak... Ve bütün yakınlıklar, uzaklık...
Hiçbir harita, tasavvuf kahramanlarının çizdiği ruh topografyası derecesinde emin olamaz.
Kur'ân'm: «Ruh Allah'ın bir emridir ve insanlar ondan çok az sey bilecektir» haberini verdiği varlık,
onların elinde ve dilinde, bütün girintileri ve çıkıntıları, dolambaçları ve düzlükleri, mağaraları ve
dehlizleriyle göz önünde... Onların ruh üzerinde verdiği «bilinmez» hükmü, basta değil, nihayette
ve nice bilgiden sonra vardıkları merhale...
Allah'ın: .
— «Emaneti dağlara ve taslara teklif ettik; çekindiler ve almadılar... Đnsan ki, zalûm ve cehûldür,
kabul etti.»
Dediği ruh...
Ruh ve zıt kutbu nefs... Biri ak, öbürü kara iki erimis maden gibi kalb potasına dökülüyor ve orada
bir karısım billûrlastırarak kalbin hakikatini daire içine alıyor.
Naci artık eski harfleri söker, hattâ onlarla yazar hâle gelmistir. Dostu, sevimli imam, artık arada
bir gördüğü ve
bazı suallerine cevap aldığı uzak bir vasıtadan ibaret... Kendi kendine yol alabiliyor artık...
Tasavvufa kaynak Allah'ın Sevgilisi hayat iksirini iki koldan veriyor: Hazret-i Ebû Bekir ve Hazreti
Ali kolları... Emanet bu iki kol üzerinde, avuçtan avuca devredilmis ve tek zerresi
kaybedilmeksizin asırlar boyu devam etmistir. Hele Ebû Bekir kolunun hakiküerindeki, emanetten
tek zerreyi kaybetmemek titizliği belirtilebilir gibi değil... Bu kolun büyüklerinden biri nefsine
söyle hitap diyor:
— «Sen ayağı yanmıs bir köpeksin ki, san kafilesinin arkasından üç ayakla sekmektesin!»
Đnanıyor ki, büyük san böyle bir köpek olabilmektedir.
Aynı yolun büyük üstü bir büyüğü de, kendisinden niçin az keramet görüldüğü sualine, en
muhtesem kerametten daha muhtesem su cevabı veriyor:
— «Bunca vebal altında ayakta durabilmemizden büyük keramet mi olur?»
Aynı büyüğün ıssız kırlarda ve at sırtında aksam vakti müridiyle beraber giderken müridin kalbine
korku düsmesi üzerine, onu batmayan bir günes altında yürüten ve menzillerine varır varmaz koyu
karanlığa bırakan kerameti üzerinde yorumu:
— «Bunlar tarikatın oyunlarıdır; gaye bu değil...»
Gaye Allah...
Baslangıçta Mansûr (Hallâc) a kapılandı. Onun, seriati en nâzik yerinden yaralayıcı «Hak benim!»
sözünü de fazla kurcalamaya davranmaksızm tehlikeli bulmaya yanasmadı. Hattâ ana yol
üzerindeki bazı büyüklerden do buna benzer sözler fıskırdığını görmedi değil... Fakat kısa zamanda
büyük edebi ele geçirdi ve meselenin çözümlenmesini yine büyüklerden öğrendi:
— Bu hal manevî -sekr» sarhosluk halidir ve askm is-
84
tilâsiyle aklın elden gitmesi neticesinde meydana gelir. Eğer Mansûr, ana yolun büyüklerinden en
hakir bir müride rastlasaydı bu sözü etmezdi. Cüneyd de bu sırn söyle çözen
— Biz yolun sırlarını izbelerde, mağaralarda gizli gizli konusurduk; Mansûr onları meydana
vurdu.
Bütün incelik aynadaki hayal ile zatın aynı olmadığını kavrayabilmekte ve muazzam bir fikir
inzibatı içinde aklın paymrkoruyabilmekte... Bu ve buna benzer sözler akılla söylendi mi küfür
olur.
Askların askı ve o günesi eritecek hararetin muazzam bir akıl inzibatı içinde korunması... îste «Ne
akılla olur, ne de akılsız» ölçüsündeki sır!..
Ya bu inzibatın ismi nedir?
Seriat...
Seriat O'nun, O var diye her seyin var olduğu O'nun dısı, tasavvuf ise içidir.
Bir saray düsünün... Bulutların üstünde, duvarları zümrütten ve çatısı yakuttan bir saray...
Pencerelerinde, içeride binbir âvizeli bir ziyafet salonunu ihtar eden ısıklar... Đste O'nun ruhâniyet
âbidesi olan bu sarayın dıs mimarîsi seriat, içi de tasavvuf; ve ne dıs içten ayrılabilir ve ne iç
dıstan...
Üniversitede birkaç profesör arasında...
Biri:
— Duyduğumuza göre garip bir doçentlik tezi hazıriı-yormussunuz. Seriatle iç içe Đslâm
tasavvufuna ait bir tez. Ve ona büyük bir eser çapında hazırlık yapıyorm ussunuz. Ne zamandan
beri seriatçi oldunuz?
— Yunus Emre'nin «Balların balını buldum» dediği tasavvufa el attığım günden beri...
85
— Seriate mi, tasavvufa mı, hangisine tutunuyorsunuz?
— Đki elimle tutunduğum dal birdir. Öbür profesör:
— Hırsızlık edenlerin kolunu kesen seriati çağımıza nasıl uydurabilirsiniz?
— Hırsızlık cemiyetin kolunu kesmektir. Cemiyetin kolunu keseni kolsuz bırakmaksa toplumu
kurtarmak... Seriat, hırsızlık sürsün ve boyuna kol kesilsin diye emretmez. hırsızlık kalksın ve kol
kesilmesin saadetini getirir. Yani hastalık iyi olsun... Neden vücudu kurtarmak için kol kesen
cerrahı suçlamıyoruz?
— Adaletsiz bir cemiyette hırsızlık kesilemez ki, bu kadar acı bir cezaya katlanılabilsin?..
— Gerçek adaletin sartlan da seriatte... Buna rağmen suç isleyenlere verilecek ceza da bir tedavi...
Baska bir profesör:
— Siz bu fikirlerinizle çağ dısı kalmaya mahkûmsunuz. Yazık, ne kadar da istidatlı bir gençsiniz!
Kıymayın kendinize!..
— Çağ dısı olmak için önce çağ nedir, onu anlamak", pesinden bütün ületleriyle çağımızı bilmek
lâzımdır. Çağ bir takvim isi değildir. Asıl, doğum sancısı çekenlere «çağ dısı» mührünü basanlardır
ki, çağ dısıdır. Kendi kendilerine yetemeyen, çağların gebe kaldığı yavruları göremeyenler, onların
yüz çizgilerini heceleyemeyenler... islâmiyet lâv gibi fıskırdığı devirde çağının neresindeydi,
üstünde mi, altında mı, içinde mi, dısımda mı?.. Çağ dediğiniz, onu açanın, geçmisi kapatanın ve
geleceğe hükmedenindir.
— Đyi ya, kendi kendinizi ele veriyorsunuz! Asrımızda Đslâmiyet kapatılmıs değil midir?
— Belki onu anlayamayanların, kaba nefslerine indirenlerin ve hayata yanlıs tatbik edenlerin
islâmiyeti... Đslâmiyet-değil...
83
Kendi hocası, orta yerde çabalayan ve yönü belli olmayan esersiz profesör de lafa karıstı:
— Bak sana, yakında doçentim olacak asistanıma söyleyeyim; bugün Türkiye'de solcu sınıf
dısında milliyetçi zümrenin birlik olduğu gerçek sudur: Allah'a ve Resulüne evet, seriate hayır!..
Naci, acı acı güldü:
— Aman hocam, böyle bir görüs, günesi kabul edip de ısığını inkâra kalkısmak gibi bir abes olur.
Gülüstüler ve isi tatlıya bağlamak istediler. ;
Biri yine duramadı:
— Namaz da kılıyor musun?
— intizamla...
— Paris'te tahsildeyken de kılıyor muydunuz?
— Yazık ki, hayır!..
— Siz bize Paris hatıralarınızdan bahsedin de bu çetrefil bahisten kurtulalım...
— Bahsetmeye değmez, hocam... Tanzimattan beri yolu açılan Avrupa'da, Batılıların marifetini
devsirmek için gönderilip kabuk üstünde dört dönen böcekler gibi sürdüğümüz hayatın ne değeri
olabilir?.. Kendi kendimizi büsbütün kaybetmek, Batıya da bir türlü uzanamamaktan ba^ ka?..
Herhalde oradaki hususî hayatımı merak etmiyorsu nuz.
— Ben size oradaki fikrî ve ruhi hayatınızı sordum Sanat, edebiyat ve kültür hayatı...
— Batı kendisine yeni bir çağ arıyor. Sanatiyle, ede-biyatiyle, fikriyatiyle yetmezliğin hafakanına
tutulmus bulunuyor. Onun bu en mahrem çizgisini görmeyen sahte inkılâpçılar kendi özlerinin
koruyucularına «çağ dısı» teshisini konduruyorlar. Batı, maddeyi fethetmekte kendi kesiflerinin
makinesine kolunu kaptırmıstır. Simdi ona tahakküm etmenin ruhi müeyyidesi pesinde... O bu
halin-
87
deyken bizim onu her sey sanmakta devam etmemiz, Batıyı bir erismistik içinde görmemiz, her gün
biraz daha ona özenmemiz ve kendimizden tiksinmemiz, felâketlerin felâketi!., tste bir kaç
kelimeyle Bati; ve iste, basta üniversitemiz, bütün müesseselerimizle bizi.. .
— Demek doçentliğine istekli olduğunuz üniversitemizi de beğenmiyorsunuz!
— Talebesinin hocasına, hocasının da talebesine inanmadığı ve gençlik buhranının bundan
doğduğu bir üniversiteyi nasıl beğenebilirim?..
— Ya medrese?..
— O, vecd ve ask devrinde zaman ve mekânına hâkim tam bir disiplin ocağıydı. Yobazlara
yataklık etmeye basladığı çığırlarda bile disiplininden bir sey kaybetmedi. Fakat günümüzün
ilericilik ve solculuk yobazları elinde her sey tersine döndü ve medrese ilim ocağının her sartına
malik bir sembol halinde tarihe göçtü, gitti. Medreseyi, ruhunu sımsıkı muhafaza ederek ıslah
etmek gerekti. Ayniyle yeniçeri ocağında olduğu gibi... Bizse onları yıkmak ve yerine ne
koyacağımızı sasırmakla kaldık.
— Ayol siz bizim asistanımız gibi değil, profesörümüz gibi konusuyorsunuz!
— Ne münasebet efendim; soruyorsunuz, ben de söylüyorum.
— Anne ısrar etme! Ben kolay kolay evlenemem artık...
— Buna mecbursun Naci; hayatına bir düzen verebilmen için bir evin, bir de kadının olmak
lâzım...
— Evim var ya...
— Kadınsız ev bos kafestir.
— Kiminle anne, nasıl, nerede, ne zaman?..
— Sununla, bununla V>mr?vie değil... Sana uygun düsecek, sana ve evine bakacak, eli var, dili
yok-bir. kadın..
— Kadın bir çamasır makinesi midir ki, gidip de uygununu bulayım ve satın alayım?..
— Sana böylesi lâzım... Ondan sonra kendini rahatça isine verebilirsin.
— Kim bulabilir böylesini?.. Mobilyacıya model verir gibi kapı kapı gezip aramam mı gerekiyor?
— Ben bulurum, gerekirse kapı kapı ben dolasırım.
— Bırak anne bu gayretleri, isi oluruna bırak!. Ve gömüldü kitaplarına...
Husmen Ağa'dan aldığı kitaplardan birinin iç sahife-sinde ne görsün?.. Yeni harflerle bir yazı:
«Bu kitaptan bazı parçalan bana dedem okudu. Zevkten eridim. Kadın ermislere ait bu kitap...
Seyyidetünnefi-se isimli kadın ermis, bitisiğinde oturan bir hristiyan ailenin ricası üzerine,
evlerinde felçli ve yatağından kıpırdayamaz halde bir genç kızı, bir-iki saat için beklemeğe gidiyor.
Aile bu müddet içinde mühim bir is için sokağa çıkmaya mecbur... Hâsta kız o kadar güzel ki,
kadın ermis dayanamıyor ve Allah'ım bu kızı iyi et, diye dua ediyor. Ailesi döndüğü zaman görüyor
ki, kızları, müslüman veli-yenin dizleri üstündedir ve iyi olmustur. Anasını ve babasını görünce
üzerlerine kosuyor. Ağlıyorlar ve müslüman oluyorlar. Ah, keske ben de bu kadın ermisin
zamanında yasasaydım da onun hizmetçisi olsaydım.»
Naci düzgünce bir el yazısı ve cümlelestirmeyle Hatçe1 nin kaleminden çıkma bu notu görünce asıl
ağlayan, dakikalarca ağlayan kendisi oldu. Ve kitabı bastan basa okudu.
Duhter-i Kâab isimli veliye... Kölesine âsık... Oda ona.. Ne türlü?.. Anlatılamaz. Bir gün sabrı
tükenen güzel delikanlı, güzellikte kendisinden ileride Duhter-i Kâab'm önüne dikiliyor.
Söylenebilecek hiçbir sözü yok... Yalnız
88
ileriden ellerini uzatmakla kalıyor... Kadınsa ayakta ve dim dik:
— Ben diyor; efendim.g^im ve ona cezbeliyim. Bu halimi senin üzerine sıçrattım ki, bana tutu'asın
ve sen de onu bulasın...
Ve bir siir okuyor:
«Gerçek aska bir oyunla geçtim
Zehirden sifaya geç, kemend onun elinde...
Naci muammasını bu kadın ermisin dilinde çözülmüs buldu.
Bir de sevginin hedefini bile bile bu hedef uğrunda birbirine tutulmanın sırrı:
Bir velînin cariyesi Selime...
— Seni azad edeyim!.
— Đstemem!
— Nikâh edeyim, zevcem ol!
— Đstemem!
— Sebep?
— Bir ân bile senden ayrılmak istemem! Zevcen elmam için beni azad edeceğin bir anlık
nâmahremliğe bile tahammülüm yok!
Kendisini o veliye benzetemese de, Hatçe'yi, Selime'ye benzetir gibi oldu. ,
.
Ya Sırrı (Sakati)nin müridesi diye anılan büyük kadın?.. Ona oğlunun bir dere kenarındaki bir
değirmende oynarken suya düsüp boğulduğunu haber veriyorlar.
— Olamaz, diyor; Allah bunu bana etmez! Çocuğunun boğulduğu noktaya gidiyor.
— Gösterin bana, diyor; çocuğum hangi noktada sulara gömüldü.
Gösteriyorlar.
Kaynayan sulara doğru haykırıyor:
— Mehmed, oğlum!
Sulardan ses geliyor: :— Efendim, anne!..
Büyük kadın sulara atılıyor ve minicik yavruyu sag (salim çıkarıyor.
Cüneyd'e soruyorlar.-
— Ne dersin Sırri'nin müridesine?
— Allah'a karsı iyi zannını bozmamanın ve ihlâs ile jmid etmenin mükâfatı...
Acaba o da Hatçe'nin mezarı karsısına geçip hitap edebilir miydi?
— Hatçe, sevgilim!
Ve mezardan ses gelebilir miydi:
— Efendim, Naci!
Ama neredeydi kendisinde o ihlâs, o derece?.
Annesi Naci'ye arka arkaya birkaç genç kız gösterdi. Hepsi de iyi ve muhafazakâr ailelerin temiz
kızları... Ama hepsi de çıt-kırıldım ve özenti mahcup soyundan...
Bir gün annesine fena halde çıkıstı: .
— Bırak anne, benim yakamı bu evlenme isinde!., ps-tüne düsmeyelim ve nasibi kollayalım...
Doçentlik "tezi üzerinde boğulurcasma çırpmıyor...
Bir sabah gazetelerde büyük bir solcu hareketine ait bir haber gördü. Haberin ortasında Mine'nin de
kocaman bir resmi... Bir yaralama hâdisesinde yakalananlardan Mine isimli bir milyoner kızı,
vak'ayı ,kendi tertiplediğini ve arkadaslarından hiçbirinin alâkası bulunmadığını ifade etmis...
Tutuklanmıs ve cezaevine gönderilmis...
Fazla sasırmadı. Mine'den her sey beklenebilirdi.
Haberi üniversitede okuduğu gün kapısı vuruldu. Đçeriye, göğüslerine yafta asılsa bile belirtmekten
âciz kalacağı sekilde polis oldukları asikâr iki sivil memur girdi.
— Felsefe asistanı Naci Bey sizsiniz, değil mi?
— Evet!..
90
— Savcılığa kadar gitmemiz icab ediyor.
— Sebep?
— Biz onu bilemeyiz. Sadece davet ve refakat emrini aldık.
Savcı Yardımcısı, Naci'ye yer gösterdi:
— Bayan Mine'nin evinde ve Ressam Abid'in atölyesinde yapılan aramalarda bazı suikast
tesebbüslerine hedef tuttukları insanlara ait bir liste ele geçirildi. Bu listenin basında sizin isminiz
var. Đsminizin yanında da parantez içinde su kayıt: «Bizimle düsüp kalkmalarında bir türlü yola
getiremediğimiz bu adam, ileride dâvamıza en kuvvetli darbeyi indirebilir. Mutlaka temizlenmesi
lâzımdır.» Kendileriyle düsüp kalkmıs olmanız ne demektir ve bu hususta bildikleriniz nelerdir?
— Ben Mine ve grubu ile temaslarımda, onların bohem hayatı içinde birtakım heveskâr taslaklan
olmalarından baska bir sey görebilmis değilim. Her hangi bir fiili tesebbüsle alâkalarına dair de
hiçbir müsahedem yok...
— Ya sizi niçin öldürmek isterler?
— Bu sualin cevabını Mine verebilir. Zaten mucip sebebini ismimin yanına kaydetmis...
—- Onlarla düsüp kalktığınız zamanlarda bu niyetlerine ait hiçbir ize rastlamadınız mı?
— Rastlamadım. Tenkitlerime daima tahammül gösterdiler ve isi alaydan ileriye
vardırmadılar. Mine'nin böyle bir harekette rol almak ihtimalini de bugüne kadar hayal bile
edemezdim. Bu kızın cinnete kadar varan ruh sar'asmı yakından bilirdim ama bu kadarını
bekleyemezdim.
— Peki, dedi savcı; gerekirse mahkemede sahitlik edersiniz.
Naci, hapishaneye Mine'yi görmeye gitti. Naci'yi avukat odasına aldılar ve kızı getirdiler. Mine
tutuklu haliyle, her zamanki ihmalci giyiminden
92
daha bosverici... Solcuların kullanmaya pek meraklı olduğu kelimeyi patlattı:
— Merhaba!..
— Merhaba Mine!..
— Ne o?.. Beni görmek için tutuklanmamı mı bekliyordun?
— Bu da galiba kendini aratman için yeni bir numara...,
— Ne numarası be!.. Bu kadar pahalı numara mı olur? Burada da mı felsefe?
— Geç!.. Ben seni tutuklayan rejim ölçüsüne senin ka-fandaki rejim derecesinde inanmadığım için
ziyaretine geldim. Seni mazlum gördüğüm için değil, asıl seni tutuklayan zihniyeti zalim bulduğum
için...
— Ya senin rejimin olsa bize ne yapardın?
— Zahmetsizce asardım!
— Biz de sana aynı seyi yaparız, ama eskinin son gü-I cünü sende gördüğümüzü inkâr etmeyiz.
Hiçbir seye inan-I mayanlarla, senin gibi, devrini yitirmis bir seye inanan-j lar arasındaki farka
hürmet ederiz.
Naci, hapishanede bile yiğit bir küstahlık tavrından 'vazgeçmeyen Mine'yi tepeden tırnağa süzdü.-
— Seni görmeye gelmemin bir sebebi de su-. Senin, öldürülmek: üzere sıraya koyduğun insanlar
arasında beni en basta gösteren bir liste bulunmus, doğru mu?..
— Böyle bir liste olduğu doğru... Ama nasıl bulmuslar, haberim yok... Her halde beni
tutukladıklarından sonra aramıs olmalılar evimi...
— Nasıl izah edersin bunu... Gerçekten öldürecek miydin beni?
— Evet!
— Niçin?.. Fikirde birbirimize zıt olduğumuz için mi? Baslarımızı aynı fikir yastığına
koyamadığımız için mi?
— Evet, baslarımızı aynı yastığa koyamadığımız için...
93
— Ben fikir yastığı dedim.
— Ben de sadece yastık diyoruml
Mine öyle bir tavır içindedir ki, nerede ve ne vaziyette olduğunun bile farkında değil...
Naci atılıp kapıyı açtı ve orada bekleyen gardiyana seslendi:
— Konusmamız bitti; hanımı koğusuna götürebilirsiniz! ,
Mine arkasından lâf yetistiriyor:
— Seni yasatmayacağım, Naci!
Su komünistlerin sahtelik temeli üzerine bazan yine sahte tarafından ne fedakârlıklara, ne
samimîliklere ulasabildiklerini görüyor da'insanın hayretten çatlayacağı geliyor. Dâva ahlâkı, vazife
sevki, fedakârlık ruhu, gözükarahk seciyesi gibi faziletler olanca kaynağını ve hakikatini îslâm-da
bulurken, bütün bu kıymetlerin, marka müslümanlan-na veda etmesi ve komünistlerde karar
kılması izah kabul eder mi hiç?
Naci bu halin de izahını buldu:
— Bu tecelli de îslâmiyetin sanına ayn bir delildir. Đslâmiyet evvelâ inanmayı, sonra da bu inanç
etrafında ebediyen yeni ve sağlam bir ruh ve ahlâk yapısına malik olmayı emreder. Bu yapı
porsuyup çökmeye baslayınca da iman gıdasını alamaz ve ölü bir markadan ibaret kalır. Asırlardan
beri süren nice tesirler altında, somaki • mermerden mantarlasmıs çürük tahtaya döndürülen eski
yapı, bütün ruhî kıymetlerin düğüm noktası vecd ve ask kaybedilince, iste böyle bedava tarafından
komüniste geçiyor ve karsısına gerçek vecd ve askın, onu bir hamlede ezip külünü havada
savuracak yığını çıkaramıyor. Çünkü bu is-lâmi yığın açık konusalım, ismine devrim dedikleri
belli-baslı bir devreden beri köküne kibrit suyu dökülmüs olarak yekpâreliğinden uzaklastırılmıs,
onun yerine «devrimci, uygarcı, ilerici» diye bir nesil türetilmek istenmis, o da doğmadan ölmüs,
«devrim» dediklerinin «devrilme» olduğunu laboratuar kesinliğiyle göstermis ve ortalık, biri tam
teskilâtlı ve radarlarla dısarıdan idareli, öbürü de tüm bassız ve disiplinsiz, ama iyi niyetli ve
istidatlı, Türk ruh kökünün davacısı gerçek bir topluluğa kalmıstır. Netice hükmü sudur ki,
komünist, inandığı bâtılın mücerred inanma kuvvetiyle akın ve baskınlarını yürütürken, karsısında
hiçbir seye inanmayanların seddini daima kolaylıkla yıkacak ve bu dâva, gerçek iman ve onun
aynlmaz ruh vasıflarını tasıyıcı yepyeni bir nesil tarafından Jtelepçelenme-dikçe
durdurulamayacaktır.
Naci böyle düsünürken, atesten çizgilerle bir velînin su ölçüsü gözlerinde pırıldadı:
— «înan da, istersen bir odun parçasına inanl» Halbuki inanmanın kime ve neye olduğu belli...
Yalanı bile kudret doğuran iman... Evet; inanmayı, inanmanın mutlak merkezine, zıt sekilde
kullanıp sonra da onun ahlâkını taklid eden ve kendi inanısına uydurmaya yeltenen komünist,
kendisini çağ içi farzedici hiçbir seye inanmayanlara nisbet edilecek olursa, tarla faresiyle lâğım
faresi arasındaki farkı belirtir.
Hatırına Lenin'in bir sözü geldi:
Lenin tarafından acı bir tenkide uğrayan bir komiser, «Bu benim hususi hayatıma ait bir noktadır,»
diye karsılık verince, liderinden su mukabeleyi görür.-
— «Bir komünistin hususî hayatı yoktur!»
însan hayatında bâtıl ve dalâletlerin en büyüğünü devletlestiren bu adam, farkında olmadan, tam
zıddı olduğu bir din icabının insan ve hayat görüsünü heykellestir-mektedir.
Asıl bir müslümanın hususi hayatı yoktur. O, aksamın belirli bir saatinde kepenklerini indiren bir
dükkâncı gibi
95
muayyen bir zaman çerçevesi içinde değil, her ân ve her mekânda müslüman ve mesuldür. Kenefte
ve uykuda bile...
Bakın, neler ve ne kıymetler köklerinden koparılıp nerelere ve hangi dâvalara kaydırılıyor da kendi
öz imanının nisbet ölçüleriyle beyni zonklayan biri, meydan yerine dikilip incelikleri dile
getiremiyor.
Mahkemeye de çağırıldı ve kelimelerinin tek tek zapta geçirilmesi ricasiyle su ifadeyi verdi: "
— Bu kızı tanırım. Solculuk taslayan hemen bütün kızlar gibi, yapmadığını ve yapamayacağını
yapmıs görünmenin ve bu islerde her fedakârlığa katlanmanın, zorla samimi olmaya çalısmanın,
dibi kazınacak olursa samimiyetsizliği meydana çıkacak hastalıklı gayreti, daha doğrusu sehveti
içindedir. Muhakeme edildiği suikast isinde itirafta bulunmasını hâdisenin kendi eseri olduğuna
dair bir hüccet kabul edemem. Tedkik ve takdiri mahkemeye aittir. Basta benim ismim bulunmak
üzere tertiplediği listeye gelince, bunu gülünç bulduğumu belirtmek" isterim. Đhtilâl kültürünün en
basitine malik bulunanlar da kestirir ki, böyle tertipler kâğıt üzerine dökülmez ve yüreklerde gizli
kalır. Böyle bir vesikayı ele geçiren polis ve savcının da «Evreka! — Buldum» nesesine
kapılmasını yine ciddiyetten uzak görürüm. Hâdiseler gösteriyor ki, dramatik neticelerine rağmen
her sey komik bir zemin üzerinde cereyan ediyor. Ve garip bir romantizm, basını almıs gidiyor ve
mukabelesini göremiyor. Belki de mukabelesini gösterememekteki bu acz halidir ki, isi komiklestiriyor.
Ama güldüren bir dram ye ağlatan bir komiklik... Bir felsefeci ve ruhiyatçı olarak ve Mine'yi
yakından tanıyan bir fert sıfatıyle görüsüm bundan ibarettir. «Görüsünüz nedir?» suâline muhatap
olmasaydım, bu mevzu ve sadet dısı mütalâalara huzurunuzda yer vermeyi doğru bulmazdım.
Mahkemenizin sanık bayana «Siz bir komünist misiniz?» suâline, «Tepemden tırnağıma kadar
komü-
96
nistim!» demesini de aynı hakikatsiz romantizm içinde gördüğümü de ilâve ederim.
Mahkeme reisi, Mine'ye sordu:
— Sahidin ifadesine karsı söylemek istediğiniz bir sey var mı?
— Beni, islediğim ve benimsediğim suça lâyık bile görmeyen bu gericinin, hakkımda verdiği
beraet karannı reddediyorum!..
Dinleyiciler arasında gülüsmeler...
Naci'nin mizacında her türlü «dır!» ve «tır!», nefretle kovulması gereken birer yobaz narası...
O «Allah vardır!» ve «Peygamber haktır»dan ve bunlara bağlı icaplardan baska hiçbir mevzuda
«dır!» ve «tır!» nidalarına yer vermek istemez. Her hangi bir (doktrin)in çabucak çatlatılabilecek
kalıbında donmaya razı olmaz ve meçhule hürmeti en soylu bir usul haysiyetiyle korumak dâvasını
güder. Halbuki «dır!» ve «tır!» hükmü, kaçınılması gerektiği kadar, aranılması ve bulunması da
lâzım bir zaruret...
Öyleyse?.. Mutlak arayıcılığında hakikat çilesi askına bu hükme yerinde vücut verebilmenin
çetinliğine erebil-meli... Gerçek idrak çilekeslerinin siâri; aslî «dır!» ve «tır!» yüzü suyu hürmetine
uydurma «dır!» ve «tır!»lardan kaçınmaktır.
Bir mısraı Kâinatın Efendisi tarafından anılıp «hadîs» ' olmak serefine eren, dünyanın en mesut
sairi Lebîd, bu sırrı ne güzel çözer ve Peygamber muradına kavusturur.
Hadis meali:
— «Söz odur ki, Lebid söylemistir: Allah'tan baska her sey bâtıl...»
Simdi bir sürü Türkçe ve Frenkçe kitap arasında tezini hazırlarken kaygısı su: Hakkı yüceltir ve
bâtılı batırırken, hakikatin sert bir nefesle bile yırtılacak incecik ka-
97
natlanm zedelememek, ulastığı ve erdiği noktalardaysa en canhıras tebliğ ve iddia tavrını muhafaza
edebilmek... Yani «dır!» ve «tır!»in yerini emniyet ve sıhhatle bulmak... Defterinin kapağına özene
bezene yazdı: •Đslâm Tasavvufu ve insanlığın beklediği nizam»...
Ve günlerce içinden heceleyerek öyle bir kanava çizdi ki, orda; meçhullere saygısının en titizini,
hakikate ermis olmanın da en iddialısını billûrlastırdığına inandı.
Herbiri üçer bölümlü 11 fasıllık ve tam kitaplastırılsa belki 33 ciltlik kanava:
1 — Batı, isi maddecilikte bitirmistir!
Batının doğusu (ilk müessirleriyle meçhul Yunan harikası)...
Batının olusu (Yunan aklı, Roma nizamı, Hristiyanlık ahlâkı formülü)...
Batının erisi (dağınık, saskın, düğümlü, kilitli madde marifeti)...
2 — Đsevilik soluğu safiyetini sürdürememistir!-Eriyen Roma (ruhun erittiği madde heyulası)...
Donduran Kilise (ruh soluğunu çürüten hezeyan otoritesi)...
Kilitleyen Skolâstik ve apıstıran mistik (zorlama akıl ve uydurma sırrîlik)...
3 — Rönesans, akün, çürütülmüs ruhtan intikam almasıdır!
Madde fâtihliği (esya-ve hâdiseleri mesnetlestirmek-sizin zaptetme davranısı)...
Maddeci estetik (tabiat meftunluğu, plâstik idrak, dıs süs zevki)...
Akıl çıkmazı (nefsini ve gayesini geçmiste arayıs kuru akla bağlanıs)...
4 __Madde üstü dayanaksız madde kesifleri oyuncak
seviyesini asamaz!
Makine, ve âlet (açlıktan ağlayan ruh ve çocuğunu doyu-ramaz oyuncak)...
Müsbet bilgiler (var olusun hesabını veremez satıh ustalığı)...
Felsefe ve metafizik (din ve ahlâk getiremez ve ancak birbirinin yanlısını çıkarmaya yarar fasit
daire)...

beaverss
04-11-2015, 08:23
5 — Zulüm, dalâlet ve felâket sistemleri Kapitalizma ve Liberalizma (cemiyetin hakkını çalar)...
Sosyalizma ve komünizma (ferdin hakkım çalar)... Materyalizma ve pozitivizma (ruhun hakkını
çalar)...
6 — Büyük buhran ve bosuna çırpınıs
19. Asırdan bu yana (makina putu önünde kendi öz eserine mahkûm insanlık)...
Demokrasi ve bası bos hürriyet (gerçeği tekte bulmak yerine çokta aramak ve iyiyi tekeffül
edememeksizin ancak kötüye mâni olmak ve keyfiyetin hakkını kemmiyete çaldırmak
kombinezonu)...
Ruhi müeyyide humması (akılcılar müflis, ruhçular âciz, bazı ırkçı otorite tecrübeleri neticesiz
muallâkta istinat arama gayreti)...
7 --Ruhun vatanı Doğu .
Peygamber yollan ve menzilleri (Irak, Suriye, Mısır, Hicaz dairesi ve iki dünya arasında iklim ve
coğrafya yerine iç yapı farikası)...
Bâtıl ve hak oluslariyle Doğunun macerası (Çin, Hind, Arap, Fars, Yahudi, Türk)...
Doğuda son aslî renk (bütün eksikliklerin tamamlayıcısı Đslâm)...
8 — Đslâm insanlığa rahmet müjdesi
Peygamberlik sarayının zahir cephesi seriat (mutlak
mizan.ve disiplin-ordusu olmayan sultan düsünülemez)...
Ebediyet nizamı (ruh ve maddeye tam hakkını getiren ve dünyada içtimâi ve iktisâdi kaç nizam
varsa hepsinin de arayıp bulamadığı cevheri, öz bünyesinde saklayan îlâhi mimarî)...
Her sey îslâmda (hakiki ahlâk, üstün merhamet, sahici adalet, teslim olmanın getirdiği gerçek
hürriyet ve madde marifetlerine mesnetli hâkimiyet, muhtesem denge)...
9 — Yükseltici, alçaltıcı ve yıkıcı devreleriyle Türk'ün elinde Đslâm
Yükseltici devre (vecd ve ask. zaman ve mekânında dünya fâtihliği)...
Alçaltıcı devre (ham yobaz ve kaba softa-nefsânî kısır böcekleri)...
Yıkıcı devre (silindir sapkalı maymunlar çığırı bugünkü Đslâm âlemi)...
10 — Tasavvuf, Đslânun ruhu ve derinlik buudu Peygamberlik sarayının bâtın dairesi tasavvuf
(sonradan kopya ve yama isi değil, asli kumas)...
insanın gerçek memuriyeti (mutlak, ve sabit bir vâ-hid etrafında namütenahi arayıcılık, her dem
yenilik, ölümsüzlük ve ebedi sevk sim - Allah'a erenlerin erdirdiği cemiyet)...
Ezel ve ebed bilançosu (nereden geliyorum, nereye gidiyorum, niçin varım, ne yapmalı ve ne
olmalıyım?)...
11 —- Đnsanlığın beklediği yeni nizam
Doğu ve Batı dünyaları arasında mahsub sırrı (birinde ruhla dizginlenmesi gereken akıl, öbüründe
akılla payandalanması lâ-zım ruh)...
Đslâmda Islâmı arayıp bulmak sartı (reformcular, dıstan payandacüar, her türlü çirkinlestirici,
kabalastırıcı ve posalastıncılar)...
Đslâm birliği ve büyük fikir aksiyonu (kılınçla fatih-liğin sartları kaybolmustur, simdi is keyfiyette
gerçeğe erisip kemmiyette birlesmek ve insanlığa kapı açmakta)...
Fasılları ve bölümleriyle bile içinde neler düsünüldüğü ve söylenildiğini belli edici, doçentlik tezi
bu.eser, Naci'yi nefes alıp vermeyekadar tasarruf ededursun...
Bir sabah, namaz vakti annesi kapısına geldi:
— Uyuyor musun diye baktım, evlâdım!
— Hayır anne, yazıyorum!
(Tez)ine malzeme olarak karıstırdığı kitaplardan bambaska bir dünya devsirdi. Ve eserinin dünyaya
açılan ka-- pisini unutur gibi oldu. Đçinde fıkırdadığı kaynar suda fikrin soğukkanlı iklimi eriyip
gidiyor ve yasamak dururken tarif etmek diye bir sey kalmıyordu. Ama bu dünyayı o âleme
bağlamak için hissiz fikre el atmaya mecburdu.
Öyle bir âlemdi ki bu, içinde hiçbir madde ve fizik zoru yoktu. Nehirler tersine akabiliyor, yer
çekimi göğe doğru yön değistirebiliyor, zaman olduğu yerde donabir*ror, mekân tavla zarı kadar
küçülebiliycrdu.
Bu âlemin dünya nizamına bakısı da, fildisi kaldırımlarında nur heykeli insanların gidip geldiği
(metropolis-medineHerde, kimsenin kimseyle itisip kakısmadığı ideal cemiyetten haber veriyordu.
— Hiç ölmeyecek gibi dünya, hemen ölecek gibi ahi-ret...»
Đki dünya arası bundan daha muhtesem bir asma köprü kurulabilir miydi?.. Tasavvuf, dünyayı
miskin ve acizce bırakmayı değil, tam tasarruf altına aldıktan sonra zengin ve kudretli olarak
gözden düsürmeyi emrediyordu. Bundan daha sahane bir muvazene düsünülebilir miydi?
Tasavvufun cemiyete tatbikindeki bütün sır su noktadaydı:
Allah'da fâni olmak gayesinin, mürsidde fâni olmakla baslayan ilk basamağı, cemiyette,
kalabalıkların, idrak çilesi çeken üstün insanlarda fâni olması seklinde bir basamağa yol açabilirdi.
Đkinci basamak ve onun yepyeni bir
101
idare ve devlet nizamı... Böyle bir idare sekline de «münevverler aristokrasisi- ismi verilebilir; bu
idarede ferd ve sınıf hakları, o sahıs ve sınıflardan ziyade fikir çilekeslerine ısmarlanabilirdi. Günün
bas derdi, Bâtılın istibda-diyle hürriyetin suistimali arasında gezen muvazenesizlik, ancak
dıslarından değil de içlerinden, yani vicdanlarından kilitli ellerde düzelebilirdi. Bu da, tasavvufun,
sır idrakinin, ezelde kanunlasmıs ve ebedle müjdelenmis eseri olurdu. Ve Đslama yepyeni bir
davranısla öz revsini verecek olan bu dünya görüsü herhangi bir sahsın malı değil, Allah Resulünün
getirdiği nizam yumağından çekilmis bir iplik yerine geçer ve nefsine hiçbir istiklâl ve benlik
tanımazdı.
Her sey (tez) inde olduğu gibi, Đslâmı Đslâmda arayıp bulmak, insanlığa tek model olarak tanıtmak
ve miskal miktarı zam ve tarh kabul etmemek hikmetinde toplanıyordu.
Dünya çapında heykeltras (Roden)e, heykellerini nasıl yaptığı, yaparken ne düsündüğü ve hangi
ölçüye bağlandığı sorulur.
Cevap-.
— Ben heykelimi yaparken, onu mermer içine gömülü hazır bir vücut gibi hayal ederim. Çekicim
onun surasına burasına geldikçe dururum. Adetâ mermerde gizli heykelin üzerindeki moloz
tabakasını soyanm ve eserimi meydana çıkarırım.
(Roden)in bu tarifinde üstün idrak metodu vecd anlayısında toplanıyor ve bildiğini, anladığını
sanmaya karsı gerçek bilme ve anlamayı kabuktan içerilerde arama ve inandıktan sonra bulma
cehdine yol veriyor.
îste tüm mesele; nur topu Đslâmı asırlar boyunca üzerine yığılan küf, pas ve moloz tabakalarından
sıyırıp ortaya
koyma dâvası!.. Ve onun aslında dısarıdan hiçbir seye muhtaç olmadığını kestirme suuru...
Đnsanoğlunu satıh üzeri buluslarla bunca sımartan ve yolunu bulduğu hissini veren müsbet bilgilerin
vecde ve sonsuzluk istiyakına bağlanmasındaki sır, tasavvufta...
Veli: .
— «Bir ilmin yanlısı onun son asamasında belli olur.» Bunun yanında, hiçbir merhalede
duraklâmaksızın
hakikati arama cehdi yine tasavvufta...
Resul:
— Yârabbi, esyanın hakikatini bana olduğu gibi göster!» '
Tekâmül, devamlı tekâmül, hiç bir olusta mıhlanıp kalmamak ve her ân yenilenmek hamlesi...
Resuller Resulü:
«— Bir günü bir gününe es geçen aldanmıstır.»
Asılmak üzere darağacının dibine getirilen birkaç veli sıraya sokulunca hepsi birden diretir:
— Aman, önce beni asm!
— Niçin bir ân evvel ölmeye can atıyorsunuz?
— Arkadaslarımız her ân yücelmekte ve yenilenmekte olduğu için onlara vakit kazandırmak
istiyoruz.
Ask, herseyin bası ve sonu ask...
Minberde asktan konusurken nereden geldiği meçhul bir kusun eline konduğu ve gagasını çarpıp
boğazından gelen incecik bir kan ipliğiyle öldüğü veli:
— Aska ait kelimelerin cemada ve hayvana bile tesiri vardır. Yalnız gafil insana tesir etmez.
Yunus'un: «Gel gör beni ask neyledi!» tasvirindeki "bastan ayağa yaralı» idrak acısı çeken
kahramanların cemiyeti... Bu cemiyette hangi hak, sahibini bulmaz ve hangi s'nıf hak yiyiciliğine
kalkısabilir?
Elinde ve kocaman bir tomar halinde sona erdirdiği (tez), masasından kalktı, aynaya yanastı ve
kendisini seyretti. Hatçe'nin bebeği de aynadan, dısarıdaki onu seyrediyordu.
Doçentlik tezini bastırdı ve henüz yayına çıkarmadan üniversite jüri azasına bir bir dağıttı. Güzel
baskılı ?0 formalık bir cild içinde 320 sayfa... Jüri kararına kadar beklemek üzere ne basına, ne de
kimseye su sızdırmadı.
Kulağına geldiğine göre (tez) münasebetiyle profesörler arasında hararetli bir çekisme... Saheser,
büyük fikir hamlesi, haysiyetli bir davranıs diyenlerden-, özenti, yeltenis, deli saçması teshisini
konduranlara kadar türlü kıymet hükümleri...
Đlk karar su oldu:
— Jüri huzuruna davet edilsin, itirazlara cevap versin ve dâvasını savunsun!..
Jüri reisi:
— (Tez)iniz dünya çapında iddialı... Böyle bir (tez) ya ilim ve fikir dünyasını sarsacak kadar
ulvî, yahut «devr-i dâim» makinesi kâsifliğine yorulacak derecede" süfli telâkki edilmeye
mahkûmdur ve seri malı bir asistanın muayyen bir tetkike dayanan basit çalısmasından ayrı bir
seydir. (Tez)inizin kabulü ona dünya çapında bir kıymet verildiği mânasına gelmezken, reddi ters
mânaya, yani ilmi ve fikri hiçbir kıymet tasımadığı teshisine gelebilir. Bu bakımdan jüriyi zor
durumda bırakmıs olduğunuz muhakkak... Niçin boyunuza göre yorgan biçmiyor da, onbasılık
rütbesinden maresallik derecesine göz dikiyorsunuz ve bizden doçentlik üstü bir tayin
çıkartmamızı istiyorsunuz? Her neyse, (tez) üzerinde galip görüs, sizin, büyük bir modernlik
iddiası içinde, eskimis, posalasmıs fikirleri müdafaa eden bir gerici, tutucu olduğunuzdur. Ne
dersiniz?
— Suallerinize mümkün olduğu kadar kısa cevap vermek isterim. Cevap eserin içindedir. îddialı
olmaya, iddialıyım; sizden dileğim de bana dünya çapında bir sehadet-nâme vermeniz değil, sadece
doçentliğe lâyık görülmektir. Gerici ve tutucu olduğuma gelince, bu teshis bir keyfiyet ölçüsüne
bağlanmadan verilen hissi bir hükümdür. Bir daire muhiti üzerinde her nokta istikametine göre
öbürünün gerisinde ve ilerisinde olabilir. Bazan da öndeki nokta, ar-kadakinin 360 derece gerisine
geçebilir. Đs mücerred keyfiyette...
Profesörler, kursaklarında sakladıkları pesin karara göre idam mahkûmunu seyreden hâkimler
edasında... Reis devam etti:
— Haydi diyelim ki; Batı dünyasının buhranım tahlil, fikir ve mezhep karmasasını tesbit isinde
muvaffaksınız; fakat terkibinizde öne sürdüğünüz ahlâk ve nizam olarak Đslâm tasavvufunu
gösterirken, tasavvufun bir nizam göstermediğini niçin takdir etmez ve bu ihtiyacı zoraki tarafından
seriatte aradığınızı nasıl göremezsiniz?
— Bana bu barısmazlığı isnat ederken asıl siz, sayın profesörler, (tez) imin en ince noktası olarak
seriatle tasavvufu birbirinin zahir ve bâtını gördüğümü ve aralarında hiçbir ayrılık ve aykırılık
kabul etmediğimi, bunun da isbatı olmasa bile tesbitini sayfalarla yaptığımı niçin takdir buyurmaz,
meseleyi pesin hükümlerle sakata çıkarmaya bakar ve mücerred keyfiyet murakabesine geçit
vermezsiniz?
— Bu tepeden bakan hâkini tavrınızı değistiriniz!
— Mademki iddiam büyük; tavrımın da mahkûm tavrı olamıyacağım kabul buyurursunuz!
Bir profesörün reise bir seyler fısıldaması üzerine sual baska bir yöne çevrildi:
— Pekâlâ, mücerred keyfiyetle seriati bir kıymet hükmüne bağlayınız!
104
105
— Kitabımda titizce demetlemeye çalıstığım bu meseleler meselesi, naziklerin naziği bir nitelik
belirtir. Seriat, ferdi sımsıkı kusatarak onun cemiyetini mimârilesti-rir. Tasavvuf ise cemiyete
kapısını açık tutarak ferd olgunluğunun nakıslarını getirir. Seriatte, ferdden çıkarak cemiyeti,
tasavvufta da cemiyetten gelerek ferdi bulursunuz, îste tam bir vahdet ve yekpârelik... Bakın ikisi
de birbirini nasıl görür; misalini vereyim: En büyük velilerden biri kırlarda dolasırken içine «hatar»
dedikleri yakıcı bir süphe düsüyor. «Seriat bilgrsi hakikat ilmine zıddır!» diye... Büyük veli daha bu
vehmi içinden kovmadan semavi bir ses isitiyor: «Seriate aykırı her ölçü yanlıs, sapıklık ve
küfürdür!» Bir veli de söyle diyor: «Seriatle teyidli olma-' yan hakikat, merdud, hakikatle teyidli
olmayan seriatse muhaldir»... Bu görüs, insanda, teslim olduktan sonra tesekkül eden temel
mizandır. Bu mizandan sonra, bütün is ye hareketlerimizin mizanı olarak karsımıza yine seriat
çıkar. Đtikadlar, ibadetler, muameleler, cezalar, iç hikmetlerin dıs isaretleri, sifreleri hâlinde
seriatte tecelli eder. . Denilebilir ki, seriat, ebedî hayat ve gerçek varlık sahiline varabilmek için yol
gösteren fenerler gibidir; ve sonsuzluk kasasını açan sifre rakamları mahiyetindedir.
Profesörler, Naci'nin bakıs aynasında ne kadar küçüldüklerini sezercesine bir bükülüs içindeler.,.
Biri bir sey yakalamıs olmanın telâsiyle atıldı-. — Seriati yüceltirken gayet hileli bir (diyalektik)
kullandınız. Önce teslim olmaktan bahsettiniz; hesap sonra... Halbuki hesap önce, teslimiyet
sonradır. Teslim olmayan için akıl payı ve idrak borcu neyse onu ele almalıydınız! Mantığınız isi
elçabukluğuna getirmek gibi bir sey oluyor. Naci yüzü acı çizgilerle burusuk:
— Zaten su akla pay, idrake borç meselesi halledilmeden halli mümkün hiçbir hâdise yoktur. Ulvi
mahkûmiyet,
106
yani teslimiyet öyle bir sırdır ki, her türlü hâkimiyet ve hürriyet ondan sonra gelir. Seriat insan
aklını evvelâ zapt, sonra iade eder; iade edince de, uru ameliyatla alınmıs bir beyin gibi selim akıl
zuhura gelir. Bu nükteyi yine akılla anlayabilmek için de onu, Đmâm-ı Gazâlî'de olduğu gibi,
kopacak derecede germek, son merhalesine erdirmek lâzımdır. Batı'nın cins kafaları da bu zirveye
kadar tırmanmıs, fakat nasipleri olmadığı için tutunamamıslardır. Böyle olunca is, basit bir kadastro
memuru plan ve nefsten aldığı emre göre ölçüp biçen aklı baska bir idrak fakültesiyle değistirmeye
kalıyor ve Peygamberlik makamının anayasası seriati, her hareketin, her hamlenin, her isin ve her
olusun biricik mizanı kabul etmek zaruret haline geliyor. «Niçin?» suali böylece
cevaplandırıldıktan sonradır ki, «nasıl?» baslar ve madde madde seriat emirlerinin yüceliği
üzerinde takdir ve hesap, selim akla havale edilmis olur.
Naci dakikalarca devam etti.
Profesör diretti:
— Meselâ dört kadın, meselâ kadını çuval içine sokmak, meselâ her yeni seye «bid'at» damgasını
basmak, meselâ o haram, bu haram, su haram...
— Seriatte emirler ve yasaklar, Kitaptan ve Sünnet'ten gelen en keskin çizgilerle elmas bir mensur
içinde pırıl pırıl gösterilmistir. Onu, seriatte olmayan hükümlerle içinden karartanlar ise dısından
parçalamaya kalkısanlar derecesinde ve belki daha fazla suçludur. «Ham yobaz ve kaba softa» yi
iste böyle çerçevelemek lâzımdır.
— Bu nokta üzerinde durunuz ve yobazı tarif etmeye devam ediniz!
— Bu bahiste ne kadar isterseniz devam edebilirim ve misal verebilirim. Yobazda eksik olan,
vecd, ask, meçhule hürmet, nefsinden süphe, nefsini muhasebe faziletidir.
107
Onun kabalığı amele bağlılığından değil, âmeli nefsine indirisinden ve incisi düsmüs istiridye
kabuklan haline getirmesinden gelir. Yobaz, yolunda olduğunu sandığı Kâinatın Efendisini
«Müjdeleyiniz, soğutmayınız; sevindiriniz, korkutmayınız; güzellestiriniz, çirkinlestirmeyiniz!»
seklinde özlestirilmesi mümkün fermanına rağmen sapık yoldan takip etmis ve en büyük felâket
olarak, tersinden ibaret küfür yobazlarına, Đslâmı kendisinde zannettirmek gibi bir hedef vermistir.
Fırsatı doğmusken belirtmeliyim ki, bizde devrim dedikleri hareketler, gerçek Đslâm inkılabı
olacağı ve yobazlığı tasfiye edip nur heykelini heykeltrasın mermer kitlesi içinden çıkaracağı
yerde, bizzat din ve imanı tasfiye yolunda gitmistir. Bir gün hakikî bir inkılaba zemin açılacak
olursa, her» iki kutbun yobazlarını bir arada temize havale etmek ve köklerine kibrit suyu dökmek
gerekecektir.
— Politikaya kaçıyorsunuz. îlim ve fikirden uzaklasmayın!
— Đlim ve fikrin tâ merkezindeyim. «Ben insanı esya ve hâdiseleri teshir etmesi için kendime
halife olarak- yarattım» mealindeki âyet ve «Yârabbi, bana esya ve hâdiseleri olduğu gibi göster!»
seklindeki hadis ortada durur ken, mutlak hakikate bağlı insan kafasının ebedî arayıcı-lığına kilit
vuran böyle bir yobaz nesli kendisini hiç Islama nisbet edebilir mi?.. Bu incelik asırlardan beri kestirilememis
ve portresini çizdiğimiz bu tipe karsı harekete geçilememistir. Basımıza ne gelmisse
yobazın nefsinde kalıplasan çürük (tez) e karsı ondan daha çürük bir (anti tezHe davranıldığı için
gelmistir.
Naci yine dakikalarca konustu.
— Size bir tablo takdim edeyim... Ruhlarının dıslarına aksi halinde iki tip... Dünün «seriat hilesi»
faturacısı, öcü ve umacı tulûatçısı, Mevlid ve cenaze tüccarı; elifi görse direk sanır, nefesi marsık
kokar, gözleri kuru, dili
sapırtılı, alnı dar, disleri kazma, din yobazım bir tarafa koyun; öbür tarafa da bugünün, sımarık
giyimli, küstah yeleli, bos alınlı, gözleri hakaretle bakar, nefesi ispirto kokar, onbası kültürlü, çanak
yalamakta usta, beyni beton, kalbi pıhtı, devrim softasını oturtun!.. Birbirlerinden farkları moda
icabından baska bir sey değildir.
Karsılasmanın Naci'yi konusturmaktan ve (tez) inin kefesine yeni dirhemler attırmaktan baska bir
seye yaramadığını kestiren profesörler kararlarını bir hafta içinde açıklamak üzere toplantıya son
verdiler.
Naci salondan çıkarken bir profesörün, baska bir profesöre, eseri hakkında bir söz söylediğini isitti:
— Duygu ve siir olmaya belki; ama fikir ve ilim olmaya hayır!..
Naci, üniversiteden çıkarken, yüksek Sesle kendi kendisine hitap edercesine düsünüyor:
— Bunlar, dissizlerin ağrı çekmemesi gibi, idrak acısına yabancı, ne biçim insanlar?.. Üstelik, kara
cübbeler içinde ilim kürsülerine kurulmus, rahatça oturuyorlar. Ulvi disiplin diye tarif ettiğim
seriati anlamamaları söyle dursun, mücerret disiplinden tiksindiklerini farkedemi-yorlar.
Kılıçlarını çekmis, selâm vaziyetinde iki saf asker arasından geçen muhtesem bir hükümdarın,
saray, divanhane, üniforma, tavır ve sekil halinde belirttiği muazzam disipline ihtiyaç ne kelime,
istidat bile göstermiyorlar. Kendi kendilerini hesaba çekemiyorlar, Allah ve Resulünden süphe
edebiliyorlar da kendi nefslerinden süpheye düsemiyorlar. Bunların göğüslerine su azametli hadîsi
yaftalayıp asmak lâzım:
«Hesaba çekilmeden nefslerinizi hesaba çekiniz!»...
Aksam namazı vakti, dostu sevimli imamın mescidinde... Bir kenara çekilmis, mescide girenleri
seyrediyorlar... Hemen hepsi ayak takımı... Kimi kasketinin önlu&ünü ar-
108
109
kaya çevirmis, kimi basaçık, kimi takkeli... Kimi de yamalı ve yırtık pırtık çoraplı... Bunlar Allah
Sevgilisinin «Size koca-karılann imanı gerek* buyurduğu teslimiyet örnekleri... Ama teslim olmak
için bu halde mi bulunmak lâzım?..
— Hayır, diyor kendi kendisine Naci; teslim olmak için akıl dağının en yüksek tepesinde, yahut
eteklerinde olmak lâzım... Veyahut doğrudan doğruya Đlâhi hidayet... Ancak, iki kutup arası, ne
teslim olmaya yanasır, ne fikrin zirve noktasına ulasır, kravatlı ve ilk veya son okul diplomalı
sınıftır ki, inkarcılar kampı halinde... Mesele iste bu gizli gerçeği yüreklere naksedebilmektedir ve
camilerde, imamın arkasında, bir hamalla maresali, bir potin boyasıcıy-le atom âlimini yanyana
görebilmekte...
Naci düsünüyor ki, bunların, simdiki cemaat örneklerinin jüri karsısında tahlilini yaptığı ham yobaz
ve kaba softa tipiyle ilgileri yoktur. Bunlar sadece ham ve kabalara kolayca inanabilecekler,
kapılabilecekler...
Ham softanın estetik düsüklüğü bunlara da aksediyor ve meydana gönül burkucu bir levha çıkıyor.
Zahir ehlinin, bâtın marifetine de ermis olarak-baska türlü olamaz- en büyüklerinden Đmâm-ı Âzam
Hazretleri, niçin güzel ve gösterisli elbiseler giyindiğini soran ve böylece koca içtihat sahibini
ayıplamak ister gibi davranan birine, bir âyetle cevap vermisti:
«Rabbinin sana verdiği nimetleri dile getir!» Estetik, güzellik ölçüsü... Buna belli baslı ölçüler
çerçevesinde riâyet etmeyen, îslâmı bozandır. Hristiyanlık — gerçek isevîlik değil— bâtılı
güzellestirmeye bakarken, bizim hakkı çirkinlestirmeye davranmamız müslümanlık mıdır? Bir gün
Peygamber Mescidinde ağır bir hava hissettikleri için mübarek Sahabilerine «Bugün yıkanabilirdiniz!
» buyuran Allah'ın Sevgilisi böyle mi anlasılacaktır?
110
O, Allah'ın Sevgilisi ki, bir gün, bir sokaktan geçerken, önlerine çıkan kirli bir manzara karsısında
oldukları yerde kala kalmıslar ve ancak Sahabîler kosusup kirlilikleri kaldırdıktan sonradır ki
geçebilmislerdir.
— «Dünyanızdan bana üç sey sevdirildi: Kadın, güzel kokular ve gözümün nuru namaz...»
Buyruğundan tüten estetik ve zarafet tâ Arsa kadar uzayan bir sütun... Hele namazın ne olduğuna,
nasıl k'. lınması gerektiğine ait hikmet bu hadiste bir anahtar...
Mukaddes hadisin kadına ait noktasında, içine müthis bir yangın hissi ve muamma bulanımı
düstüğünü sezdi. Allah'a erdirme yolunda kadının rolünü ve ona hem uzak ve hem yakın
kalmaktaki hikmeti, sırların sahibine havale etti. Fakat namaz üzerinde, bir esya dersi karsısındayrriıscasına
müsahedeli bir kıyas yapmaktan kendini alamadı. Bu muydu, Resuller Resulünün
«gözümün nuru» buyurduğu namaz?.. Peygamber Evinin bas temsilcisi Haz-ret-i Ali'nin, vücuduna
saplanan oku «Namaza durayım da öyle çıkarın!» diye isaretlediği namaz bu muydu?..
Bu değildi; ama onu ancak bu kadariyle yapabilen masumlar, onbası kültürlü sözde aydınlara
nisbetle öylesine sâf, berrak mazur kisilerdi ki, onlardan tiksinmenin öbür tarafa verilmis bir avans
ve nefsinin bir oyunu olabileceği korkusiyle dudakları kıpırdadı:
— Allah'ım, her seye rağmen beni bunlarla hasret! Dostu, sevimli imam sordu:
— Dua mı ediyordunuz?
— Evet, Allah'ın beni, kır çiçeği kokulu bu mahcup adamlarla hasretmesi ve kötü kokulu
mağrurlardan uzak tutması için dua ediyordum.
Ve hadîsten devsirdiği hisleri anlattı. Đs güzel koku maddesine gelince:
— Kokuda, dedi; ne çarpıcı bir sahsiyet yatıyor! Seslerin, çizgilerin, renklerin, hacim nisbetlerinin
güzel sanatları var da kokuların neden yok?.. Onlar da belki iyileri ve kötüleriyle (orkestral) bir
tertip içinde sahneye çı-kartılabilirdi. Ve mücerret sanatların belki en tesirlisi olabilirdi. Kardan
beyaz ve imbik suyundan temiz eski müs-lüman evinin, annede namaz tülbendinden haber verici
ruh kokusu... Ve yanında, betonarme küfür gökdelenlerinin her pisliği isyan ettirecek kadar ağır
mâna kokusu... Misk gibi toprak kokusu, mestedici deniz kokusu, türlü nebat-larlyle kır kokusu,
çitilenmis çamasır kokusu ve isimleri bile insanı vuran ve kaçıran nice pis koku... Koku, koku,
müthis tecelli!..
Evet, kokuların en iğrenci, küfür kokusu... Böyleleri-nin girdiği deniz bile les kokar. Ve içe isleyici,
bütün fezayı doldurucu, yeryüzünde göklerden güzel koku süzen ne varsa hepsinin birden damarına
isleyici iman kokusu... Böylelerinin yıkadığı hela bile misk kokuludur. Herseyin bir kokusu var, her
seyin... Hele hele maddede değil, yine mânada kadın kokusu... Batı maymunlarının ilmiliğine
inanacağı Lâtince bir tabirle (Odora di Femina) dedikleri kadın kokusu...
Bu koku, nebat, hayvan ve insan, her canlıyı çevresinde dolastırıyor ve etrafında pervanelestiriyor.
Su, göz alabildiğine uzayan ilkbahar çimenliği üzerinde asil kafasını ufuklara çevirmis, burun
delikleri körük gibi açılıp kapanarak koku almaya çalısan cins aygıra bakın!.. Nasıl da tanıyor
Odora di Femina'yı... Gevrek gevrek kisniyor. Bu billurdan kisneyiste sevk ve hazza batmıs, ne
mahzun ve ıstıraplı bir edâ gömülü...
(Odora di Femina)... Naci bu kokuyu almamak, duymamak, dünyada kadın diye bir mahlûk
bulunduğunu unutmak istiyor ama, ne mümkün!.. .
O da biliyor ki, kadm, bir yaniyle batıncı ve kaybettirici olduğu kadar öbür yaniyle yükseltici ve
erdiricidir.
112
tste tasavvufun kadına bakısı da böyle... Melekiyette en üstün Peygamber Hazret-i tsa ile,
beseriyette en üstün, yani üstünlerin üstünü Son Resul arasındaki fark da bu noktada...
— Teziniz, ilim harici siyasi görüslere yer verdiği ve çağ dısı dinî hükümlere bas eğdiği için
ittifakla reddedilmistir! Mucip sebepleriyle verilen karar tarafınıza yazılı olarak bildirilecektir.
Jüri reisinin bu sözlerine Naci'nin mukabelesi kuruca «tesekkür ederim» demekten ibaret oldu.
Reis:
— Fakat jüri, eserde sağlam bir fikir mimarisi bulunduğuna dikkat etmemis değildir. Sizin gibi bir
istidadı çağdas düsünce plânında yepyeni eserlerle görmek ister ve bunu gördüğü anda size
profesörlük yolunu açmakla mutluluk duyacağını belirtir.
— Tesekkür ederim.
Naci üniversiteden çıkıp doğru, eserinin basılı ve depolanmıs bulunduğu matbaaya gitti.
— Kitabın üzerine bir bandaj bastırıp ilistirmek istiyorum. Bir zorluğu var mı?
— Hiçbir zorluğu yok... Yazınız! Bandajın üzerini, basalım ve mücellide yapıstırtalım... Halka
seklinde bir bandaj da olabilir.
Naci yazdı:
«Doçentlik tezi olarak yazılan bu eser, üniversite jürisi tarafından ilim harici siyasî görüslere yer
verdiği ve çağ dısı hükümlere bas eğdiği iddiasiyle reddedilmistir.»
Naci, kâğıdı matbaacıya uzattı:
— Halka seklinde bandaj en iyisi... Gözü çeksin... Hattâ kırmızı basılsın.,.
— Pek güzel...
113
Eserini birçok kitapçıya eliyle teslim etti ve camekân-larda sergilenmesini rica etti. Gazeteleri de
tek tek dolusarak, sahiplerine, muharrirlerine, yazı isleri müdürlerine
imzasiyle sundu.
Çıt yok... Ne bir ses, ne bir hareket.... Đstanbul'un bir kenar semtinde bir kedi fare doğursa onu 5
sütun üzerine veren, böylece okuyucularının meselesizliğini isleyen bazı gazeteler, bir fikir
hadisesini nasıl büyütebilirlerdi? Bazıları da dünya görüslerine tam aykırı böyle bir eser karsısında
tabii evvelâ görmemezlikten gelecekler, is patlak verip meydan yerine dökülünce de aleyhte
yaygarayı basacaklardır.
Aldırmıyor ve sabırla bekliyor.
Mahkeme Mine'yi tahliye etti. Tutuklananlardan biri reisden söz istedi ve acı acı haykırdı:
— Mine'nin bizimle hiçbir fiili hareket alâkası yoktur. O yalnız dâvamızın destekleyicisidir ve onun
fikri plânda ocağını isletmekten baska bir sey düsünmez. Hâdiseden sonra yapılan baskında bizimle
beraber ele geçip suçu üzerine alması da bu kızın tehlikeleri zorla benimsemek ve yapmadığını
yapmıs görünmek karakterinden baska türlü yorumlanamaz. Onun kesin emri üzerine simdiye
kadar sesimizi çıkaramadık. Fakat artık tahammülümüz kalmadı. Đddiamızı elle tutulur sekilde ispat
etmeye hazırız.
— Neymis o ispat?
— Küçük bir teyp bandı... Mine'nin hâdiseden bir gün evvel Ressam Abid'in atölyesinde bize ettiği
ihtar... Kafi olarak bizi bu cinayeti islemekten yasaklaması... Ve «eğer bu isi yaparsanız, ben
yaptım deyip kendimi teslim edeceğim, ona göre davranın!» demesi... Ve daha neler?...
Kendisinin teype alındığından haberi yoktur. Emin bir elde
saklı tuttuğumuz teyp kaseti, verdiğimiz talimat üzerine, taahhütlü olarak Savcılık Makamına
gönderilmistir. Mahkeme huzurunda dinlenmesini ve gereken kararın verilmesini dileriz.
Reis, Savcıya sordu:
— Böyle bir kaset geldi mi makamınıza?
— Evet efendim!
— Kaç gün oldu geleli?
— Dün geldi efendim! ;
— Dinlediniz mi?
— Vakit olmadı. Hem de neye ait bulunduğu belli edilmeden gönderilmis bir teyp kasetinin bu
dâva ile ilgisi hatıra gelemezdi. Olsa bile iltifata değmezdi.
Mahkeme durusmaya yarım saat ara veriyor. Savcılık voliyle bir teyp ve kaset getirtiliyor ve
dinleniyor.
Vaziyet; ayniyle haberi veren tutuklunun bildirdiği gibidir. Hususiyle su cümle:
— Size bu isi kesinlikle yasak ediyorum! Yoksa bana suçu üzerime almak borcunu yüklemis
olursunuz!
Mütalâası sorulan Savcı:
— Bu belki bir hile... Teyp sonradan doldurulmus olabilir!
Đhbarcı yerinden fırladı-.
— Yani islenmesini istemediği suçu üzerine alan Mine, sonradan caydı da bu bandı hapishanede
mi doldurdu? Komik!..
Mine de ayakta...
— Benim bu sözleri söylemis olmam, sadece hareketi yersiz ve zamansız bulmamdandır. Esasta
kötü gördüğüm için değil... Gayemizin düsmanları, yerinde ve zamanında elbette öldürülecektir!
Ara karar:
— Bayan Mine'nin tahliyesine ve muhakemesinin tutuksuz olarak devamına...
115
114
Mine'nin tahliye edilis sekli basında müthis yankılar doğurdu. Hususiyle (sansasyon) cu gazeteler
Mine'nin davranısını sadece merak gıcıklayın bir hâdise diye gösterirken, sözde solcular, ise
kahramanlık rengi vermeye kadar gittiler. Hem basta suçu üzerine alanı, hem de sonra gerçeği
söyleyeniyle iki kahraman...
Naci, masasında bir sürü gazete, mansetlerine ibret ve hayretle bakıyor ve kelimesi kelimesine
içinden geçiriyor:
— Bir zamanlar Ali Kemâl'in «lâhna yaprakları» diye
isimlendirdiği, su, soyları malûm gazeteler ne acaip seyler!. Hakka bağlı halk vicdanının erkek,
kendilerinin de disi olmaları ve o vicdanın asısiyle çocuk doğurmaları gerekirken... Evet,
böyleyken, kendilerini koç ve halkı disi koyun rolünde görmelerine ve cins değistirerek nikah
kaçkını Avrupalılasma veledleri sıfatiyle piç çocuklar yetistirmelerine ne buyurulur?.. Bunlar, hak
maskesi altında haktan baska ne varsa hepsine birden tutkun ve halkı hak uğrunda asılama yerine
haksızlıklarını halka sırınga etmekte ve ektikleri tohumları tarla tarla verimlendirmekte usta...
Renklerine de bakın!.. Büyük kısmı mor, su mide bulandırıcı her rengin karısımı, çıban rengi...
Gayesiz ve mezhepsiz hava-cıva basını... Bir kısmı da koyu kızıl veya açık psmbe... Pembe
renkte, kızılın olduğu gibi görünmesine karsılık, öyle görünmeye razı olmadan sırasına göre su
veya bu renge doğru (ton) değistirmenin istidadı da yasar. Ya karantina rengi, samimiyetsiz ve
mesrepsiz, sarı benizli parti gazeteleri... Bir de Đslama bağlılık iddiasında, her türlü Đslâm vecd ve
hikmetine uzak, dârülâce-zelik, uçuk ve soluk yesiller... «Üstü kaval, altı s'shane» muvazaacı
Tanzimat efendilerinin «Batıda var da bizde niye yok?» gibilerden baslattığı ve sonra Ermenisi,
Yahu-disi, dönmesi, filânı ve falanı, azınlıkların eline kaptırdığı «matbuat» hazretleri, 100 küsur
yıllık hayatı içinde hiçbir
116
defa sâf Türk ve Anadolu eline geçmemis, «Bâb-ı âli» isimli fikir yankesiciliği ve sürüm
hokkabazlığı tezgâhını devirememis ve halka, onun maJırem vicdanını tercüme edip sunamamıstır.
Bu inkılâp çapında tercümanlık isini bir Anadolu çocuğu bir gün yerine getirse gerek... Bunları
düsünen Naci hükmünü söyle bağladı: — îste mor, kızıl ve pembe basının M.ne hâdisesine verdiği
kıymet!.. Halbuki ellerinde benim (tez) meselem var... Üniversitece reddedilen «Đslâm Tasavvufu
ve Đnsanlığın Beklediği Nizam»... Renkleri uçuk ve sayfaları soluk yesiller de dahil, hiçbir
gazeteden müspet veya menfi bir tepki geldiği yok... Eser değerli veya değersiz, ayrı mesele...
Fakat bunlar o sapıklık soyundan adamlar ki, Türk'ün ruh köküne bağlı bir davranıs gördüler mi,
onu, ya korkunç bir sessizlik külü altında gömerler, yahut zayıf bir tarafını yakalamaları sartiyle,
öksürüğü hoparlöre bağlayacak derecede ortalığı samataya boğarlar... Hele Türk'ün ruh köküne
bağlı bu davranıs zorla göze görünmeye ve ne vesileyle olursa olsun, duman çıkarmaya baslayınca,
hep birden arslan kesilirler ve ağız birliğiyle çığlığı basarlar... Eski Roma falanjları gibi kol kola
kenetli oldukları birlik ve beraberlik yalnız Đslama, yani Türk'ün ruh köküne karsıdır.
Ayniyle Naci'nin düsündüğü gibi oldu. Kitabı birkaç hafta içinde tükendi. Haydi, ikinci baskı ve
haydi Mine'-nin yakından ilgili olduğu bir sol dergide kendisine karsı müthis bir kampanya...
Dergin i o kapağında Naci'nin kocaman resmi... Eser mevzuunda bazı profesörlerle anketler ve
yaylım ates... Ve ne baslıklar, çerçeve içi ne yaygaralar: «Müslümanlık iddia eden Naci'yi iç
yüziyle teshir ediyoruz!»
«Naci'nin solcularla basbasa sürdürdüğü bohem hayatı...»
«Altun saçlı köy kızı ve takma kirpikli Dülsine...» «Naci'nin eserinde temel diyalektik marksisttiri.»
— Naci, hayal ettiği ideal cemiyetin menfi hedefleri olarak ağır sekilde suçladığı rejimler
bakımından komü-nizmaya yaklasmıstır. Mezhebi bir nevi Đslâm komünizma-sı diye
isimlendirilebilir. Bu tezadı da komüni'znia kabul etmez!» '
«Davasını güttüğü îslâmiyeti kendisi gibi anlayan hiçbir müslüman gösterilemez!»
• «Naci, müslümanlığa mal edilmesi imkânsız birtakım mistik ve çetrefil hayalleri îslâmm hakikati
gibi göstererek hû çekmekten ve boyun kırmaktan baska marifetleri olmayan müslümanları
sömürmek ve Mehdilik taslamak yolundadır.»
«Eseri reddeden jüri, ilk defa, memleketimizde gericiliğe yol kalmadığını üniversite duvarında
afislemistir.»
«Naci'nin asistanlıktan atılması ve kitabının savcılıkça takibe uğratılması gerekir.»
55 yıllık süresinin ilk 17 yılı devrimci ve ilerici, sonraki 5 yılı Nazi ve fasist, daha sonraki 15 senesi
demokrat ve liberal ve en sonraki 18 senesi sosyalist ve komünist olmak üzere tam 4 renk
değistiren ve bu renkler boyunca yalnız îslâm düsmanlığında sabit kalan kızıl gazete... Bu gazete
hemen kampanyaya katıldı, yazıları ayniyle sütunlarına geçirdi ve basında alevleri kolayca
bastınlamaz bir yangındır basladı:
— Vay, sen misin, devrimleri kötüleyen, «süper mür-sit»lik taslayan, yeni bir «nizam-ı âlem»
getirmek iddiasıyla eskiyi hortlatmaya çalısan, filân, falan, gerici!
Naci, anlatılmaz bir vicdan öğürtüsü içinde, ilk is olarak birkaç satırla üniversiteye istifasını dayadı:
— (Tez) imi gerici ve çağ dısı bulan üniversitenizden, asıl ben, onu tas devri kadar geri ve
topyekûn zaman ve mekân dısı bulduğum için istifa ediyorum.

beaverss
04-11-2015, 08:24
Ve bu mektubun fotokopilerini bütün basma dağıttı. Kızıl gazete fotokopiyi basmadı ve istifadan
bahse bile lüzum görmedi. Fakat (sansasyon) esnafı mor ve pembe renkliler onu bas sayfalarına
geçirdiler ve halkın «vay canına, neler oluyor!» damarına hitap etmeyi kârlı buldular.
Simdi herkesin ağzında, bağırsaklı bir düdük gibi gidip gelen bir dedikodu teranesi:
— Đslâm Tasavvufu ve Đnsanlığın Beklediği Nizam... O da nesi?.. .
Tabii, marka müslümanları merak dairesinin dısında... Hiçbir seyden haberleri yok...
Naci, Babıâli'de bir büro tutmus ve faaliyetini artık kitap yayınlarına dökmek istemistir. Kapısı
vuruldu:
— Buyurun!
Đçeriye, soyulmus patates suratlı, favorili, damdan düsme tavırlı, elinde büyükçe bir çanta, bir adam
girdi:
— Ben dünyanın en yüksek tirajına sahip bir Amerim kan dergisinin muhabiriyim. Sizinle bir
röportaj yapmak istiyorum.
— Derginiz ne bakımdan benimle alâkalanıyor?
— Yakın ve Ortadoğu'ya ait siyasî, içtimaî, iktisadi büyük bir röportaj dizisi üzerindeyim.
Seyahatimi Arap dünyası, Đran, Pakistan ve Hindistan'a kadar uzatacağım. Bu arada basınınızdan,
geçirdiğiniz üniversite maceranızı ve yayınladığınız iddialı eseri öğrendim. Doğu âleminde neler
olup bittiği ve ne gibi ruhî hareketler kaynastığı, bizim için tarafsız bir gözle müsahede altına
alınmaya değer. Bu bakımdan sizi rahatsız ettim.
— Buyurun, oturun! Amerikalı muhabir oturdu.
118
119
Naci, adama dikkatle bakıyor. Hatırına (Oskar Vayld)-ın bir cümlesi geldi:
« — Filân adam o kadar siliktir ki, onu bir daha hatırlamamak için bir kere görmek yeter.»
Amerikalı umumiyetle budur; ve Avrupalıya, hususiyle Lâtinlere nispetle bir mesrep eksikliği,
mizaç donukluğu içindedir. Büyük dâvalarla ilgisi de sadece zahir plânında, o dâvanın doğurduğu
maddi hareket çerçevesinde...
Amerikalı sordu:
— Beni dikkatle süzüyorsunuz!.. Size güvensizlik mi telkin ediyorum?..
— Hayır, hayır!.. Sahsınızda tipik Amerikalıyı buldum da1 bir ân seyrine daldım.
— Neymis, nasılmıs tipik Amerikalı?..
— Kafası ve cemiyet nizamiyle liberal ve (anti materyalist), ruhu ve hayatiyle de (materyalist)...
Buna mukabil Rus tipi, kafası ve cemiyet nizamiyle materyalist, ruhu ve hayatiyle ise (mistik)...
Birbirine zıt gibi görünen bu iki tipi kendi tezat kutuplarına irca ettiniz mi, meydana aynı sey
çıkıyor. Ve aralarındaki çatısma bu ayniyet içindeki zıddiyetten doğuyor. Ağacın tohumiyle yemisi
arasındaki tezat ve bu tezadın doğurduğu ters oluslar bakımından ayniyet...
Amerikalının hissiz çehresi gülümsedi:
— Siz böyle her basit seye (metafizik) siir gözüyle mi bakarsınız?
— Benim de mizacım, bu...
— Her seye rağmen çok (enteresting)... Kelimelerini-Ein hiçbirini kaçırmamak için onları teybe
almalıyım...
Amerikalı çantasını açıp içinden küçük bir teyp çıkardı. Bir de fotoğraf makinesi... Ve dedi:
— Ya öbür Avrupalı büyük milletler?.. Fransızı, Đngi-lizi, Almanı, Đtalyanı?..
— Onlar, dedi Naci; ruhda Batı inkırazının ıstırabını duyan, yasayan, iniltilerini açığa vuran, her
tarafın (tez) ve (antitez)lerini murakabe ehliyetinde toplumlar... Batı medeniyetinin Rus'ta ve
Amerikalıda tecelli edici iki mahut azmanı dısında, ıstırap ve nefs muhasebesi melekesini
kaybetmemis gerçek temsilcisi onlar...
Ve Amerikalı, eli kâh teypte, kâh fotoğrafta, Naci'yi saatlerce dinledi ve dudaklarında buruk
lezzetlere mahsus eksi bir bükülüs, çıktı, gitti.
Giderken de sunları söylemeyi ihmal etmedi: — Ben fikirlerinizden bir sey anlamıyorum ama, çok
(enteresting), çok (enteresting)... Ancak bu 'kadarını anlıyorum.
Naci, elleri sakaklarında, Hatçe'nin bebeğine doğru, düsünüyor.
Kadın nedir? . Her seyden önce, gaye mi, vasıta mı?..
Süphesiz ki, gaye sanıldığı ân vaadettiği hiçbir $ey3 veremeyen, vasıtalığını da kaybeden esrarlı
yaratık...
Öyleyse vasıta...
Nasıl bir vasıta?.. Neye vasıta?..
îçi ılık su dolu lâstikten bir heykel mi, güzelliği besteleyen soylu çizgiler /cinde billurdan bir iksir
sisesi mi?.. Hayır!
Evinin isini göron ve zaman zaman kuluçkaya yatan, Jâf edici, makine seklinde bir fayda aleti mi?
Yine hayır!..
Öyleyse nedir, nedir?..
Erkeğin nefs aynası mı?.. Erkekteki fâtihlik cehdinin zafer takları altında geçit resmini
değerlendirmekle vazifeli mizan tablosu mu?
120
121
Hayır, hayırl Nedir, nedir? Naci, kadın evliyadan birine ait su menkıbeyi aynen
okuyor:
«— Devrinin büyüklerinden birine, kendisine varmak
istediğini bildirdi. O büyük (ben kemâl yolunda uğrasmaktayım. Evlenmek himmetimi kesebilir)
diye cevap verdi ve su karsılığı aldı-. (Ben o yolda senden daha mesgulüm. Seninle evlenmek
isteyisim herhangi bir maksada bağlı de- , ğü... Çok mal ve mülk sahibi olduğum için onların
srna geçmesini, muhtaçlara dağıtılmasını istiyor, bir de senin vasıtanla arifler ve saîihleri tanımak
diliyorum!) Bu karsılık üzerine kadın ve erkek velî, evlendiler. Bir müddet sonra da o büyüğe öyle
bir hal geldi ki, üç kadın daha aldı. Zevcesi hakkında sözü: (Bana en nefis yemekleri yedi-rir, en
güzel elbiseleri giydirir ve geceleri beni en hos kokularla ıtırlandırarak (haydi git zevcelerinin
yanına!)
derdi.»
Menkıbedeki kadın ermis, muhakkak ki, nefsinin ve kadının ne olduğunu bilen ve ona göre
kendisini yenmeyi ve erkeğe yol açmayı anlayan biri...
(Odore di Femina)nm ötesindeki mâna... Bu sır, Kâinatın Efendisinde tecellisini bulur ve kadın
bağlılığı içinde kadını asma hududuna varır. Öyle bir sır ki, kadını kaba sehvet plânında görenlere,
hele Hristiyanlık zühdü taslayanlara anlatılabümesi muhal gibi bir sey... Ama bu sırra kendi
nefsiyle de âsinâ veya bu âsinâ-hğa kendi öz nefsini de katmıs kadını nerede bulmalı?..
Hayır! Bu arama da olamaz! Olsa olsa bu sırdan zerrece pay almıs bir erkeğin kadınla tam bir
hasrünesr içinde, yanak yanağa Allah'ı düsündürücü bir ahenk kurmaya bakması gerekebilir. Hem
de kadın tarafından fazla de-rialiğe inilmeden, akılla kurcalanmadan ve fazla bir sey
bilinmeden... Đsin estetiği bu noktada ve kadın-erkek sar-mas-dolasmda her seyi duyguya
ısmarlamakta...
Hatçe, o da kendisi de bilmeden, tam aradığı kadındı; fakat «sana hasretten baska nasip yok!»
dercesine kanatlanıp uçtu.
Belmâ, suni oyunlar ve yapmacıklı büyü tertipleriyle onu çıldırtacak kadar tesirli oldu; ve nihayet
her seyi bir çıkmazda bırakıp Avrupalarda cümbüsüne devam etmeye gitti.
Mine mi?.. Onu tersine çevirmek mümkün olsa, belki kucak açabileceği kadından bir koku
verebilir. Yahut tersine çevrilen Mine'de hiçbir cazibe Kalmaz. Kâğıt yakılıp karbon olduktan sonra
bir daha kârıda döndürülemez.
Gerisi, ters istikametlerde yol alan iki trenin bir istasyonda 3-5 dakikalık rastlasması gibilerden bas
vurmalar... Ve hep mahrumluk, kadında kadından yoksunluk misalleri...
Đster Batılı, ister Doğulu, okur-yazar dedikleri yanın yamalak insanlar (Don Juan) tipini kadın
toprağında bir fâtih, mutlu bir kolleksiyoncu zannederler. Ne yanlıs!.. (Don Juan), kemmiyet
zenginliği içinde kadından yana fakirliğin, bulamayısın, eremeyisin ve elleri bos kalısın
(melânkolik) örneğidir. Ve Batı edebiyatının, asıl müessiri görmeksizin varabildiği son hassasiyet
ufkunu çizer. Bu ufuk, sair Fuzûlî'nin «Leylâ ile Mecnun»unda, «Leylâ'yı ararken Mevlâ'yı bulma»
seklinde asırlarca önce asılmıstır. Đnsan kadınını ne kadar sevmelidir ki, nihayet onu asacak ve
Leylâ'yı Mevlâ ile,değistirecek hâle gelsin... Ve ondan sonra, hem de kadınla elele büyük rejime
istidat kazansın...
Bir kadın istiyor... Bir kadın ki, erkeği kelimelerden 'iğrenmeye basladığı ân susmayı bilsin... Bir
kadın istiyor... Bir kadın ki, erkeğinin sahsiyetini manto gibi giysin ve
123
Đ22
sihirleri ürkütmemek, cazibe mevcelerini darıltmamak hünerinden (estetik) bir idrakle anlayısı
olsun... Bir kadın istiyor... Bir kadın ki, erkek zekâsını kat kat asan bir içgüdü sayesinde her ân
yenilenmek, asla tükenmemek gibi bir sanat tılsımı içinde, insana sah damarından daha yakın
Allah'a yol verebilsin... Ve bütün bunları hiçbir uka- . lâlığa yeltenmeksizin sihirbazca yerine
getirebilsin... Daima mahkûm olduğu noktaları kollayabilsin ve x> nokta göründü mü hemen
silinmeyi, kılçık taraflarını gizlemeyi kestirebilsin...
Hani o kadm?..
Naci, dâvasının sosyal plânda kavgasını sürdürürken kendi iç olusunu gölgelediği ve isi, sönük
kömürler halinde kabuk kelimelere döktüğü hissine düsmektedir. Halbuki o bizzat yasamak istiyor
ve yasatmak gayretinin, za-ruriliğine rağmen öz yasamayı engellediğini seziyor. Ah, cemiyet
plânına sürerken ferdî tekâmül çerçevesinde bizi köstekleyen ve duraklamaya zorlayan gizli nefs
sâikleri!.. Oldurmaya çalısmanın bizzat olmaktan alıkoyan nefs hilesi... Fertle cemiyet arasındaki
uçurum...
Tasavvuf bu sırrı da çözmüstür. Evvelâ halktan uzaklasmak, Hakta erimek, pesinden bu hal ile
halka dönmek, olduktan sonra oldurmaya yönelmek vardır. Bunlardan birincisi «terk», ikincisi
de «terk-üt-terk», terketmeyi terk-etmektir. En büyük dereceyi ihtar eden ikinci basamağa
birincisine ayak atmadan nasıl çıkılabilir? Bereket versin ki, o, bu dâvayı günlük hayat kadrosunun
cüce mikyasları içinde temessüle çalısıyor, fakat içinden de «nefsinle uğras!» diye bir ses
gelmesine mâni olamıyor..
Amerikalının röportajı, milyonlarca basan bir dergide bir bomba patlayısı halinde yayınlanmıs ve
Avrupa ba-
124
sınına da sıçramıstır. Hattâ bir habere göre «fslâm Tasavvufu ve Đnsanlığın Beklediği Nizarr»,
meshur bir sarkiyatçı tarafından Garp diline tercüme edilmek üzere ele alınmıstır. Ama bu mevzuda
henüz Naci'ye basvurulduğu ve ondan izin istenildiği yok...
Türk basıpında mor ve pembe renkliler haberi kısık seslerle vermekte, kızıllarsa ates püskürmekte...
Hele Mi-ne'nin dergisi...
Söyle bir baslık:
«Kapitalist dünya, simdi taklitçisi bir ülkenin müte-iekkir taslağından medet mi umuyor?»
Buna karsılık muallâkta bir gazetenin, eseri gerici bulan jüri reisine suali:
— Burada red ve çağ dısı kabul edilen bir eserin, Batıda topladığı alâkaya ne dersiniz?
Ve aldığı cevap:
— Sadece hayret etmekteyiz! Đçinde yasadığımız çağın temsilcileri biz miyiz, onlar mı?.
Onlardan öğrendiğimiz çağı, simdi onların mı inkâr ettiğine sahit olacağız? Yoksa Batı fikir âlemi
bizi yarı yolda bırakıp baska bir istikamete mi sapacak?..
Naci bu cevaba güldü:
— Ne tuhaf, diye mırıldand,!; simdi de Doğunun bu müflis kafaları Batının kendilerine ihanet
ettiği, önce kendine inandırıp sonra kendinden caydığı iddiasına kadar gidebilirler. Farkında
değiller ki, çağ, iste efendilerinin yasadığı, bu, kendi kendilerine yetemez hâle gelmenin
buhranlı demidir. Çağ budur; ve burada çağdan bahsedenler, karaya vurup kokan balıklar misali
bastan basa çağ dısıdır. Denizin kumsala attığı kokmus palamutlar...
Artık Naci, eseri etrafındaki hâdiselerden sonra meshur bir insan... Babıâli kaldırımlarından inip
çıkarken, bazı gençlerin birbirini dürterek fısıldadıklarına sahit oluyor:
— Đste «Đslâm Tasavvufu» eserinin yazan!., Kitabı Batı dillerine çevriliyormus...
Söhret... Đnsanların o kadar arzuladığı sey, meğer ne belâ imis... Onun Peygamber dilinde «âfet»
olarak gösterilmis olması da ne ince hikmet... Đste iç olusla dısta görünüs arasındaki birbirine
musallat iki kutup!..
Bir gün sahte dâhiler yokusu Babıâli'den inerken, kitabını en fazla satan Acem, yolunu kesti:
— Naci Bey, haftanın belirli bir gününde dükkânımızı sereflendirip okuyucularınızın alacağı
kitapları imzalamak istemez misiniz? Çok istek var, lütfen kabul edin! Gençlik sizi çok tutuyor.
'
Naci su cevabı verdi:
— Kitabımın sürümü için, Yahudi dehâsı kokan böyle bir bulusa razı olamam... Ama, eserimle
alâkalanıcı gençleri de tanımak isterim. Onlara haftanın belirli bir gününde, imza bahsini
etmeksizin dükkânınızda bulunacağımı söyleyebilirsiniz... Dükkânınız büyük ve böyle bir
toplantıya elverisli...
— Gazetelerde ilân edeyim mi bu kabul gününü?..
— Asla!.. Sizden haber alan gelir.
Acem kitapçının dükkânında Naci'nin okuyuculariyle haftalık toplantısı kısa zamanda bir akademi
havasına kavustu. Bu arada isinin çok iyi gitmesinden bahtiyar Acem, büyük dükkânının tezgâh
arkası kısmını bosaltarak 40-50 kisiyi oturtabilecek bir meydan açtı. Üstelik bir de bedava
ikramlara mahsus olarak bir köseye çay ocağı yerlestir-, meyi uygun buldu.
(Sansasyon) gazeteleri fırsatı kaçınr mı?.. Toplantılar türlü dedi-kodularla basına aksetmeye kadar
vardı.
Bir gündü. Masasında oturan Naci'nin karsısında birkaç halka insan... Hepsi de genç... Ayakta
kalanlar da bir hayli... Temiz, aydınlık, hayran; ve sinsi, alaycı, dis bileyici yüzler bir arada...
Kimseye ruhunun kimlik kartı sorulmadığı için, gelis, sokaklar kadar serbest...
— (Tez)inizde öne sürdüğünüz nizam gerçeklesecek olsa kadının vaziyeti ve cemiyette mevkii
ne olacak? Kadın, yalnız iki göz deliği bulunan bir çuval içine girip evinin zindanında çürümeye mi
bırakılacak?
Bu sözü söyleyen, solumturak edalı bir genç kızdır ve ayakta, sanki bir dershane havası içinde
konusmaktadır.
Naci cevap verdi:
— Lütfen oturunuz ve yerinizden dilediğiniz gibi konusunuz! Kitapçımız, bu toplantıları
tertiplerken bana bir masa, okuyucularıma da bir takım sıralar göstermekle, ister istemez yerimize
bir sınıf havası verdi. Halbuki ben, bu rastlasmayı daha mahrem bir zeminde ve daha.kısık bir
kadro içinde sürdürmek isterdim. Okuyucu, muharririn gözünde, bir hayalet gibi omuz basından
bakan, ona bütün süphelerini ihtar eden, âdeta ondan bir parça gibi kopup karsısına dikilen
korkunç bir seydir. Bazan da onun iç dünyasına tamamiyle yabancı, ona yalnızlığını haykırıcı
bir varlık... Bu bakımdan her ideal gibi «iste vardım!» samlmaması, hattâ kaçılması gereken
binbir baslı bir heyula... Bir Fransız sairi onu «Riyakâr okuyucu, benim benzerim, benim
kardesim!» diye tasvir eder. Nasıl, bir cemiyette hiçbir fert cemiyetin kendisi değilse ve cemiyet,
nasıl, tek tek fertlerin ötesinde kalan bir seyse, okuyucu da tek tek ele alınacak örnekleriyle
mücerret okuyucuyu modellestiremez.
Arkadan bir kadın sesi duyuldu:
— Siz, sorulana cevap değil, vaaz veriyorsunuz!..
Naci, gözleriyle bu sesin sahibini aradıysa da bulamadı. Kafalar sesin geldiği tarafa dönünce de
açılan bosluktan sesin sahibini gördü: 'Mine...
— Siz burada ne arıyorsunuz?
— Ben de bir okuyucunuzum ve geldim!
— Size karsılık vermeden, evvelâ suale cevap vereyim... îslâmiyette kadın, erkeğin bütün
hassasiyet ve ceh-dini mihraklastıran bir remzdir. O olmasa zürriyet olmaz gibi kuru bir madde
ölçüsü bir tarafa, o olmasa erkek ve erkeklik olmaz. Đslâmiyet kadını örter ve Hristiyanlık açarken,
hakikatte biri onu mefkûrelestirmekte, öbürü de bayağılastırmaktadır. Nitekim Hristiyanlığın ruh
rejiminde kadından kesilmek, Îslâmiyette ise ona doymak vardır. Kadından kesilmenin bâtıl
dini, ahlâk ve hassasiyetini asıladığı cemiyette kadını kasaplık bir et yığını gibi çengele asmak
tezadına düserken, Đslâmiyet kadına gerçek mahiyeti veren hak din olarak onu örter, böylece kadına
gerçek değerini vermis olur ve arada tezat diye bir sey bırakmaz. Fakat bu nükteden, incelikten kim
anlar?.. Kadının cemiyet vitrininde görünmesi de mânası bakımından elbette sart, fakat aynı
mânanın ölçülestirdiği bir kanuna bağlı... Bu ne çarsaftır, ne de yalnız iki göz deliği bulunan bir
çuval... Saadet Devrinin kadınına dikkat edenler kanun dairesini hemen görürler. Kanun, kadının,
gösterilebilir ve gösterilemez yerlerini açıkça sınırlamıstır. Bu vaziyette kadın, tam bir sınır
riâyeti içinde dünyanın en ziynetli, en zevkli, en güzel kıyafetiyle cemiyet meydanında boy
gösterebilir. Yoksa asırlar boyu, örtünme emrini çuvala girme seklinde yorumlayan ham yobaz
ve kaba softa elinde kadın, Islâmî mânasını da kaybeder ve âlemde en büyük incelik, en galiz
kabalık olarak meydana çıkar. Evet, gelelim simdi size Mine Hanım!.. Simdi sizinle hesaplasalım!..
Mine ayağa kalktı:
— Sohbetiniz bitsin de hesaplasalım!..
Salondakiler kalktı, hayret dolu gözlerle Naci ve Mine'yi süzerek salonu bosalttılar. Mine:
— Hakkında verdiğim karan yerine getirmede*! seninle basbasa bir konusma yapmak
ihtiyacındayım.
— Neymis o karar? , .
— Tam icra edileceği ân göreceksin!
— Öyleyse konusmak neye?,., Đcra et! —- Önce konusmalıyım...
— Bu konusma, kararında bir değisiklik mi yapabilir?.
— Belki!..
— Buyurun, konusalım!..
— Burada olmaz. Đzbe bir yerde ve basbasa.... Hep karsılıklı çarpısmalarla geçmis olsa da, eski bir
tanısıklık ve bir kadın ricasını kırmamak diye erkekçe, bir duygu tasıyorsan içinde, kabul edersin!
— Kabul!.. Ne zaman, nerede?..
— Arabam dısanda bekliyor. Hemen simdi, dilediğin tenha bir lokalde... Meselâ Boğaz'da...
Naci gözleriyle Mine-nin suratını adamakıllı taradı.
Ne tuhaf!
Hiç de alıstığı Mine değildi bu... Korku bilmez bir irade heykeli...
Çıktılar..
Boğazda, denize karsı, içinde esnemekti bir iki garsondan baska kimse bulunmayan bir lokaldeler...
Mine, uzaktaki garsona haykırdı:
—.Garson, bir rakı daha!..
Naci kaslarını çattı:
— Yeter artık içtiğin!.. Burada kal!
— — Hiçbir sey olduğu yerde kalamazl Sonuna kadar gideceğim!
— Konusacağımız seyleri hep savsaklıyorsun! Neymis bakalım konusacakların?..
— Hiç!
— Hiç için mi beni getirdin buralara?..
—r Hiç veya her sey!..
— Sende eskiden görmediğim seyler farkediyorum.
Adetâ romantiklesiyorsun!..
— Sayenizde...
Naci patlamak üzere:
— Ne" istiyorsun benden Mine?.. Mine en keskin toniyle:
— Seni istiyorum!
— Sen insana b türlü abanan cinstensin ki, tutmak Đstediğini kaçırmaktan baska bir sey gelmez
elinden...
— Bunun Đçin mi kaçıyorsun benden?.. Beni bir nezle mendili olmaya bile lâyık görmüyorsun!
— Sen, erkek ve'kadın arasında çekicilik sırrına kı-yan, tek ye dikenli bir mizaç üzerinde direnen
bir yaratılıs üstündesin!.. Hırs...'Seni çıldırtacak kadar atesli bir. hırsa kapılabilirsin, fakat
sevemezsin! Kendini sevdirmenin de sanatına yabancısın! Onun için, güzel bulus doğrusu, nezle
mendili olmaktan, ileriye geçemezsin! Akıl zahmetleri içinde kıvrandığın halde dehâ üstü
kadınlık sezisinden haberin yok!. Disiliğini hatırladığın her ân kendi kendinin erkeği yine sen
oluyorsun ve bir türlü kadınlıkta karar kılamıyorsun! Hünsâ bir ruh mu tasıyorsun, ne?..
Mine bir defada rakısını devirdi ve yanakları sıcaklığını hissettirecek gibi kızarmıs, masa örtüsünü
tırmıkladı:
— Söyle, söyle!.. Bana kadınlık sırlarını öğret!..
— Ne öğretecekmisim?.. Senin tabirinle vaaz vermemi istemiyorsun her halde?..
— Söyle,diyorum, söyle!..
— Bir erkek alâkalı olduğu kadına, kadınlık sımnı öğretmeye- kalktı mı, cazibeyi bozmus olur.
Erkeklikten çıkar ve hoca yerine geçer. Alâkalı olmadığına da ukalâlık
130
etmekten zevk almaz. Reçete tavsiyecisi olmak istemez. Bu sırlar* sezisle yakalanır, akılla
kovalanmaz.
Mine haykırıyor: .
— Garson, rakı!
— Hayır! Daha fazla içmene izin vermiyorum- Otomobilini kullanamayacak haldesin! .
— Sen de içsene hatırım için bir kadeh... Basın dönerse belki aklın basına gelir.
— Biliyorsun ki, ben içmem! Basım dönerse aklım bir daha basıma gelmez!
Mine dislerini gıcırdattı:
— Softa!!!
— Softalık buysa, ondan büyük fazilet tanımıyorum!
— Ben sana bir sey söyleyeyim mi, Naci; ben seni bu kafanla yasatmamaya kararlıyım^
— Yaaa? Demek .kararın bu!
— Evet, kararım buL Ya benim olursun, ya benimle ölürsün!..
Naci güldü:
-— Bir sey düsünürüz! Haydi simdi çıkalım buradan!.
Mine, gözleri volkan:
— Bir de benimle alaya kalkıyorsun, öyle mi?.. , Naci ayağa kalktı:
— Alay etmek elimden gelmezi Haydi, kalk, gidelim!..
— Yoksa sana yaptıklarımdan kin nü besliyorsun bana?..
-1— Hiç de kusuruna bakmadım. Herkes tabiatını icra eder bu dünyada... Sen de kendinden
bekleneni yaptın!
Mine de kalktı. Sendeliyor. Naci ona yardım etmeye lüzum görmedi. Sadece masa üzerindeki
çantasını uzattı:'
— Bu çantada ne var böyle?.. Ağır bir sey var gibi gefdi bana...
— Tabanca var!..
131
— Beni- onunla rai öldüreceksin?
— Đnanmıyorsun, öyle mi?..
— Niçin inanmayayım.?.. Sen her aklına geleni yapabilirsin!.
— Görüsürüz!
Rıhtıma inen merdivenler... Mine yıkılmaması için kolundan tutan Naci'nin omuzuna basını
dayamıs-.
— Yine soruyorum; Bana gelecek misin?
— Gelemem Mine, bu bahsi kapatalım ve bir d&ba karsılasmamaya bakalım!..
— Ben. seni bırakmam ^;... Nereye gitsen, ne yapsaaarkandan
gelirim.
— Arkandan gelirim, diyorsun; izinden gelirim diyeraiyorsun?
— Bana sen lâzımsın; çizdiğin avanaklar yolu değil...
—• Kendisi avanak olmayan bir insanın çizdiği yol, hiç avanaklar yolu olabilir mi?
— Pekâlâ olabilir!
—.Nasıl?
— Avanakları sömürme yolu... Sen öyle bir sahtekârsın ki, en basta' beni. sömürüyorsun!..
Beni kendi kendimle boğusmaya sürüyorsun!..
Naci, ağır ağır indiği tas merdivenin son basamaklarında bir ân durdu. Hatırına Beimâ gelmisti.
Mine'nin «beni kendi kendimle boğusmaya sürüyorsun!» derken Naci'ye hatırlattığı büyücü kadin...
Onun bütün marifeti, yüzüne karsı da haykırdığı gibi, Naci'yi parçalamak ve kendi kendisiyle ceoge
tutusturmak blmustu. Simdi onun yerine kendisi geçiyor, Mine de Naci ile yer değistiriyordu: Bu
durumda Mine'ye hak mı vermeliydi? Ama onun bir suçu yoktu; Mine'ye hiçbir sey vaadetmemisti
kî... •. Mine kekeledi:
— Neye durdun? Ne düsünüyorsun?
— Hiç!..
132
Ve (basamakları bitirip, rıhtıma çıktılar. Mine'nin otomobili giris kapısının 'yanı basında, yaya
kaldırımında...
— Mine, fena halde sendeliyorsun!.. Otomobilini kullanabilecek inisin?..
— Kullanırım herhalde...
— Süpheliyim...
— Korkuyorsan sen baska bir vasıtayla git!
— Seni bu halinle tek basına bırakamam! Otomobile girdiler..
Direksiyonda Mine ve yanında Naci... Rumeli Hîsan'nın önünden geçip Karaköy'e doğru sahil
boyunca kıvrım kıvrım akıyorlar.
— Mine dikkat et, zikzaklıyorsun! .
—- Aldırma!.. .
Öndeki arabaya çarpmamak içîh Mine'nin ani olarak yaptığı fren Naci'yi zıplattı. Mine'nin tabancalı
çantası da yere düstü. Naci eğilip çantayı aldı ve Mine ile kendi arasına yerlestirdi.
Mine ona bakmıyor:
— El sürme o çantaya!.. Đçinde tabanca var dedik ya...
— Varsa, var ne olacak?..
— Pek de lüzum kalmadı ya; olsun, o yine^ çantamda yabancı eller değmeden uyusun... Sen
ölümlerden ölüm beğenmeye bak!.. Kursun mu, bıçak mı, ip mi-, su mu?.
— Đsi palavraya, santaja döküyorsun," yeter artık!..
— Palavra ha, santaj ha!.. Sen beni, korkuttuğu seyi yapamıyacak bir sahtekâr sanıyorsun, öyle
mi?.. Bak su önümüzdeki, dirseğe!.. Görüyor musun?.. 40-50 metre mesafe var, yok...
Naci sinirli:
— Gördüm, ne olmus!..
— Onu da simdi görürsün!...

beaverss
04-11-2015, 08:24
— Haydi oradan hokkabaz!
133
Mine'nift yüzü bir kaya... Sonuna kadar gaza basan ayağı... Otomobil çıkıs yapan bir yans atı gibi
fırlamıs ve dirseğin üzerindeki korkuluk parmaklığını devirerek denize uçmustur.
Korna sesleri, üstüste yığılan otomobiller, kosusanlar,
haykıranlar, çığlık basanlar...
Naci'ye telefon çalıyormus gibi geldi.
Gözleri kapalı, sağ elini uzattt ve telefon ahizesini çekip kulağına götürdüğünü sandı.
Uğultu... Sanki tâ derinlerde bir dere akıyor.
Kendisi sarp bir dağın tepesinde; ve derinlerde, derinlerde, bir uçurumun girdaplastığı noktada bir
uğultu... Çocuk ağlamaları, kadın çığlıkları, imdat çağaları, tek tek belli olmaksızın sarmas-dolas...
Bir ses, bir ses... Uzak, bitik, yanık, t&dı mı tatlı bir ses... Sanki yıldızların ötesinden geliyor:
— Beni istemiyor musun?
Tasa üflense onu eritecek bir kadın sesi:
— Beni istemiyor musun?
«Beni istemiyorsan isteyebilecek ne kalır?» mânasına, yalvarırken ferman eden bir ses:
— Beni istemiyor musun?
Çırpındı:
— Anne!
— Ne var oğlum; bir sey mi gördün rüyada?
— Anne, anne!
— Oğlum!
— Ben yasıyor muyum, dünyada mıyım, senin yanında
mıyım? Tut elimi, sık!
Annesi iki eliyle oğlunun elini avuçladı.
134
Naci, hâlâ gözleri yumulu:
— Yoksa hep beraber öldük de buraya tıpatıp es ba»-ka bir dünyada mıyız?
— ölmedin oğlum, Allah seni korudu-. Naci gözlerini açtı.
Denize uçan otomobilde Mine, çarpma tesiriyle hemen ölmüs, Naci de basından ağır yaralı, sığlıkta
dikili kalan arabadan çıkarılıp kurtarılmıstır.
Ve iste hastanede... Bas ucunda annesi
— Neredeyiz?
— Hastanedeyiz, oğluml
— Kaç gündür buradayım?
— Üçüncü günü... Çok sükür, ayılabildin! Deminden beri gözlerini açıp kapıyordun...
— Bayılmadım ki ayılayyn... Hep pençelestim. Bu dünyadan yalnız seni hissediyordum yanımda...
— Bir saniye bile ayrılmadım basından..
— Anne!
— Oğlum!
— Ne güzel sey annelik!.. Hele senin gibisi;.: Benim, basımda bekleyecek hiç kimsem yok....
Hiç!..
Naci gözlerini açtı ve yatağından doğrulmaya davrandı. Annesi atıldı:
— Aman kıpırdama! Doktorlar, kendine tam gelse de yatmakta devam etsin, dediler.
— Doktorlar der! Biraz kıpırdayayım ki, hayatta olduğu arılayayım... Demek kurtuldum, öyle mi?..
— Sükürler olsun...
— Mine'ye ne olmus?.. .
—: Hiç haberim yok... Ben hep seninle uğrastım. — Demek ölmüs Mine...
— Bilmiyorum!
— Bilmiyorum denildi mi, iyi biliyorum mânasına ge-
135
— Yine kafanı isletmeye basladın. Gözlerini yum ve hiçbir sey düsünme!.,
— Nerede o saadet benim gibilere, anne?
Kapı vuruldu. Đçeriye iki asistan doktor girdi. Naci'yi açılmıs görünce gülümsediler. Basındaki
sargıyı açıp baktılar:
— Atlattınızl Bundan sonra da bir ihtilât olmaz sanırız. Birkaç günlük bir kontroldan sonra, Hoca,
herhalde sizi evinizde tedaviye bırakabilir.
— Artık doğrulabilir miyim, yatağımdan kalkabilir miyim?
— Ufak tefek hareketler yapılabilir.
— Gazete okuyabilir miyim?
— Bir mahzuru yok... Ama' kafanızı çalıstırmasanız daha iyi olur. Bu (trauma) dan sonra ruhi
halinizin ne olacağı belli olmaz. Her halde birkaç hafta geçmeli..;
— Hâdisenin basma nasıl geçtiğini merak ediyorum. Asistanlardan biri, Naci'ye, annesini isaret
etti:
— Hanımefendi gazeteleri her gün aldırttılar. Size gösterebilirler. .
. .
Asistanlar, Naci'nin yanında birkaç dakika oturdular. Biri sordu: .
— Ne oldu bir Batı diline tercüme edileceğinden bahsedilen eseriniz?..
— Benden birkaç ay önce müsaadesini almıslardı. O gün bu gün, alâkalandığım yok...
— Böyle bir sey olursa memleket için büyük zafer... Asıl mühim olanı Batı dünyasının kendi
(antitez) ine aid, kendine zıt bir eseri benimsemesi... Bu, solcuların zor âk j propaganda sistemiyle
islettikleri siyasi tezgahların isine benzemez. . . , -
. — Ben de bunun için kabul ettim ya tekliflerini... Batı umumi efkârının, her türlü hasis maksat
dısında hasbi alâkasınr çeksin diye...
136
— Sizi fazla konusturmayalım... Sözler zahmetle çt- kıyor ağzınızdan...
Doktorlar çıktıkt-vı sonra, Naci, yatağından doğruldu ve bacaklarını sarkıtı:
— Çok sükür, anne, vücudumun baska yerlerine bir seyler Olmamıs... .
— Sonsuz sükürler... Ne o, yatağından kalkmak niyetinde misin?
— Evet, su senin yatağının yanındaki iskemleye oturup gazeteleri gözden geçirmek istiyorum.
— Ne yapacaksın, Naci, bos yere sinirlerini bozacaksın!
'— Demek sinir bozucu seyler yazılmıs... Nereye koydun gazeteleri?
— Siltenin altında... . .
Ve çıkarıp üç günlük gazeteleri verdi. Mine'nin dergisi de aralarında...
Büyük 'baslıklarla kaza haberi... Her biri ayrı dille hâdiseyi büyük baslıklar halinde veriyor:
«Eseri üniversitece reddedilen meshur asistan — Bo-ğaz'da müthis bir otomobil kazası — Naci,
fikirlerine zıt bir kızın sürdüğü otomobilde denize uçtu — Kız, geçenlerde mahkemece tahliye
edilen Mine •«— Kız öldü, Naci ise koma halinde hastanede — Kazanın sekli garip ve süpheli
görülüyor — Otomobilde1 kızın çantasında tabanca ve ko-münist faaliyetlerine ait bazı vesikalar
bulundu — Savcı-îık ifade almak için Naci'nin kornadan çıkmasını bekliyor — Memlekette
hâdise olan eserin, Batı diline tercüme edildiği haberi de bugün alındı...» Ve Mine'nin dergisi:
«Bu, Naci'nin Hatçe isimli bir köy kızından sonra ölü-' .öle havale ettiği ikinci kadındır ve'her iki
ölüm sekli üze-rinde de derinlesmek lâzımdır. Otomobili Mine kullari
hesaba katmadan kullanmıs olsa bile, son anda Naci'nin direksiyona yapısıp korkuluğa sürmüs
olması ihtimali büyüktür. Mine'ye âsık Naci, fikir hıncından ziyade karsılık görmemis olmanın
öfkesiyle bu cinayeti islemis olabiliri..-
Hiç sasırmadı Naci... Bir hadiseyi bu kadar ters-yüz etmek, onun eski bir tabiriyle Galata Kulesini
bostan kuyusu diye göstermek, ancak bir çesit Babıâli esnafına yaratabilirdi. Evvelâ haber ve
hakikat namusu... Elinden gazeteleri attı:
— Anne, dedi; simdi de savcılara mı hesap vereceğiz?
— Ne yaparsın; ortada, akıl, ahlâk diye bir sey kalmadı ki... Sen kurtuldun ya, ona bak!.. Hem dün
sabah savcılıktan gelip seni sordular. Doktorlar halini anlattı, gittiler. Her halde yarın gelirler.
Çekinecek bir seyin yok ki,-senin...
O aksam Naci, öbür insanların, uykusuyla uyuyabildi. Ama sabaha kadar, o esrarlı, anlatılamayacak
kadar tatlı ve belirtilemeyecek kadar acı ses kulağından gitmedi:
— Beni istemiyor musun?
Sabahın ilk is saatlerinde, karsısında doktor va savcı yardımcısı...
Bilirkisiler beyaniyle otomobili sürenin yanında oturan kisi hem direksiyona hâkim olma, hem de
gaza basmak fiilini bir arada çok zor-becerebileceğine ve zaten di-reksiyondakini ölüme atıp
kendisini kurtarmak diye bir |: garantisi olmadığına göre vaziyet açıktı. Gittikleri lokalin
garsonları da Mine'nin çok sinirli olduğunu ve Naci'ye de-,
«seni öldüreceğim!» dediğini duymuslardı. Savcı yardımcısı sordu:
— Öncesinden beri her sey, Mine'nin sizi ümitsiz bir : askla sevdiğini gösteriyor. Buna ne
dersiniz?
— Kimsenin, kimsenin vicdanını kurcalamaya hakkı • olmadığını söylerim. Bu kız,
aramızdaki fikir ayrılığının
delice öfkesini yasıyordu ve beni yeren yazılan da hep bu hınç noktasından idare ediyordu.
Bilemem, bu noktada nefrete çalan ask mı, aska çalan nefret mi hâkim? Baska bir izah takdiminde
mazurum.
Sava yardımcısı ayrıldı; doktor, Naci'nin taburcu edilmek ricasını kabul etti, Naci de kolunda
annesi, ilâç kokulu koridorlardan geçip evine yollandı.
Kulağında, Mine'den mi, Hatçe'den mi, yoksa ötelerde bir perde arkasından mı geldiği belirsiz ses:
— Beni istemiyor musun?
Köskünün bahçesinde büyük ve yaslı bir ağaç var... Tam da çalısma odasının Boğaz'a bakan
penceresi önünde... Sık sık uzandığı ve kıvrandıncı düsüncelere daldığı divan da ağaca karsı...
Sekillerin dili, bu ağaçta olduğu kadar hiçbir lisanda çarpıcı olamaz. Đri bir gövde üzerinde yamru
yumru bükülüslerle kalın dallara, derken daha az kalın, sonra ince, oradan da ipince ve nihayet
inceden ince yaprak dallarına ayrılan esrarlı mimarî ağaç... Son incelik de yaprakların üstünde aynı
dağılıs ve toplanısı haritalastıran, «tek» etrafındaki sonsuz dağılıs ve toplanısı plânlastıran kıl gibi
çizgilerde...
Ağaç, vahdet musikisinin ne muazzam sekil senfonisi... Birkaç gün, fazla gidip gelmeden, fazla
okuyup yazmadan, sadece istirahat öğüdünü alan Naci, bu divanda o ağaca bakarak düsünüyor,
istirahat öğüdünü almıstır ama «düsünmeyeceksin!» emrini vermeye ne kimse, ne de kendisi
muktedir...
Evet, ağaç, du.rgun havalarda dallarının sabit ve mahzun kıvrımlariyle istikametler âleminin
sonsuzluğunu için için mırıldanırken, rüzgâr esince bu kıvrılıslardaki hareketi, bütün aletleriyle
haykıran bir orkestra... Saçlarını yolar, çığlık basarcasına bir seyier arıyor.
Ebedi bir kavusma cehdi içinde gidip ge,Jen,. düğümle-
130
138
inen, çözülen, bulur gibi olan, bir ân duran, sonra geri dönen, tekrar hamle eden, pesinden çekilen,
hareketsizliğe gömülen, içinden düsünceye geçen, mezarlardan fırlamıs iskelet kolları ve elleri
halinde her biri bir yönde donup kalan dallar... '
Düsünüyor:
— Bos konusuyoruz, bos!.. Bütün bir ömür içinde söylediğimiz bir milyon kere bir milyon lâf,
arayıp da bulamadığımız tek cümle için... Arayıp da bulamadığımız, arayıp da bulur gibi
olduğumuz, bulur gibi olup da yine elden kaçırdığımız, elden kaçırıp da tekrar bulur gibi
olduğumuz, tekrar bulur gibi olup da artık aramaya .lüzum görmediğimiz tek cümle için... O
cümle.nedir, o cümle?.. Ben o cümleyi bilmiyorum... Fakat bütün mevcutlarla beraber, bütün
cümlelerin, içinde eridiği ve yok olduğu tek bir kelime biliyorum. Her ân söyleyip de hiçbir ân
hakikatine yaklasamadığımız ve yaklasamayacağımız tek kelime-. «Allah»...
Ve:
— Gerisi bos, bombos konusmaktan, bir hastalıklı dır-dırdan baska nedir ki?... Keske ben «Allah»
kelimesinden baska, ağzından tek söz çıkmayan bir dilsiz olsaydım. Meselâ su ağaç...
Ve ağaç konusuyor:
— Allah'ım; sana büyük derken, kafamın büyüklük üstündeki bilgi ve kavrayısının, utançtan
yokluğa can attığını duyuyorum. Ey büyüklüğün yaratıcısı Allahım!.. Sana «Yok!» diyenleri bir
tarafa bırak; «Var!» diyenier bile beni incitiyor. Zira varlık zatiyle ve her seyiyle senin kulun ve
oyuncağın... Sen o kadar varsın ki, sana «Var!» demek, seni kuluna ve oyuncağına tasdik
ettirmek gibi geliyor bana... Ah, imanın öyle bir derecesini seziyorum ki, o derecede, konusmak
yok mu, konusmak, p bile küfür... Đste ben bü yüzden dilsizim...
140
Gözlerini yumdu ve ağacı dinlemekte devam etti:
Dilsizlikte bir bedahet ifadesi vardır. Her seyi bedahetle bilir, akılla ararız. Bedahet duygumuz
olmasaydı, akıl tek. seyi anlayamazdı. Bedahet öyle bîr his ki, akıl» ona köle diye verilmistir. Ve
bizim akıldan beklediğimiz selâ-hiyet onda... Bedahet, peygamberlik makamının aslî ve mutlak
sahibince buyurulduğu gibi «kalbte bir nur»dur ve" izah üstü bir sey... Bedahet «besbelli»
hükmüdür ve Allah» . açılan geçidin parolası...
Ve içinde milyarların banndığı bir (metropolis) in seh-rayin ısıkla'rmdan daha parlak bir pertev
saçan bir Hadisi hatırladı: . .
— «Yarâbbî, basımda bir nur, sağımda bir' nur, solumda bir nur, önümde bir nur, ardımda bir nur
yarat.
ve......» /
Kâinatın Efendisini bir nur harmanı içinde seyrediyor.
O harmanın içine bir toz zerresi gibi düsüp kıvılcım haline gelse... Ve savruldu.
Birden, içinde bir yıkıntı oldu.
Yerinde, baska bir adam...
Her yöne bir parmak ucu uzatarak istikametleri kurcalayan ihtiyar ağaç, ona tasavvufta «hatarh&
tarat» ismini verdikleri, kalbe yıldırım gibi birdenbire ve davetsiz inen, imana ters, menfi his ve
fikirlerin en yakıcısını, en inciticisini ilham etti:
Süphe...
Varlık mı, yokluk mu?
Isırdığı yerin sancısı hiçbir iskenceyle belirülemez, o, yıldız yıldız fezayı yutmaya çabalayan
korkunç ağız;.. Süphe...
Göklerin perdesinde, beyaz üstüne siyah, koskocaman bir yazı gibi .okuyor-
— Bu kadar parmak ucunun yön verdiği yollardan hangisi «doğru»yu kefalet altına alabilir? Her
seyden önce tek basına -doğru» diye bir sey var mıdır? Bu kadar dağılan, parçalanan, bölünen, -
doğru», nihayet «hiç»den baska nerede düğümlenebilir? Halbuki ağaçta düğüm yeri de belli... Ama
gövdeye bakınca dallara tutunmak, dallara takılınca da gövdeye ve onun yeni bastan dağıldığı
köklere inebilmek imkansızlasıyor. Bu kadar mı?.. Süphe mevzuu bu kadar mı? Sana okuttukları
tarihe inanıyor musun? Ya insanlar el ve dil birliği etti de seni kandırmak için birtakım masallar
uydurduysa... Farzet ki, sahilsiz bir deryada'bir gemiye kaptanlık etmektesin... Önündeki haritaya
inanıyor musun? Ya varmak üzere burnunu çevirdiğin liman mevcut değilse... Devam edeyim mi?
Silkindi; nereye götüreceği belli bu fikirleri bir hamlede silip süpürdü. Bu defa sekil değisti.
Eskiden -akrebin kıskacı» diye nitelediği, düsünce maskeli, istifham edalı ve uysal tavırlı bu
fikirler, simdi boğa güresçisinin üzerine sipsivri boynuzlariyle yüklenen ağzı köpüklü bir canavar...
Kovuldukça, geriye döndürüldükçe daha azgın hücumlara girisen bir ejder..;
Naci'ye ille sunları söyletecek:
— Yoksa ötelere ait her sey benim hayalimde, dısar-_da---.vücudu olmayan birtakım vehim
çakıntılarından nu
ibaret?..
Nefretle bağırdı:
— Hayır, asla, hâsâ!..
•Simdi «hatarat» istifham kılığını atmıs, emir nidasiyle fermanlasmıstır:
— Bos, bos!.. Bosuna gelin güveyi oluyorsun! Yok, yok!
Naci, tasavvuf yoliyle, bütün sırrın kendi özünde, içinde olduğunu bilen, fakat mutlak hakikatin dıs
murtesem-lerini seriatte bulan ve içle dıs arası muhtesem muvazene?-yi iki halkalı bir jimnastik ipi
halinde ellerinde tutan ulvi anlayıs mektebinin talebesidir; ve biliyor ki, kalbe istenme-
142
den inen böyle -hatarat- bir an için vicdanına yerlesse netice-ebedi helak, küfür..."
Kalbine çekirge bulutu halinde üsüsen «hatarat.1 bütün güciyle dağıttı, kovdu ve hemen imdadına
yetisen fi-' kir ve bilgilerin geçit resmine daldı:
Bir gün sahabiler, Allahın Resulüne, ruhlarına musallat bu gibi tepeden inme duygulardan
bahsediyorlar... Ve ezici kalb burkuntulan içinde kıvrandıklarını söylüyorlar...
Kâinatın Efendisi, bütün fezayı nura boğucu bir tebessümle gülümsüyor:
— «Bu haller imanın kemâlindendir.»
Boyunlarını Allanın Sevgilisine teslim etmis olmanın
saadet kadrosu, bu can kurtarıcı iksiri içer içmez ferahlı-
, yor ve bir anda saadet derecesini idrak noktasına geliyor.
Yokluk bosluğunda helezonlar çizen süphe yılanı, ne gün anlayacaktır ki, yokluk vardır, o da bir
«var»dır; ve her var gibi Allanın bir yaratığıdır. Yalınız «var» vardır, yokluk kendi basına yoktur.-
sonsuzluk boyu var olan da Allah...
Bütün bu hikmetlerin, mizan terazisi ise seriat... Ona tütunmadın mı, gittin, var olan yokluğa
gittin...
En büyük velilerden biri, sahradan geçerken, içinde yine bu cinsten bir fısıltı yükseliyor.-
— Seriat ilmi, hakikat bilgisine aykırıdır.
Büyük veli, basına bir yıldırım inmiscesine sarsılıyor. Ama Đlâhi hitap imdadına yetisiyor.-
— Bil ki, seriate aykın her sey küfürdür ve onun doğrulaması dısında hiçbir gerçek yoktur.
Đste baslıca metodu «süphe» olan akıl, böylece bulmanın değil, kaçırmanın; ve gözü kapalı, ipliği
iğne deliğine geçirmeye çalısmanın âleti...
143
Kitaplarına daldı ve «hatarat» mikrobunun ya seytan, ya nefsten geldiğine dair mânevi tababet
hükmünü gördü. Reçetesini de ruhuna naksetti:
— Aldırmayacaksın, bos vereceksin, güleceksin!.. Fakat bir taraftan da kalbe yerlesmesine engel
olmak Đçin onları nefyetmeyi, defetmeyi de ihmal etmeyeceksin 1.. Ve bileceksin ki, «hatar*lar def
edildikçe ricat eder gibi yapıp daha kuvvetle hücum eder. Aldırmamakla kovmak arası, onlara
karsılık vereceksin!..
AlĐah, Allah!.. Bu ne müthis imtihan!.. Đnsana sayılar boyunca ismini tekrar ettiren bir mahkeme
huzurunda bulunur gibi her ân imanını tazelemeye muhtaç olmanın hali... Bütün pıü'minler bu hal
içinde mi?.. Ne münasebet!., îmanm ucuz, çok ucuz; pahalı, çok pahalı nice çesitleri var!..
Mademki «hatarat» bıçağını kalbe her saplayısında acıların en dayanılmazını veriyor, demek
bulunduğu mev-: ki, acı duyduğu seye en uzak nokta... Öyleyse sevkle, zevkle doğrulabilir ve gökte
en uzak yıldızlardan bile duyulacak bir sesle «Allah!» diye haykırabilir. •
Hâlâ gözleri • ağaçta, dâvayı su noktada perçinledi:
Süphe, müthis bir sey!.. Hem ebedî hayatın, hem de sonsuz helakin vasıtası... Allah'tan baska
herseyden süphe... Gördüğün, isittiğin, kokladığm, tattığın, dokunduğun her seyden süphe...
Emniyet hissini aldığın her seyden süphe... Sen misin, süphe âleti olmakla övünen biçâre akıl?..
Bizzat kendinden süphs edebilecek misin?.. Đste o vakit kurtuldun ve haysiyetine, kıymetine
kavustun demektir. Bütün varlıklardan süphe mikyasmca Allah'ın varlığından emin olmak...
Süphenin yaratılıp hikmetli de'bu olsa gerek...
Tam içi Đlahi sevinçle dolarken bir taarruz daha geldi: " ,— Sen. bir hilekâr, bir lâf hokkabazısın!..
Bütün ispat/ vasıtalarını kır, yak, dök; sonra da bu usulle iman edile-
144
mez olanı isbat ettiğin rahatına kavus!.. Yağma yokl Ya buna cevabın ne?.. Yüksek sesle:
— Cevabım ne mi? Hemen vereyim de gör
Dedi, kalktı, seccadesini serdi ve ellerini kulaklarına kaldırdı:
— Allahü ekber...
Bası secdeye vannca bir daha kaldıramayacağını sandı. Nasıl, yanmıs bir parmak soğuk suya
sokulunca bir ân için acısını duymazsa o da basının secde yerinde rahatladığını hisseder gibi oldu.
Su var ki, yanmıs bir parmağın soğuk suda bir ân için bulduğu rahatlık, parmak sudan çekilince,
acıyı misillerle büyütmüs olarak geri getirecektir. Çare yok, çekecek ve dayanacak... Ve namazdan
sonra o türlü ağlamaya basladı ki, her zerresi eriyip aktı sanki... Ellerini kaldırdı:
— Allahım; bu, içime dolan hislerin beni bir noktada kıstırması ve yenmesi ihtimali varsa, secdede
tam ismini dile getirdiğim su ân canımı al ve dünya hayatıma son ver!. Masasına geçti; birkaç
dakika, elleri sakaklarında kala kaldı. Gözü not .defterine ilisti. Bazı fikir ilhamlarını kaydettiği
mahcup deftercik... Açtı, yazmaya koyuldu:
-Ya beni telkinin altına al, ya benim telkinim altına gir! Herhalde münakasadan, itisip çekismeden
bir hayr bekleme'.
•Eğer hakikati ikiye, üçe, ona, yüze bölmek mümkün olsaydı, iki, üç, on ve yüz kisi arasında iane
töplarcasma hakikat tahsildarlığına çakılabilirdi.*
145
«Hakikat birdir ve daima bir kisidedir, O bir kisi, bin kiside aranmaz, bin kisi kendini o bir kiside
bulur.»
«Eskiden beri bazı ukalâlar, (hakikat simseği, fikirlerin çarpısmasından doğar), derler. Halbuki
fikirlerin çarpısmasından,çok defa müthis bir toz kalkar ve bu toz perdesi arkasında hakikat, bir
zıplayısta geyik gibi kaçar, gider.»
«Bir'e inan, bir kisiye bağlan ve gergin ipliklerden daha doğru bir yola düs ve kargasalıktan kurtulU
•Allah birdir ve en büyük peygamberi bir...»
Ve yazmaya devam etti:
«Bir Đslâm büyüğü, baska bir Đslâm büyüğüne (ben Allah'ın varlığını binbir delille isbat eden
adamım), diye haber yolladı ve gerçek büyükten su cevabı aldı: (Demek ki, senin, Allah'ın
varlığından binbir süphen varmıs!..) cevap budur!»
«Bir Đslâm büyüğü, diyor ki: (Allah zuhurunun siddetinden gaiptir)... Đnsanoğlunun bu güne kadar
çekebildiği söz ve fikir oku, ilâhi hikmete,doğru, bundan daha ileri ve yüksek bir stratosfere
varamadı.»
«Đnsanoğlu! Ben o kadar inanıyorum ki, isbat denilen
140
her seyi hakir görüyor ve kaybediyorum. Đnsanoğlu I Isba-tımız yok; yalnız imanımız var: Allah...
Đnanıyorsan gel!»
«Allah, delil büyüdükçe süpheyi de büyüten ahmak aklın belâsını versinî (Anlamak yok, inanmak
var!) Böyle, diyor veli... Ben ona asıkunl..»
«Bir ilim vardır ki, her sey unutulduğu, ortada hiçbir sey kalmadığı zaman baslar.»
-Bir ilim vardır ki, suur fotoğrafının filmi ısık görüp bozulduğu, ruha ne kadar yanlıs birikmisse
hepsinin üa-tüne yokluk düstüğü zaman ısıldar.»
• Bir ilim vardır ki, ismi bilntemek, görmemek, anlamamak, tanımamaktır. Ey ilim ezbercisi, iste
ilim budur!»
«Birbirinin yanlısını çıkarmaya memur tekerlemelere nasıl ilim diyorsun? Mağrur ilimlerin
sefaletini görmüyor musun? Đnsanı secdeye kapandıracak mutlak hakikatin vecd ilmini merak
etmiyor musun?..»
Kalemi, basını almıs gidiyor:
«Bahtiyarlık... Bahtiyarlığın en büyüğü, insan için. Allah'ın mahlûku olduğunu bilmekten gelen
zevk... O, hiçbir seyle kayıtlı olmaksızın, sırf kendi ulûhiyet saniyle bütün mahlûklarına ne kadar
rahimdir! Anne, Allah'ın hilkat sırriyle evladına bu kadar sefkatli olursa, ya Allah, mahlûkuna nasıl
olur?.. Bunu düsünmekten büyük saadet mi var?..» .
«Hakikat... Kederin hakikati Allah'tan uzaklık, safâ-nın hakikati Allah'a yakınlık... Varlığın
hakikati Allah'ta yok olmak, askın da hakikati Allah'ı sevmek...»
«Anlamak mı?,. Yine mi o?.. Su anladım tesellisiyle gölgelere hacim kondurup ölçe biço gidenlere
ve Allanın her zerreye naksettiği büyük sır pırıltısını görmeyenlere nisbet, en adi hayvan ne kadar
âlidir. Böyleleri için Kur'-an'daki (Hayvandan asağı) tavsifinden iste bir hikmet zerresi!..*
«Ve kader... Allah serti her bakımdan hür ve muhtar yarattı ve sonra buna rağmen sımsıkı kusattı.
Đnsan ancak köleyi kusatabilir, fakat hür ve muhtar olanı kusa-tabilendir ki, Allah'tır.»
«Ey akıl; seni o kaaai &^.. .1, âlemde hiçbir madde bu kadar uzayamaz ve incelemezdi. Eğer o
kopmadıy-sa, Allah muhafaza etti de ondan... Her sey sır...» "
«Hale bak! Lügatlarda (sır) kelimesi var da buna rağmen Allah'ı anlamayanlar var...»
148
«Sır olmasaydı sanat olur muydu hiç?.. Sanat Allah'a sır köprüsünden giden fener alayı...»
«Akıl, esrarı sıyırmak ister. Sıyırdıkça esrar daha ziyade kesafet bağlar. Bugün müspet bilgiler bu
noktaya kadar gelmistir.»
«Her.sey anlamakta, yani anlasılamayanı anlasılamaz olarak anlamakta... AH ahi anlamak iste
bu...»
•Seriat, dıs görünüsündeki billur gibi vuzuhuna rağmen, içiyle bütün, bir esrar hazinesi...»
«Garp (mistik) leri esrarı bâtıl ve suni taraflariyle avladılar ve sonunda avlandılar. Gerçek esrar
anlayısı Is-lâmda...» >
«Güzellik esrardır. Ve onun içindir ki, güzel, peçe altındadır.»
«Allah'a esrar yolundan bağlanınız!»
«Ham softada esrar idraki yoktur.»
«Bütün tasavvuf esrardır.»
149
«Đhata edilen her sey, ihata edenin esrar dairesi içindedir.-
«Her sey Allah tarafından ihata edilmistir...» '
«Đnsan ruhunu, hayranlık, vecd ve aska sokan, esrar,,.»
«Esrarı anlamak,» anlayamamayı anlamaktır! Ne güzel anlayıs!..»
Ve kalemi masaya fırlattı:
— Olmaz, olmaz! Kelimelerle olmuyor!
Ve ağladı, ağladı.
' '
Birtakım cemiyet meseleleri ve kavgaları içinde "unutur gibi olduğu eski hastalığı, simdi, bire bin,
tepmisti. Büyük huzur ve sükûnu ne okuduklarından devsirebüiyor, ne de eserinde gösterebildiğine
inanıyordu. Mutlaka kelimelerin üstüne çıkması, dâvasını yasaması lâzımdı. Yangını kartpostalda
seyretmek değil, alevinde yanrr.ak gerek... Bunun için de ona lâf yetistirecek yerde, kezzap gibi
mermerleri oyucu gözlerini dikecek bir erdirici lâzımdı.
Bütün yollar tıkalı ve kapılar kapalı...
Ne yapsın?..
Annesine:
— Bana birkaç gün için izin ver, dedi; Đstanbul'dan
ayrılacağım!
150
— Nereye gideceksin?
— Köye... Husmen Ağanın yanına...
— Fona olmaz... Orada belki kendinden uzaklasabi-Jırsin!
Cevap vermedi ve ta içinden burkulduğunu hissetti. Đki ayağı üzerinde kendini tasıdığına göre
kendinden nasıl kurtulabilirdi?..
Ve gitti.
— Husmen Ağa, ben, öyle lâfla mafla değil, bir bakısta ayağımı topraktan kesecek erdiriciyi
bulamazsam ne olurum, bilir misin?
— Ne olursun?
— Beynimin her atomiyle çatlar, kül olurum. Artık o hale geldim.
— Arama hırsını, telâsını da yenecek, boynunu bükecek ve tevekkülle bekleyeceksin!
—i Burada da mı hırs çıkıyor karsıma?
— Hor yerde o çıkar. Zamanını bekleyeceksin! Husmen Ağa 'yerinden kalkıp bir kitap açtl ve
okudu.-
«Kılıç nasıl nazik ve yumusak maddeleri kesemezse, zaman da kendi akısı içinde hâdiselere karsı
husunet ve mukavemet göstermiyerek riza ve tevekkülle mukabele edenlere bir sey yapamaz.»
Sonra Naci'ye baktı: •
— Allahin bu ân için senden esirgediğini zorlamayacaksın! Nasip ise senin haberin olmadan
beklediğin erdirici karsına çıkar.
— Sen bu muhtesem tevekkül ve itminana bir mürside varmaksızın mı ulastın?..
— Elbette bir mürside vardım.
— Nerede o?..
Husmen Ağa'nln gözleri dolu dolu:
— Hatçe'min yattığı toprakta...
151
Naci yerinden fırladı:
— Kuzum, acı bana!.. Ne yapayım?.. Gerçek bir mürsidin toprağına kapanıp canım çıkıncaya
kadar o vaziyette mi kalayım? Her. halde sende erdiricinden aldığın bir pay vardır. Đmdat et!
Husmen Ağa son derece temkinli:
— Hayır, dedi; bende o soluktan hiçbir pay yok... Esiğini bekleyen ve bütün emirlerine boyun eğen
bir köpek olmak rütbesinden baska...
— Ne tevekkül, ne bağlılık!..
— Sana verdiğim Đmâm-ı Rabbani Hazretlerini okumadın mı? Mürsid elindeki müridi söyle tarif
eder: «ölü yıkayıcısı elinde mevta gibi ne tarafa döndürülürse dönen ve gık demeyen...»
Naci haykırdı:
— Göster bana ölü yıkayıcısı o elleri de hemen teslim olayım!..
— Onu kimse kimseye gösteremez. Yalnız Allah dile-
.diğine gösterir.
Naci içini döktü-
— «Hatarat» dedikleri vehimler içinde kavruluyorum I Bu vehimler sade esyanın sırrını
kucaklama davranısına karsı harekete geçmiyor; tam imana vardıktan sonra bana onda da musallat
oluyor. Đmanımı kaybetmek korku-siyle o hale geliyorum ki, kafamı bir mengene Đçine sokup
kırmalarını, pestil etmelerini isteyeceğim geliyor.
— Bunlar hep imanın bastırdığı nefsten gelen seyler... Mesut ol, sevin!.. Bu sesleri duymayanlar
ilâhî esrardan uzak düsenlerdir. Nefs bunun için yaratılmıstır. Tek usûl de o canavar atın
sırtına binebilmekte ve dizginlerini kullanabilmekte... Aklı onun eline verdin mi, yandın!
Husmen Ağa doğruldu ve adetâ bir arslan gibi hamle etti:
.
— Sen söyle bana!.. Nefsinin ve seytanın oyunlarına
152
hangi hadde kadar karsı durabilirsin? Senin nefse ve seytana karsı koyma sınırın nereye kadar
uzanabilir?
Naci büküldü. Yumruklarını sıktı ve Husmen Ağaya uzattı:
— Zamanı bir kordelâ gibi üzerinden akıtan esrarlı makarayı tutup onu dileklerine göre
döndürebilirler mi? Mesafeyi sayıların sonunu ve dibini bulurcasına sınırlayıp -Her ^ey burada
bitiyor; varlık da yokluk da bu kadar!» diyebilirler mi? Ölüyü bir sihirbaz değneğiyle
kaldırabilirler, ruhu tecrübe kobayları halinde tesrih masalarına yatırabilirler mi? Bunlar «muhal»in
ta kendisi ya; farzedin ki, yapabilirler; ben yine müslümanım ve «doğru» yu müslümanlıkta
bilenim.
Husmen Ağa hayran:
— Tebrik ederim evlâdım! Đste iman budur! Nefsini ve seytanı bir mahkeme reisi gibi sanık
sandalyesine oturtmaya bak!.. Kelepçelerini çözdürme ve seninle yer değistirmelerine imkân
bırakma!.. Evet, evet; seytanı ismiyle ve cismiyle tani; bütün hilelerini önceden bil, her bas
vurusunda tokatla, tasla, nihayet bıktır, usandır! Suna da dikkat et ki, seni kötülüğe götürmekten
ümidini kesti mi seytan, bu defa iyilikte ölçüyü kaçırtacak ve sırtına ibadette bile takınmaz yükler
bindirecektir. Ruhun, riayet emriyle, seytanın esaret teklifleri arasındaki farkı ayırt edecek kıvama
ersin!..
— Sen bir mürsidsin, Husmen Ağa...
— Ben bir mürid bile değilim, Naci Bey...
O gece Husmen'Ağa ile uzun uzun haltestiler... Sabah namazından sonra mezarlık... Hatçe'nin, bas
tarafına sefil bir tahta parçası çakılı bir künbetten ibaret kabri.. Husmen Ağa «Yâsîn» okuyor; Naci
mezarın ayak ucuna çömelmis, gözleri tahta parçasında... Künbedin toprağı sanki bin .elekten
geçirilmis... Sâf ve yumusacık... Topra-
153
ğın altında bir basın, dısarıda kalmıs, iki tarafa ayrılmıs ve dikkatle taranmıs saçları... Bir üflenso,
sanki gelinlik elbisesiyle Hatçe çıkacak meydana...
Naci bakıyor. Kar üstüne dökülü kaynar su gibi isle-yicl gözlerini mezara dikmis, bakıyor. Hatçe
tabutu içinde... Saçlarının ve gözlerinin altun rengi buğusu içinde, tek lekesi ve kırısığı olmayan bir
yüz... Ve dudaklarında o eski acı tebessüm...
Hatçe'nin sesini, o ince, tatlı, yalvarıstan güç alan mıknatıslı sesini duyuyor:
— Beni istemiyor musun? Avaz avaz bağıracağı geliyor:
— Seni istiyoruml Yalnız seni! At üstündeki Kara mantoyu da yanına uzanayım!..
Yine muhali toslama vaziyetine düsmüstür. Yine aklın iskence masasına yatırıldığı ve «söyle!»
emrini aldığı noktada...
Husmen Ağa duasını ederken, Naci ayağa kalktı ve ancak «boğuluyorum!- diyebildi.
Okuduklarından ve Husmen Ağadan dinlediklerinden .sonra, nefsine ve seytana karsı, sirklerdeki
hayvan terbiyecilerinin usulüne benzer bir tavır takınmaya davrandı
Bir kitapta, müridlere düsen çile mevzuunda «Hata-rut rnurakabesd» diye bir bahse rastlamıstı.
Murakabe nasıl olur?

beaverss
04-11-2015, 08:25
urakabe eden, murakabe ettiğini teftisi altına alır da öyle eder. Halbuki o, murakabe etmeye
memur bulunduğunun murakabesi altında... Nefs ve seytanı murakabe edebilmek için kendisinin
zaptedilmez bir siperde tutunması ve onları, hiçbir telkinlerine matlup olmadan muayyen
Dır mesafede tutması lâzım... Bu da, «hatarat-in dofedilmesinde baslıca usul olarak evvelâ
aldırmamak, kendine mal etmemek, sonra da onları kovmak, tepelemekle mümkün... Dayak
yediğine, sözünü benimsemediği sürece yumrukları altında ezildiğine nasıl dayak atabilir, yumruk
indirebilir?..
— Yapacağım! Nefsimi ve seytanı kıskıvrak bağlayıp karsıma oturtacağım! Haklarından
geleceğimi
Dedi Naci ve erenlerden birinin su ölçüsünü hatırladı:
— «Ayağımı yere basacağım»; de ve bas!
Köskün çalısma odasında aynaya bakıyor. Suratından hiç de memnun değil... Alnı ve göz kenarları
çizgi dolu... Üzerinden pulluk geçmis bir tarla... Hatçe'nin bebeği de kendisine bakıyor. ve
dudaklarını büzüyor. Acınıyor mu yoksa Naci'nin haline?,.
Arkasında, görünmeyen biri sigara dumarum üflüyor-mus gibi bir bulut... Bulutta siyaha kaçan bir
renk ve kıvrım kıvrım helezonlar... Bir raks cümbüsü içinde helezonlar bir surat çizmeye doğru
büklümlesiyor.
Gerçek mi, yoksa bu da mı bir vehim?..
Olanca soğukkanlılığını takındı. Kendisini hiçbir tesire kaptırmadığını, iç telkinlerden bosalttığını
ve gayet yavan bir madde göziyle baktığını kabul etti.
Evet, arkasından bir duman geliyor. Bu duman her ân insan seklinde heykellesmeye çabalayıp
sonra çözülüyor ve tekrar düğümlenmeye baslıyor.
Gözü kendisine bakan bebekte, bağırmadan duramadı:
— Ne var, kim var orada?..
Uzaktan mı, yakından, mı belli değil, ses geldi:
— Ben!..
— Sen kimsin?
— Davetlin!
— Ben kimseyi davet etmedim.
155
— Ettin! Karsına geçirip tartaklamak üzere davet ettiğin beni..
— Yani?..
'— Artık adımı sen koy, ister seytan de, ister nefs...
Doğru mu; yoksa bu da içinden tüten bir hayalin dısarıda billûrlasmıs görünmesi mi?..
Đçiyle dısı arasında tam bir kontrol kurmaya çalısarak
bekledi.
Hiçbir sey yok...
Bu hale ruh doktorlarının (halüsinasyon), hayal görme dediklerini biliyordu. Ama o, hayalinin
duman iplikleriy-le kuriılu asma köprüsü üstünde yol almaya kalkmayacak kadar gerçeklik
duygusuna sahipti. Eakat mânada ve hakikatte seytan ve nefs ile arasındaki (diyalog) o hale varmıs,
onları kendi dısında görüp hesaba çekmek iradesine öyle sarılmıstı ki, seytana «Su.koltuğa otur da
hesaplasalım!» diyebilecek hale gelmisti.
Masasına geçti ve yanındaki bos koltuğa hitap etti:
— Hazır mısın, konusabilir miyiz?
Sonra tavrını sertlestirdi. Đçinin mi, dısının mı salon^ nunda yer gösterdiğini farketmeksizin emir
verdi:
— Otur su koltuğa bakalım!..
Đnce, ya çok genç, ya çok ihtiyar bir ses:
— Oturayım....
Deminki koyu renkli duman, (balerin) kivnmlariyle Naci'nin gösterdiği koltukta tütmeye basladı.
Boyuna kıvrılıyor, bükülüyor, kapanıyor, açılıyor, fakat sabit bir çehre takınamıyor, kendisini
donduramıyor. Bir aralık köpek kafasına, derken (Satir) suratına, pesinden deli bir ressamın çizdiği
zebani çizgilerine .bürünmekte...
— Ses ver!
— Sor. vereyim!
— Benden ne istiyorsun?
156
'— Ruhunu istiyorum! Allah'a bağladığın ruhunul
— Her ân tepemde, beynime çivi üstüne çivi çakıyorsun da yine bir sey basaramıyorsun!..
Bıkmadın mı hâlâ, usanmadın mı?
Duman; bir el seklini aldı. Tırnaklan kol boyu uzamıs, üstü damar damar, kara kuru bir el...
—Bırakır mıyım hiç?.. Senin ipekten beynini bu tırnaklarla çizip yırtmadan, sökük sökük
paralamadan seni bırakır mıyım hiç?..
— Senden Allah'a sığınırım. Ruhuma ne üflesen Al-lah'a havale ederim. Ne telkin etsen tersini
yaparım.
— Tersini yaparsın?.. Böylelikle benden kurtulacağını mı sanırsın?.. Ya seni kesiksiz, katıksız bir
ibadete zor-larsam?.. Uykulanna, yiyip içmelerine kadar her seyi bırakıp secde yerinde mıhlı
kalmaya davet edersem?.. Sana en masum renk, en makbul çizgiye göz atmayı bile haram
edersem?.. Kadın, isim, makam, ana, evlât, hiçbir istek bırakmazsam?.. Sırtına, kaya altında ezilmis
bir kedi yavrusu gibi, tasıyamayacağın ne kadar yük varsa bindirir-sem?..
— Yine Allah'a havale ederim. Allah'ın kudretini düsün!..
— Kudret bende, galebe bende..,
— Galib Allah... ' '
— Peki, niçin seni serrimden kurtarması için sığındığın Allah bende serri mahvetmiyor?
— Büyüklüğünden... Ser belli olsun diye...
—. Yani hayr görünsün diye... Demek ben de hayra hizmet ediyorum.
— Asla!.. Đki zıt arasında hem bitisik zannettirecek kadar yakınlık, hem de sonsuzluk boyu
uzaklık vardır. Sen bu ebedi uzaklığın, timsalisin! Allah'ın kudretine de ayrıca delilsin! Bunu
anlayabilseydin...
— Emir gelince insana secde ederdim, öyle mi?..
__ Öyle!.. Gurura kapılmazdın! Allah'ın bu hikmetten
ötürü sana verdiği izindeki kudret tecellisi önünde yokluğa kaçardın! Đnsanoğluna musallat
olmazdın. Benim de yakamı bırakırdın!
Kol boyu uzun tırnaklı, damar damar, kara kuru el Naci'ye uzandı:
— Nefsin benim ellerimde... Ruhun da Allah'ın... Kurtulus yok sana benim elimden... Đyi
bak ellerime...
Tırnaklar bir anda parmaklara kadar indi ve meydana, hiçbir heykeltrasın yontamayacağı, fildisi
tenli ve bir nağme kadar vezinli bir el çıktı.
Naci, içinden bağırdı:
— Belmâ'nın elleri!..
— Evet, onun elleri!.. Kıydığın iki kadından sonra sana kıymak için sıra bekleyen eller... Seni iki
parçaya ayırıp da bir parçan,a öbürünü yediren eller... Đstersen o kadar' tutkun olduğun ayaklarımı
da göstereyim...
— Alçak seytan!.. Çoktan kabuk bağlamıs ve kapanmıs bu eski yarama dokunma!.. Onun senin
emrinde ve senin reçetelerinle imbiklerden renk renk büyü süzen bir sihirbaz olduğunu
biliyordum. Ama artık unuttum onu, yendim!...
— Yalan söylüyorsun!.. Unutmadın, üzerini külledin! Hafif bir rüzgâr esip de küller savrulunca
atesin nasıl fıskıracağını göreceksin!..
— Onu yendim diyorum sana! . .
— Yenemedin!.. Sadece geriye " döndünl Yenebilmen için ona hâkim olman, nakıslı bir halı gibi
üzerinde yürüyebilmen lâzımdı. Yapamadın! Ve ates hattından kaçtın! Hain bir asker gibi...
— Farzet ki, kaçtım. Vebadan, koleradan kaçar gibi kaçtım. Nihayet uzaklasabildim ya...
— Ama içinde o hep yas adı ve yasıyor. Simdi boyun eğ bana; o ipek halıyı ayaklarının altına
serecek, seni büyük fâtihliğe erdirecek tılsımı öğreteyim...
Naci bir anda toparlandı. Đçinden kahkahah:
— Bosuna zahmet!...Ben büyük fethin ve fâtihliğin ne demek olduğunu öğrendim.
— Aptal!.. Üstünde yere kapandığın yün seccadeyi ,bir tarafa at da erkek ökçelerinle ipek halıları
çiğnemeye bak!
Naci, «Yasin» sûresinden Ademoğlunun seytana tapmamasını, onun insana düsman olduğunu
bildiren âyeti okuyup koltuğa ve sonra kalbine doğru üfledi.
Koltuk bombos...
Hatçe'nin bebeği, aynadan Naci'ye tebessüm ediyor.
Hami çocuklar muziplik olsun diye birbirinin, yahut büyüklerin arkasına kâğıttan bir kuyruk
ilistirirler ya... Sonra da kuyruk taktıklarının hiçbir seyi farketmeyisleri karsısında kıs kıs gülerler...
Bu, gafletin çocuk ruhiyatında uyandırdığı gülünçlük hissinden gelir. Bütün komiklikler de asağı
yukarı aynı duyguya dayalıdır. Ceketinin yakasını düzeltmeyi unutan, yeleğini bir ilik farkıyle
düğmeleyen, yediği yemekten çenesinde bir parçacık kalan insanlara güleriz. Niçin?.. Gaflette
oldukları için... Hele bu is pabuçlarını ters giymeye kadar varan bir mübalâğa derecesine vardı mı,
yapanın aklından süpho etmeye kadar gideriz.
Bunlar is ve hâdiselere hâkim olmak bakımından kaba idrâk plânının satıh üstü görüntüleri... Ya
büyük idrâk, deri altı duygu, ulvi mânalar! zaptetme borcu önünde manzaramız?.. Gaflet denizinde
dibi ölçülmez ve hemen bütün insanlığın boğulduğu nokta...
Bakınız; kılığı kıyafeti yerinde, ense kulak dimdik,, tavır ve edası her seye mucırn olduğunu
haykıran bir insan1. * Đçindp mesut göründüğü sığlığa karsı derinliklerden öylesine yoksundur ki,
kesesinde kaç para bulunduğundan habersiz bir köylünün bir kaya parçası üzerine oturup
yüreğinden geçirdiği «Allah» nidası önünde katmerli gafilin ta kendisidir.
Yunus Emre'nin «Mahrum olmaz Allah diyen» mısra-ındaki idrâk fezası karsısında tavla zarı kadar
küçük dünyalarının saraylarında hüküm sürdüklerini sanan insancıklar... En büyük fizik âliminden,
en cesur feza pilotuna, tutturduğu bilançoyu gururla imzalayan muhasebeciden, hakikat kelebeğini
cümlelerinin kepçesi içinde avladığını zanneden muharrire kadar...
Su marangoza da bakın!.. Birtakım tahtaları kesip biçecek kafasındaki sekle göre kutuya benzer bir
seyler yapıyor. •
— Nedir o yaptığın?
— Tabut...
. — Kendin için mi yapıyorsun?
— Ne münasebet!.. Ismarladılar, yapıyorum.
— Peki, yarın senin için de baska bir marangozun bu isi yapacağını düsünmüyor musun?
— Düsünmüsüm ne çıkar?.. Bu tabuta girecek olan ölü bunu düsünmüs müdür ki, ben de
düsüneyim?..
Ve bu son cevap, tabut çakanların verebileceği en doğru karsılık...
Gaflet... Allah'dan gaflet... Bunun ezasını hisseder gibi olduğu anda, Naci atesin «nâr-ı beyza»
dedikleri en soylu mertebesine ulasıyor ve öylesine yanmaya baslıyor ki, Allah'a, aynı gafletten
kendisine de bir paycık vermesini istemeyedek cür'et gösteriyor. Zira kanatlar arasında denge cart...
Tevekkeli, tesbihi hızlı hızlı çeken bir veli, «Tesbihte ne arıyorsun?» sualine -gafleti arıyorum!»
diye cevap vermemis... Tevekkeli, her zerresine bir dağ yüklü Allah dostu, halini söyle anlatmamıs:
— Biri gelse de karsımda türlü saklabaplıklarla beni bir lahza oyalasa ve kendimden bir dem
uzaklastırsa ona Hakkın, dünya, ve âhiret her nimeti vermesi için dua eder dim. '
Burada, dünyadaki gafletle, dünyadan gaflet arasında bir ters-yüz çıkıyor meydana... Dünyadaki
gaflet n« kadar korkunçsa, dünyadan gaflet de o kadar yakıcı oluyor-, ve büyük erisin tek miyarı,
her ân Hak ile olup halk ile görûnmekjteki sanlı muvazene âbidelesiyor. Dünyaya ve isine hâkim
görünüp de Allah'dan gafil olanların felâketi yanında, böylece, ân geliyor ki, ruhlarını ilâhi ask
okuna hedef tutanların gözünde gaflet, hastanın su istemesi gibi bir nimet oluyor. ..
Bir de kaba gafletin en koyusu içinde katranlanmıs baç* ka yaratılıslar var... Onlar, inanısları ve
davranıslariyle, ibadetleri ve dualariyle dünya gafillerinin dısında oldukları halde gaflet kuyusunun
en dip noktasındalar...
Böylelerini teshiste, tarikat yolunun en büyük kutuplarından Sah*ı Naksibend Hazretleri raporunu
vermistir: Huzurlarında güya cosup «Allah!» diye feryadı basan'
biri için:
— Su adamı buradan götürün, buyuruyorlar; meclisimizde gafillerin yeri yoktur.
Naci, Boğaziçi vapurunun güvertesinde sulara bakıp bunları düsünürken, kulağına bir horultu sesi
geldi. Sisman bir adam, oturduğu yerde uyuyor, uyanıklar da gülümseyerek ona bakıyorlardı. Ama
uyanıklar, uyuyandan daha derin bir uyku içindeydiler. Nitekim adam, vapur Üsküdar iskelesinden
kalkarken duyduğu seslerden birdenbire kalkıp merdivene can attı. Öbürleriyse inecekleri
161
iskelenin bilgi emniyeti içinde kaskatı, mağrur mağrur bakmıyorlar.
Oturduğu yerin vapur iskelesinde denize uzanmıs fakir bir kahvehane vardı. Deniz üstünde, cumba
seklinde denize çıkmıs, tek odah bir ahsap yalı çıkıntısını andıran bir mekân...
Naci vapur beklerken bu kahvehanede çay içer,-vapur yolcularını bosaltıp yenilerini alırken de
yerinden kalkıp rahatça yetisirdi.
Kahvehanenin sahibi, daima iskelet tebessümiyle sırıtan, sanki geceleri mezarına dönüp de
sabahlan izinli çıkan, zayıf mı zayıf suratlı, sessiz ve nümayissiz bir yan ölü... Çay ocağından
kafasını uzatıp tavla ve kâğıt oynayan müsterilerine bakar, biri bir sey isteyince de ayaklarını
sürüye sürüye istediğini getirir ve hiç konusmaz.
Naci, bu adama bayılır, onu konusturmak ister, ama ne sorsa «çok sükür», «Allah bilir», «hep
öyle»den baska cevap alamazdı.
Bir sabah, yine hafakanlar içinde evinden fırlayıp kahvehaneye düsen Naci, orasını bombos,
sahibini de, üstüne bir boru yerlestirilmis mangaldaki kömürleri yelpazelerken gördü. Hasırlı bir
alçak sandalyeye oturmus, çay ocağının atesini yakmaya çalısıyor; bir yandan, da, sessiz vs
nümayissiz, ağlıyor. Đskelet suratında iki taraflı gözyası çizgileri...
— Hayırlı sabahlar kahvecibası!..
— Hayırlı sabahlar cennetlik!..
«Cennetlik» ismini Naci'ye yakıstıran kahvecibasıdır.
— Ne var, ağlıyor musun?
— Ağlıyorum zahir...
— Neden?..
162
' - - Günahlarımı düsünmekten...
— Senin ne günahın olabilir ki?.. Günde bes on kurus kazanıp kötürüm çocuğuna bakıyor,
kahvehanenle evin arasında, hep yere bakarak gidip geliyorsun...
— Sen onu bana sor!
— Soruyorum, söyle!..
—. Ne söyleyeyim... Söyleyemem ki...
— Sen günahlarım bilmez inisin?
— Allah biliyor.
Bu kısacık konusma içinde, kahvecinin yelpazelediği atesten bir kıvılcım, fırlayıp Naci'nin kalbine
düstü ve orada parlamaya hazır bir kav yığını buldu. Bu, nebat hayatı içinde teslimiyet örneği
ihtiyara musallat günah vehmi ya kendisine uğrayacak, olsa hali neye varırdı? Uğradı.
Yolda, is yerinde, evinde simdi de hep günahı düsünüyor. Hele yatağında ve uykuyu avlamaya
çalıstığı vakitlerde... Çocukluğundan beri hayatını hesaba çekiyor ve günahlarının dökümünü
yapmaya çalısıyor. Muazzam bir Peygamber emri:
«— Hesaba çekilmeden nefslerinizi hesaba çekinizi» Ve artık isi din ölçüleri dısına tasırıp,
acılarının sebe bi olan günahları masum çağlarda büe aramaya kalkısıyor.
8-10 yaslarında var, yoktu. Bahçede bir kertenkele tutup bir kutuya koymus ve anneannesi namazda
tam secdeye varacağı zaman kertenkeleyi önüne almıs, kadıncağızın ödünü, patlatmıstı.
Deliklerden gizli yeden dikiz etmekten kendisini alamazdı. Mahallenin lıkır gocuklarını nasıl
dövdüğünü ve bir gün bunlardan bir öksüze bir elma sekeri uzatıp sonra onu nasıl kaptığını ve
öksüzü ağlattığını hatırlıyor...
Ya büyüyünce?.. Herkc-si ve arkadaslarını hor gören,
163
her seye öfkelenen, ağzıyle fındık, kırmak yerine kalp kırmaktan baska bir sey bilmeyen b,ir
delikanlılık baslangıcı... Ya sonra?.. Güya olgun genç çağındaki hali?.. Büiün dünya aptal ve yalnız
kendisi akıllıdır. Nasıl olmustur da 20 asırlık tarih ve insanlık, kendisinin dünyada bulunma ' dığı
devirlerde güdülebilmis, idare edilebilmistir?
Bu mecnun fikrî suurlastirmıs olmasa bile, geçirdiği soklara gelinceye kadar her tavır ye
hareketinden tüten mâna budur.
Đçki mi, sefahat mı, vur patlasuvçal oynasın mı, adî kötülükler mi; o taraklarda bezi yoktur; fakat ya
kadın?.. Belmâ onun burnunu kırıncaya kadar, gururunun kubbesi altında benliğine mesale
tutturmaktan, sehrâyın yaptır-, maktan baska vazifeye lâyık görmediği ve her defasında tiksintisini
yasadığı kadın?..
Bu halin ismi gurur mu?.. Đste Đlâhî güce dokunan, günah aminlerinin annesi en büyük günah...
Bu defa da öyle bir duyguya kapılmıstır ki, Afrika ormanlarında bir kaplan bir geyiği narçalasa,
parçalayan sanki kendisidir.
Nasıl çözecek bu yeni düğümü?..
Yine tasavvuf ona anahtarı veriyor:
«O günah ki, insanı küçültür ve sığınmaya zorlar,. kibir ve azamet taslayan ibadetten daha
hayırlıdır..
Bak sen simdi, is değisti; isin içine gurur karısınca, nadim günah, mağrur ibadetin üstüne çıktı.
Zıt kutuplar arasındaki kavusma .noktası...
Seyh-i Ekber:.
«— Zıtlar birbirine o kadar yakındır ki, bir kere bu-lusabilseler bir daha ayrılmazlar...»
Hal böyle olunca günah ölçüsüne de bir had tanımak gerekiyor ve günahsızlık iddiası, günahların
günaha ola-
104
rak meydana çıkıyor. Çünkü bu noktada Allah'ın rahmetinden müstağni kalmak gibi muazzamların
muazzamı bir günah, bir felâket doğmakta... Bu noktayı da Allah'ın Sevgilisi, kâinatın her noktası
gibi hakikat gergefine islemislerdir:
Bir gün muazzez sahabilerinin meclisine âni olarak giriyorlar ve bağlılarını acı bir çehre içinde
buluyorlar. Ne konustuklarını, niçin ıstıraplı bir yüz tasıdıklarını soruyorlar.
— Günahı, günahımızı konusuyor ve bu bakımdan acı duyuyoruz, ey Allanın Resulü!
Allahın Resulü buyuruyorlar:
«— Allah dilerse hepinizi helak eder, bana yeni sa-habiler yaratır, onlar günah isler ve affedilirler.»
Veli:
«— Hiçbir günah, günaha hor bakmaktan büyük olmaz.»
Ama bu demek değil ki, günah islensin; günahtan korkmak da, demek değildir ki, Allah'ın
rahmetinden uzak düsülsün...
Her sey, had, ahenk, kıvam ve muvazene meselesi... Hususiyle, apaydın ortada duran ölçüler
üzerinde kılı kırk yararcasına vehimlere kapılmak ve zavallı aklı, içinden çıkamayacağı bir taharri
memurluğuna sürmek, sırlara en büyük ihanet...
Büyük sahabi Muâz Hazretleri, en büyük Resulün büyük hayata geçislerden sonra sahabiler ve
tabilerle bir arada... Bir çekismedir gidiyor:
— Allah'ın Resulü, namazdan sonra sağ taraflarından mı kalkarlardı, sol taraflarından mı?..
Mesele, bu... Herkes ayrı ayrı gördüğünü veya isitti ğini hesaba çekiyor, fakat meseleye kesin bir
çözüm getiremiyor.
Muâz Hazretleri hiçbir sey söylemeden, gülümsiyerek, sonuna kadar dinliyor ve nihayet bütün
ihtisamiyle ölçüyü âbideiestiriyor:
— Ben gözlerimle gördüm ve takip ettim. Hem sağlarından kalkarlardı, hem de sollarından...
Seytana p&y çıkarmayınız!
Rahmet kapısını açan, günah mı?.. Evet, ama usûl değil... Rahmet kapısını açık tutan, ibadet mi?..
Evet, ama cepte keklik değil... Allah'tan hem ümidini kesmek küfür, hem de emin olmak, kendisini
emniyette bilmek...
Naci bunları düsünerek yatağında kıvranırken hatırına, peygamberlerden sonra insanların en
büyüğü Haz-ret-i Ebubekr'in duası geldi:
«—Rabbim, sen kâmil kudretsin; hesap ve azap gününde benim cüssemi o kadar büyüt ki,
cehennemi yalnız ben doldurayım ve baska bir kuluna orada yer kalmasın!..»
Bir de Islâmda merhamet duygusunun eksik olduğundan bahsederler, öyle mi?..
Günah, Allah'tan uzak kalmanın eseridir ve sırrı fazla kurcalanacak olursa, yeni ve büsbütün ağır
bir günaha yol açabilir.
Evet, Naci Bey, uykunu gaflet ormanında nadir bir gt-yik gibi ararken bil ki, zaten günahsızlık
insan için muhaldir. Đnsan bizzat günahdır ve dıslariyle ibadette ve sevapta görünen niceleri,
içleriyle hiçbir günahkârın düse-meyeceği çukurlarda çırpınmaktadırlar. Ve yine zaten insana öyle
bir derece verilmistir ki, o derecede, bilinen hurda günahlar bir tarafa, suya, toprağa, göğe, günese
dalmak bile günahtın Kendinde olmak günah... Ötesi var mı?..
Sevgili Allah'dır; ve sevgili tasarruf edince iste böyle eder.
Büyük bir edep yanlısı yüzünden kendisini ipe çektiren Hallac-ı Mansur'u düsünüyor:
Darağacında sözü:
— Ben bütün bunların niçin basıma geldiğini biliyorum, ama ayak takımına söylemem. Ben sadık
âsıkım, hâlimden sikâyet edemem!
Mansur bir gün Bağdad'ın bir sokağından geçerken. bir evin penceresinde güzel bir kız görmüs ve
gözlerini bir ûn kızın üzerinden çekememistir.
Günah içinde günahtan kaygı derecesini hayal edin!
Ya sen, Naci Bey, ne kadar ağlamalısın günahlarına ki, isi gücü kötürüm kızını beslemek için
toprağa baka baka dükkânıyla evi arasmda mekik dokumak olan kah-vecibasmın ayak tozuna
erisebîlesin...
Ve uyudu.
Yahut bayıldı.
Uyandığı zaman kendisini son derece hafif ve sevinçli hissetti.
Rahmet... Bütün bir gece, onu yumusacık bir rahmet kanadı yelpazelemisti.
Köskten, hafif alacalık zamanı çıktı, iskele yanındaki camie girdi, sabah namazını kahvecibasiyle
yan yana kıldı ve çayını, yalı bozması kahvehanede içti.
— Bak ne diyor, büyük evliyalardan biri, Kahveciba-si; diyor ki: «Allah'ım, beni sıkma, yoksa ne
kadar merhametli olduğunu açığa vururum, sana tapacak tek kisi bulamazsın!..»
— Tövbe, tövbe, estağfirullah...
— Seni incitmesin bu söz, Kahvecibası!.. Onu ancak naz makamına yükseltilmis bir veli
söyleyebilir, sen, ben değü...
— Estağfirullah...
— Söyle, yaradandan büyük yaratık olabilir mi hiç?-
— Estağfirûllah, estağfirullah...
— Öyleyse mahlûkun merhamet duygusu nasıl hâU-kini asabilir? Düsün, Allah ne kadar
merhametli?..
— Ama kahrı da büyük...
— Öyle... Đkinci bin devresinin yenileyicisi diyor ki: «Allah bana rahmetiyle tecelli etti;
rahmetten baska bir sey göremedim. Kahriyle tecelli etti, kahrından baska bir sey görmedim.» Öyle
de «Rahmetim gazabımı astı» buyuran yine Allah... Onun kahrı da ayrı bir rahmet... Rahmet,
basında ve sonunda sahili olmayan bir deniz... Onu dalgalandıran da dua... Gel seninle dua edelim...
Kimsecikler yokken kahvehanede, dua edelim... Âç ellerini, ben dua edeyim, sen «âmin!» de!..
Kahveci ellerini açtı. Naci de beraber:
— Her seyden evvel bize dua nasib et, bizi duadan . kesme Allah'ım!.. Duadan ve gözyasından...
Aldığı derin nefesle kahvecinin göğsü kabardı:
— Amin, âmin!,.
Naci bir ân ellerini indirdi:
Đsrail oğullarından biri Allah'a hitap etmis: «Ne günahlar isledim, ne sapıklıklar yaptım, beni
cezalandırmadın!» Allah onu peygamberine vahyetmis: «Git de ona de ki, ben kendisine en büyük
cezayı verdim, ama farkında değil; ondan duayı ve gözyasını kestim!»...
— Allah, Allah... ( Naci yine ellerini kaldırdı:
— Duayı kabul eden, dilekleri veren, vermeyi murad edince el açtıran, ancak sevdiği kuluna dua
ettiren, sevmediklerinin elini ve dilini bağlayan ve kendisine yönelmekten alıkoyan Allahım!.. Bizi
affet!
— Âmin...
— Seni unuttuğumuz zamanlardan, andığımızı sanıp
168
da kelimelerin kabuğunda kaldığımız demlerden, af dilek-lerimizdeki mürailiklerden, nefslerimize
biçtiğimiz sonu gelmez mühletlerden, suratımızı, evimizi, malımızı, varlığımızı kendimizin bilmek
vehminden ve daha nelerden, nelerden ötürü bizi affet!..
Böyle bir duaya ömrünce sahit olmamıs ihtiyar kahveci en derin anlayıs duygusuyla sesini
yükseltti:
— Amin, Amin t..
Simdi Naci, ellerini indirmis, kahveciye hitap ederek kendi kendisiyle konusuyor:
— Allah kelâmındaki hikmetlerin en büyüklerinden biri «Her sey Allah'ın vechinde, yüzünde,
helakte» âyeti... Fakat bunu sözle ve cümlelerle, sözün ve cümlenin dıs yüzünden anlamak ne
mümkünl.. Bu yakıcı idrak sade Al-lahın nadir kullarına nasip... Yalnız bu âyet, Kur'ân'm Allah
kel&mı ve Resulünün hak olduğunu isbata yeter.
Yine ellerini kaldırdı:
— Allahım, vücudumuza ve nefsimize güvenmek, kendimizi vücut sahibi bilmek suçundan bizi
affet!..
Kahvecibası bu son duaya «âmin- deyip diyemeyeceğini kestiremedi. Sadece:
— Cennetlik, sen Allah'ın sevgili kullarındansın! Diyebildi ve kalktı, çay ocağına doğru yürüdü.
Đlk vapur, kıyıda apartmanvâri maskara kâğir villalar ve artık itile itile birer kenarda boynunu
bükmüs, ahsap yalılar önünden salınarak geliyor.
Naci günlerdir uğramadığı kitabevine ayak basınca, yardımcısı kendisine masasını isaret etti:
— Okumanız gereken bir sürü mektup... Bir tanesi herhalde çok mühim... Elçilikten geldi. Kavas
marifetiyle, elden... Đmzamı alıp verdiler. Sonra da, telefon ettiler. Acele cevap bekliyorlar.
.

beaverss
04-11-2015, 08:25
Naci, üzerinde tuğravâri hasmetli bir arma tasıyan mektubu okudu ve yardımcısına döndü:
— Kitabım Avrupada büyük alâka doğurmus... Hakkımda müsbet tarafından bir sürü de tedkik ve
tenkid ya-. zısı çıkmıs... En ciddi dergi ve gazetelerde... Bu yayınlardan da ayrıca birer nüshayı
paketleyip göndermisler... Geldi mi böyle bir paket...
— Evet, evet... Paketi yanınızdaki etajere koydum.
— Netice su-. Beni «Milletlerarası Felsefe Cemiyeti», bir konferans vermek üzere sefarethane
vasıtasiyle merkezlerine davet ediyor. Đmza: Kültür ateseliği...
— Mükemmeli.. Tezinizi burada çağ dısı bulanlar, çağ merkezindeki alâkayı görüp utansınlar!..
Fikriniz ne?.. Kabul edecek misiniz?..
— Seve, Seve... Henüz basına aksetmis değil herhalde
bu hâdise...
— Ben görmedim. Ama nasıl olsa akseder. Siz bildirmeseniz
elçilik haber verir.
Yardımcısının dediği gibi oldu. Elçilik Naci'den kabul cevabını alınca daveti bütün basma bildirdi.
Mor gazeteler .alaylı sivelerle büyük mansetler attı, pembeler mühimse-memezlikten geldi, sarılar
kekeledi, kızıîlarsa telâslandı.
Yaygarayı bastılar:
— Vay, süper mürsid simdi de tutucu liberal ve kapi-
. talist ülkeleri mi hedef alıyor?..
Mine'nin sesini devam ettiren dergi:
— Don Kisot'a simdi de Avrupa yolu mu düstü? Yoksa bu isi, dünyanın en büyük hazinelerine
sahip Papalık mı tertipliyor?.. Gaye, Naci'ye mânevi tebaa değistirmek, onun müslümanlık âdına
istiflediği hayalleri hiristiyanlığa devrettirmek mi?..
Kapısında her renkten bir sürü muhabir... *
170
Soran sorana:
— Konferansınızı hazırladınız mı?
— Hayır!.. Ama benim ne konusacağım eserimden
belli...
— Teziniz sadece Đslâmiyet mi?..
— Đslâmiyet ve onun projektörleriyle baktığım bütün
dünya...
— Size Avrupada kalmak ye üniversitelerinde öğretim görevliliği yapmak teklif edilse kabul
eder misiniz?..
— Sanmam! Bu, ne islerine gelir, ne de benim çalısmalarımın gayesine hizmet eder. Ben
mücadelemi, üniversitesinin eserimi reddettiği, halkının da bağrına bastığı memleketimde
sürdürmek isterim.
— Ne zaman hareket ediyorsunuz?
— Elçüik henüz bir tarih vermedi. Kabulüm, yerine bildirilecek ve tesbit edilen zaman ve mekân
bana haber verilecek...
Yakınlarını dolastı. \
Husmen Ağa:
— Kabul ettiğin için seni tebrik ederim. Mutlaka gitmeli ve içli dıslı bir fetih hamlesine
girismeHsin! Keske Hatçe sağ olsaydı da. bu günleri görseydi.
Dostu sevimli imam:
— Allah yolunuzu açık, tesirinizi keskin eylesin... In-saallah Đslama asrımızın beklediği büyük
hizmeti edersiniz...
Đskele kahvehanesinin konusmak bilmeyen sahibi:
— Ne bileyim!.. Cennet yolu, zahir tuttuğun yol... Ve nihayet annesi:
— Allah, seni iki cihan aziz etsin... Havaalanında, muayene memurları göğsünün hizasında
tutmaya-çalıstığı çantasına bakıp sordular:
— Çantanızda ne var?..
171
Birkaç çamasır, bir - iki bos defter ve Kur'ân-ı Kerim...
Onuncu kattaki otel odasının küçük terasından, gece vakti büyük kenti seyrediyor.
Alabildiğine ısık... Gök görünmüyor... Gök, içinde pembe bir keten helvası savrulan bir harman
yeri... Yer mi, gök mü, belli değil... Burası, -Isık Sehri» diye tanınan. Batının baslıca sanat ve kültür
merkezi... Otomobiller birbirine bitisik ates böcekleri gibi süzülüp gitmekte, caddeler birer felâket
seli halinde iki ayağı üzerinde akabilen boğulmus insanları sürüklemekte, vitrinler renk renk, bir
yanan, bir sönen alarm isareti levhalarla büyük sehrin büyük gafletini, «Isık Sehri»nin aydınlatılmıs
dipsiz karanlığını ilân etmekte...
— Batı budur, diye düsündü Naci; gaflet ve gururun ısıklı ve sırmalı mantosunda teselli arayan
muhtesem bedbahtlık panayırı...
Onu davetlisi olduğu cemiyetin bir temsilcisi hava meydanında karsılamıs ve ertesi günü öğleden
sonra alıp merkeze götürmek üzere oteline indirmisti. Eline de bir sehir rehberi vermis ve sehir
haritasında noktaladığı camii göstermisti:
—< Her halde önce onu ziyaret edersiniz! Bu sehirde Suriyeli, Mısırlı, Cezairli, Tunuslu, Faslı, pek
çok müslüman vardır. Umarım ki, konferansınızı kaçırmazlar...
Naci gülümseyerek, bu sehirde yasayan müslümanla-rın, vereceği konferanstan bir sey
anlamayacakları ve zahmet etmeye lüzum görmeyecekleri hakkındaki pesin kanaatini gizledi ve
karsılayıcısına tesekkür etmekle yetindi.
Sehirde merak ettiği hiçbir sey yoktu. Gündüzleri ayak üstü', geceleri de sırt üstü veya yüzü koyun
uyanıklık tak-
172
lidi yapan sehrin, kendisini indirdikleri en satafatlı otelinde herkes giyinirken o soyundu,
lâmbalarını söndürdü ve * yattı. Mevlânâ'yı hatırladı:
«Sarayda uyku... Sultanlar habersiz...» «Zindanda uyku... Mahkûmlar habersiz...»
Sabahleyin uyanınca tavan, bası üzerinde nerede olduğunu kestirinceye kadar birkaç kere döndü.
Cezairli Arap üslûbundaki cami, sehrin merkezi muhitlerinden birinde büyük bir saha isgal ediyor.
Kesisen iki yolun köse noktasından iki yol boyunca büyük bir kısla gibi kanatlarını yaymıs... Orta.
yerde merdivenlerle çıkılan ana giris kapısı ve uçlarda kule biçimli, sükût .bestekârı minareler...
Naci yarım saatlik bir dikkat payı sonunda kavradı ki, bu cami, siyasî'bir göstermelik rolüne
memur... Sömürgeci Batı kültür merkezinin, müslümanlara, hem de sehrin en değerli yerinde
stadyum çapında hediye ettiği bu bina, «içinde istediğiniz gibi oyalanın!» gibilerden verilmis bir
ivazdır; ve gayesi, müslümanları ruhiyle serbest bırakmıs görünüp maddesiyle zaptetmek-..: Ve
serbest bırakmıs göründüğü o ruhu bir kavanoz içinde dondurup Batı asısiyle fesada uğratmak...
Hem de bu fesat isiyle vazifeli sözde müslüman, Batı simsarı modern güdücüleri gayet iyi seçmek
ve teskilâtlandırmak...
Nitekim camii bir kıskaç içinde zaptetmi§ ve zindan-lastırmıs olan büyük sehrin havası oraya her
delikten girerken, oradan sehre yayılan hiçbir hava yok...
Camiin dip kösesindeki lokantamsı yere girince ne görsün?.. Masalarda, kömür karası saçlı, esmer
güzeli, uzun kirpikli ve derin gözlü Cezair kızları, kendilerini incecik bellerinden kavramıs
Avrupalı delikanlılarla sarmas-dolas kaynasmakta... Üzerinde beyaz bir ay:yıldız sırıtan kırmızı
fesli garsonlar da masalarına içki yetistirmekte...
173
Bir kösede ve hayretler içinde kahvesini içerken bu kızlardan biri yavuklusuyla beraber ayağa
kalktı; ve örtülü müslüman kadınının, daha ilerisi mevcut olmayan zıd-dmı gösterici apaçık haliyle
mabedin arka avlusu vaziye-tindeki meydancığa doğru uçup gitti.
Naci oteline giderken yolda gördüğü, kimi beyaz har-mânili ve kukuleteli, kimi fesli tiplere bakıp
mırıldandı:
— Ey Đslâmlık, ne hale düsmüs bulunuyorsun!.. Ben de buraya, senin topyekûn insanlıkça beklenen
kurtarıcı rejim olduğunu savunmaya gelmis bulunuyorum!..
Avrupalı madde hesaplarını gayet iyi bilir ve tesirlerinin manivela dehâsını daima yerinde kullanır.
Naci'yi otelinden aldılar ve «Milletlerarası Felsefe Ce-miyeti»nin muhtesem bir bulvar üzerindeki
merkezine götürdüler.
Çay masası etrafıftdalar... 20-30 kisilik bir halka... Kadınlı erkekli, gençli, ihtiyarlı... Bir bakısta, bu
halkanın," düsünenlerden, yahut düsündüğünü sananlardan olustuğu belli... Hususiyle genç ve orta
yaslı kadınlar arasında, hiçbir fikir ve sanat hâdisesini, tiyatro, resim sergisi, konser, konferans gibi
toplantı vesilelerini kaçırmamakla tanınr mıs çehreler... Erkeklerde de ağır baslı görünmek
gayretinde profesörler, lâübâli sanatkârlar, ticaret kokusu almıs editörler, hüküm kesmeye gelen
münekkitler vesaire...
Cemiyetin reisi Naci'yi kalabalığa takdim etti:
— Dilimizo çevrilen ve fikir muhitlerimizde hayli yankılar uyandıran «Đslâm Tasavvufu ve
Đnsanlığın Beklediği Nizam» isimli eser malûm... Bu mevzuda bir konferans vermek üzere
sehrimize davet ettiğimiz genç müellifi size takdim ederim.
Alkıs... .
174
— Belirttiği fikir cehdine göre olgun yasta tahmin ektiğimiz müellif, görüyorsunuz ki, delikanlı
denilecek kadar genç... Memleketinde olgun yaslı üniversite profesörlerinin reddettiği (tez) bizde
alâkaya lâyık görülmekle iki anlayıs arası garip bir tezat doğmus oluyor. Bu tezat ise bizim,
eserdeki cesaretli iddialan kabule hazır olduğumuzu değil, ©nları sadece merak ettirici
gördüğümüzü ve haysiyetli fikir cehdine kulak vermekten çekinmediğimizi gösterir. Bu bakımdan
bu genç adamın fikir cehdini simdiden tebrik eder ve yarın aksam salonumuzda vereceği konferansı
alâkayla beklediğimizi belirtiriz...
Bir alkıs daha... Davetliler Naci'den de birkaç kelime beklercesine alkıslarını ona çevirdiler. Naci
konustu:.
— Tesekkür ederim. Muhterem profesörün takdiminde azizlestirdiği fikir cehdini, kendi dısımda,
cins kafalara mahsus bir siar bildiğimi kaydetmek isterim. Batılı ilim ve tefekkür adamının en
büyük imtiyazlarından biri de, iste, hakikate ermek uğrunda fikre tanıdığı bu haktır. Ne yazık ki, bu
hak. Batı taklitçisi ülkelerde mevcut değildir. Yarın aksamki konferansımda, Doğu ve Batı, bütün
bir insanlık muhasebesini titizlikle yapmaya çalısacağımı vaadeder-ken, dünyalarımız arasında
ne derin fark uçurumları bulunduğunu, bu uçurumların doldurulamaz olduğunu bilmekteyim. Beni
de, iddialarıma istidatlı olduğunuzdan değil, sırf ruhunuzdaki arayıcılık hummasından, profesörün
dediği gibi, Cegzotik) bir merak ve garabet duygusu- yüzünden davet ettiğinizi ayrıca
bilmekteyim. Ümit ederim ki, bu Batılı merak ve tecessüs duygusu, dâvamı, muhasebe ve
murakabeye lâyık görücü bir takdir hükmüne varsın... Tekrar tesekkür ederim. .
Kadınlannki daha coskun olmak üzere, Naci'yi gayet sevimli bulduklarını gösteren yeni bir alkıs...
175
Çaylar dağılırken, kadınların sayısı daha baskın, Naci'nin etrafında bir çevrelenme... Suallerden,
spranların cinsiyeti anlasılabilecek tecessüs davranısları:
— Kaç yasındasınız?
— Lehçe ve sive farkı olmaksızın bu kadar güzel kullandığınız frenkçeyi nasıl öğrenebildiniz?
— Batı edebiyat ve fikriyatında ön plânda gördüğünüz
kimlerdir?
— Üzerinizdeki kesimi harikulade elbiseyi Türkiye'de
mi yaptırdınız?
— Evinizde bir harem dairesi var mı? .
— Avrupalı bir turist, kartpostalhk manzaralar dısında iç hayatınıza nüfuz etmek imkânını bulabilir
mi?..
— Demokrasi Türkiye'de tutmus mudur? Ve nihayet su sual:
— Devrimleriniz içten bir olus neticesinde mi meydana gelmistir, çıkartma kâğıdı seklinde dıstan
bir yapıstırmayla mı?.. - '
Naci, bu çoğu aptal ve hemen hepsi satıhçi sualleri nükteli karsılıklarla cevaplandırırken, omuzünda
takdim; ci profesörün elini hissetti:
— Burada memleketinizin kadınlık dehâ ve zerafetini Batılılara tas çıkartacak biçimde temsil eden
bir hanımefendi var... Sizi kendilerine takdim edeyim...
Naci basmj çevirir çevirmez profesörün yanında, çarpıcı bir giyim ve zerafet edası içinde-Belmâ'yı
gördü:
— Nasılsınız Naci Bey? . ,
— Rastlasacağımızı hiç ummazdım.
Felsefe Cemiyetinin ancak birkaç yüz kisi alabilecek konforlu salonu mümtaz sınıfa mahsus bir
kalabalıkla dolu... Sağda ve solda, ayakta kalmıs erkekler de görülüyor. Belmâ en önde ve
Cemiyetin reisi profesörün sağında..,
176
Gelenler, hususî davetiye sahipleri, belli baslı makam ve sahsiyet belirtici kimseler Ve aileleri...
Naci kürsüde...
Dinleyicilerine tesekkür ettikten sonra lâfa söyle basladı:
— Size, bir serçe yumurtasından kartal çıkartmaya davranmak gibi garip gelecek bir dâva
üzerindeyim... Memleketinden kovulup dısarıda soylu bir idrak ailesi arayan bu dâva, öylesine
öksüzdür ki, onu öz yurdumda ve hattâ devrim dolandırıcılarının çürüttüğü Đslâm
memleketlerinde savunmaktansa burunları halkalı ve beyinleri fokurdamaktı medeniler dünyasında
müdafaa etmek daha ümit vericidir. Bu ülkeler, ceplerinde kaybettikleri günesi Batının- solgun
ampullerinde ararken, siz, artık söndüğünü gördüğünüz bu ampuller önünde günesi kabul etmeye
onlardan fazla istidatlısınız. Müthis bir alkıs' koptu. Naci durmadan devam etti:
— Yâni bu 'dâvayı anlasılır kılmaktaki ihtimal payı, ' Çatı yanlısına hem de yanlıs tarafından
kapılanmıs, geri diye andıkları ülkeler aydınlarına nisbetle, öz yanlısını hissedici diyarların
beyin sancısı çeken münevverlerinde daha fazladır. Bu bakımdan mücerret Batı münevverleri
tipini, huzurunuzda mânasına asla ortak çıkmaksızın, sadece beyin sancısı.çekmenin haysiyetiyle
selâmlarım. , Ve bu giristen sonra Naci, gece 8'den ll'e kadar konustu.
Eski Yunan ve Roma'dan Hıristiyanlığa kadar birinci, Hristiyanlık ve Ortaçağdan (Rönesans)a
kadar ikinci, (Rönesans) tan Fransız Đnkılâbına ve makine kesiflerine kadar üçüncü, liberalizma ve
demokrasi devresinden bütün zaaf ve foyaları meydana vurucu Cihan harpleri sonuna kadar
dördüncü olarak hendesî bir sarahatle 4 çığır içinde ele alınabilecek Batı dünyasının tahlili...
Hüküm: Bu dünya, olanca dıs süsü ve madde marifetine rağmen iflâsların en acıklısı içinde
perisandır. Ve basıbos hürriyet illetine karsı yeni bir nizam arayıcı bir sahlanıs mahiyetindeki ruhcü
fasizma ile, isi ruhu iptal etmekte ve her seyi kaba bir taksim muamelesine dökmekte bitiren
maddeci komünizma ona. tesellisini verememistir. Đnanıslar arası hak ve bâtıl kutuplar, üstün bir
mizan üssünde mahsup sırrına erdirilememis, köle makina öz efendisini burnundan kıstırıp esir
almıs, Batı tefekkürü hafa-kanlı bir bunalım safhasına ayak basmıstır.' Ruh kanunları ve esyanın
künhünü arama çabası da kırık; ve her sey iktisadî müessire bağlı... Bir taraftan mülkiyet hakkının
emek hakkına tecavüzü, bir taraftan da emek hakkının mülkiyet hakkına saldırısı... Cemiyet hakkını
çalan fertle, fert hakkını araklayan cemiyet arası, sonu gelmez boğusma ve muvazene noktasını
kaçırma... Dünyaya niçin ve ne yapmaya gelindiğinin ve nereye, ne olmaya gidildiğinin hesabını
verememek aczi... ' .
Naci uzun uzun bu tabloyu çizdi ve son hükmü bastırdı:
— Her sey îslâmda... Đslâm ise bugün Batı dünyasının esiri kuru kalabalıklarda ve onların
temsilcisi kurgulu oyuncak devrimbaz güdücülerde değil, kendi sâf, mücerret ve münezzeh
plânında... Bugüne değin Batıda ruhi, içtimai ve iktisadî kaç sistem gelmis geçmisse birbirlerinde
doğru olarak buldukları yanlıkların asıl hakikati Đslâmda, yanlıs olarak inandıkları doğruların da
esas keyfiyeti yine Đslâmda... Yâni hem sıhhat kaidesi, hem sifa tedbiri Đslâmda...
Her seyden evvel Đslâm olmasaydı, Kâinatın Efendisi gelmeseydi, hâdiselerin akıs mantığına göre
ne olurdu? Naci bu noktada ayniyle sunları söyledi: '
— Ne mi olurdu? Geriye doğru ilerleyelim-. Đslâm medeniyeti temellendirilmis, Bağdad .sitesi
kurulmus - ve en eski Yunan metinleri Arapçaya çevrilmis olmasaydı, ilk (hümanistler) barbar
akınlarında yok edilen bu metinleri buiamıyacak ve (Rönesans) olmayacaktı. Đslâm tefekkür ve din
adamları olmasaydı, nice mücerret mefhum ve mâna Batıya intikal etmeyecek, esya ve hâdiseleri
tasarruf (Kur'ân emri) suuru doğmayacak, yüksek riyaziye, tababet, kimya, heyet ilimleri ve daha
neler neler meydana gelmeyecekti. Peygamberler (ki hepsi mukaddes Đslâm sancağını O'na
tasımıslardır) o,lmasaydı, insanoğlu • büyük düsünceyi bulamayacak, tekerleği bile
kesfedemeyecek ve hâlâ Tas Devrini sürdürüp gidecekti. Kâinatın' Efendisi olmasaydı, kâinat
olmayacaktı.
O sırada arka koltuklardan bir ses geldi;
— Allahü ekber!
Bu ses camii idare eden derneğin davetli güdücülerin-den...
Naci tsoplantıdakilerden af dileyerek ve izin isteyerek onlara hitap etti:
— Gönül isterdi ki, siz değil, Avrupalı muhataplarım, o mukaddes kelimeyi anlayarak dile
getirsinler... Sehre hiçbir mâna üfleyemeden onun karanlık mânasına menfez vaziyetindeki
câmiinizi gördükten sonra bir kere daha anladım ki, Đslâm inkılâbı yepyeni bir nesle muhtaçdır ve
sizin o nesilde payınız yoktur.
Naci'nin bu acı iğnelemesi tebessümle karsılandı. Naci'nin tek tek ele aldığı meseleler:
— Đslâmda vicdanilik esası ve «Dinde ikrah yoktur!» fermanı... -
— îslâmın «adalet Hakkı yerine koymaktır» ölçüsiyîe bütün hayatı ve her is subesini kusatıcı...
— Đslâmda fert, hak bahsinde evvelâ içinden, sonra dısından kelepçeli; ve korku yalnız
Allah'tan...
— Đslâmda hürriyet, Hakka- bağlılık vahidi etrafında, inananları zedelememek sartiyle hudutsuz
ve sonsuz...
179
— Đslâmda devlet, en büyük (otorite) ve metbûluğu, en küçük tâbiliğin her ân teftis ve
murakabesine arzedici nizam... Hakçı olarak halkçı ve halkçı olarak hakçı... tste gerçek
demokrasi!..
— Đslâmda kadın, kıymeti bilinen ve belirtilen her sey gibi, mahfaza içinde bir mücevher...
— tslâmda hak, fikrin... Ayrıca imtiyazlı hiçbir sınıf ve makam yok... Din simsarlığı yok,
rahiplik yok, Allah adına hüküm kesici hiçbir selâhiyet yok...
— Đslâmda ahlâk, ulvi «niçih?»in merkezinden çekilmis, bütün tavr ve hareketlerdeki «nasıl?»lan
halkalayân bir daire...
— Đslâmda tasavvuf, dinin derinliğine üçüncü buudu ve peygamber bâtını halinde, dünya ve
ötesinin tam hesabını veren, fert ve cemiyeti ebediyet sevkine ulastıran ve insana ölümsüzlük
mükellefliğini yükleyen ilâhî mües-sise...
Ve iste, eserine ve kaba akla mağlûp olmaktan doğan Batı buhranının aradığı büyük ruh
müeyyidesi!.. Đslâm!..
Naci bu 9 madde etrafında 3 saat konustu. (Metropo-lis)in fikir ve ilim adamları onu, kasları çatık
ve donuk bir hayranlıkla dinlediler ve göstermeye alısık olmadıkları jir heyecan içinde alkısladılar

beaverss
04-11-2015, 08:26
Naci, alkıslara basiyle karsılık verirken, Belmâ'nın yerinden fırladığını ve kimseye bir sey
söylemeden salon kapısının yolunu tuttuğunu gördü. Hiç aldırmadı; hattâ sevindi bile... Konferans
sonunda ona ne tavır alabilirdi ki?.. Belmâ kaçmakla, onun isini kolaylastırmıs oluyordu.
Profesörün tesekkür konusmasından sonra kürsüden indi, etrafını alan birkaç kisi arasında bir
gazetecinin:
— Burada kalıp Sarkiyat Fakültesinde bir vazife kabul etmek istemez misiniz?
Sualine: .
— Hayır, diye cevap verdi; asistanlığı bile bana çok
180
gören memleketimde mücadeleme devam etmek isterim. Naci'ye .sokulan sık. ve güzel bir kadın da
sordu:
— Đslâmda mahfaza içinde bir mücevher diye bahsettiğiniz kadından, erkeğe dört taneye kadar
müsaade edilmesini nasıl savunabilirsiniz?
— Muhterem madam, bu bir emir değil, müsaadedir; ve öyle sartlara bağlıdır ki, emrettiği* adaleti
yerine getirebilmeye bu asırda kimsenin cesaret gösterememesi gerek... Buna karsılık sizin
erkeklerinizin resmilikte tek kadın, hususîlikte de dilediğince ve elinden geldiğince metres sahibi
olmak hakkını kendisinde görmesine ne buyru-lur?..
«Milletlerarası Felsefe Cemiyeti» Reisi profesör, kadının imdadına yetisti:
— Muhterem konferansçımız, her halde sizin kadar güzehni bulduğu yerde ikincisini
düsünemez! .
Naci, gece yansına, Avrupa (Metropolis)inin duvar arkası hayata geçtiği saate doğru, derisi pırıltılı
kocaman bir yılan gibi büklümlesen bir cadde üstünde ve tek basına oteline gidiyor. Sehri bir kere
daha ve derinden teneffüs etmek için yaya gitmeyi tercih etmistir.
Bir kabarenin önünden geçerken, boz rengi üniformalı kapıcı kasketini çıkararak Naci'ye içeriye
doğru yol vermek Đstedi. Naci aldırmayarak yürüdü. Birkaç adım ileride bir kadın ve elinde
yanmamıs bir sigara:
— Bir kibritiniz var mı, genç adam?..
Bu beylik fahise dâvetine, cebinden çakmağını çıkarıp yakmakla cevap verdi ve arkasından «Bu da
ne alık soyundan!» diye hayretle mırıldanan kadma dönüp bakmaya lüzum görmedi.
. Otelde gececi memur anahtar tablosunda onunkini bulamadı:
— Her halde üstünde kalmıs olmalı... Đyi geceler,efendim!
Asansörü idare eden çocuk sırıtıyor.
TSlaçi sordu:
— Ne gülüyorsun, bir sey mi var?..
— Bahsisimi verirseniz söylerim.
Naci çocuğa okkalı bir bahsis toka ettL Çocukta tesekkürden baska karsılık yok... , — Hani
söyleyecektin?
— Gecenizin iyi geçmesini dilerim. Kapısı kilitsiz... Açtı ve girdi.
Garip bir koku, odanın havasında... Sun'i kokulardan ziyade, ten kokusu, nefes kokusu gibi bir
sey... Anahtar da yatağının üstüne atılmıs... Etrafına bakınmaya kalmadı; banyo tarafından, dus
süzgecinden fıskıran keskin bir su sesi... Hayretle kostu ve banyonun kapısını açtı: Belmâ!..
Anadan doğma çıplak...
Gülüyor:
— Kapat kapıyı, beni böyle görmen günah...
Dehsetle haykırdı Naci:
— Ne arıyorsun burada?
— Sana geldim! Nihayet sana geldim!
— Geç kaldın!
Naci kapıyı kapatıp kendisini bir koltuğa bıraktı. Müthis!.. Ne yapabilir?
Banyonun kapısı açıldı; ve her zamanki sokak veya salon kılığından daha kapalı biçimde bir
bornoza bürülü,
Belmâ...
Naci'nin karsısındaki koltuğa çöktü:
— Ben senin bu kadar mutaassıp bir müslüman oldu^-ğunu bilmiyordum. Benden sonra m,ı böyle
oldun?
—-Ben asağıdaki salona iniyorum. Lütfen giyinin ve oraya gelin!.. Konusacağınız bir sey varsa
orada görüselim... •
Belmâ bir ân, göğsünü fâsedercesine bir hareketi» doğruldu ve pesinden örtündü: (
— Hayır! Burada konusacağız! Artık sen benim gözümde, yeni moda softalığına rağmen bir
kahramansın!.. Hattâ «Safak gemisi» numarasından baslayarak... Ama o zaman senin yan çizisin
bana dokunmadı. Nasıl olsa, tekrar ocağıma düser, dize gelir, diye düsündüm. Sen uzak kalınca da
aldırmadım ve Avrupa programımı bozmadım. Fakat daima bir yankı gibi içimde uğuldadın.
Simdi bu gece. yankının geldiği dağın patladığı, devrildiği gece.;. Artık seninim! Boğuluyorum,
anlatamıyorum!. Naci adetâ mahcup:
— Vaktiyle size hitap vederken çektiğim kelime sıkıntısı simdi size mi geçti? ,
— Evet; simdiye kadar hiçbir erkeğe söyliyemediğim, hiç birinin bana söyletemediği tek
kelimeyle, seviyorum
seni!
— Rica ederim; eski sanatınızı, *boyuna ufkun arkasına kaçarak gösterdiğin büyü sanatını
bozmayın!
Belmâ üzerinden bornozu attı:
— .Bir sen, bir siz... O nasıl konusma?.. Bana,sen, sen, .
de ve gel diye seslen!..
— Üzerime yürüme ve cevap ver!.. Yoksa Đstanbul'da, evimde, karsıma çıkan seytan sen
olmayasın?..
— Benim çizgilerime bürünebiliyorsa' seytan daha ne
ister?.-.
Naci ayağa kalktı ve bir iskemle üzerine atılmıs, Belmâ'run
elbiselerini- gösterdi:
— Giyininiz ve âsıklarınızın her halde kapısında nöbet beklediği (garsonyer)inize kosunuz! Siz
benim bir devremde erisilmez, elle tutulmaz bir.tasvirdiniz; simdi burusuk bir kâğıtsınızı
Okunabilecek tek harfiniz kalmamıs lekeli bir kâğıt... . -
— Ben asağıya iniyor ve sizi giyinmeye bırakıyorum.
183
.182
Naci, üzerine doğru gelmeye davranan Belmâ'nın fildisi rengi ellerini havada bırakan sert bir
hareketle kapıya yürüdü, çıktı, asağıya indi ve otel memuruna söyle dedi:
— Ben çıkıyorum. Soran olursa bu gece otele dönmeyeceğimi söylersiniz. Anahtan getirirler.
Ve hayatında ilk defa kendini kahramanlığa yaklasmıs hissedercesine göğsü kabarık, caddelere
düstü. Büyük caddeden ara ve dar sokaklara saptı. Yürüdü, yürüdü. Kapısında boyası dökük
harflerle (Hotel) yazılı, köhne bir binanın önünde durdu. Kapı kilitsizdi, girdi. Arkasından gelenleri
haber vermek üzere tepeye asılmıs bir çanın çaldığını duydu. Bir kat yukarıya çıktı. Uyuyakaldığı
iskemlesinden esneyerek doğrulan otelci...
— Odanız var mı?
— Var...
— Lütfen veriniz!
— Parası pesin....
— Hay hay!..
Ve serseri yatağı, yahut issizler hanına benzeyen bu otelin hapishane gardiyanı kılıklı isçisi,
cebinden- siskin bir cüzdan çıkanp istenen parayı bahsisiyle ödeyen, esrarlı geceyansı müsterisine
saskın saskın baktı. Karsısında, hali ve giyimi son derece ciddi, yüksek tabakadan olduğu besbelli
bir genç... Ama yüzü bozuk ve çizgileri ıs- • tıraplı... Böyle bir adam, böyle bir otele nereden ve
nasıl düsebilir?
Otelciler umumiyetle insan sarrafıdır.
— Her halde bir maceradan geliyor ve evine gitmek istemiyor; belki de izini saklamak
niyetinde...
Diye düsündü ve sormaktan kendini alamadı: . .,
— Bu aksam kadında mı kaybettiniz, kumarda mı? Naci gülümsedi:
— Đkisinde de" dostum, ikisinde de...
184
Đçinde akarsu bile bulunmayan, yalnız suratı 'çarpık bir konsolun üstüne porselen bir ibrikle bir
leğen konulmus olan, ibriğin arkasında küflü bir ayna sırıtan, battaniyesi yan açık, yatağının
çarsaflan haftalardır değistirilmemis görünen sefil oda...
Naci, oda kapısını iyice kilitledikten ve üstelik bir kenardaki kırık ve tahta iskemleyi kapıya siper
yaptıktan sonra marazi bir haz içinde:
— Ne güzel, diye düsündü; tam da bana ve su andaki halime göre bir oda...
Tiksintisinden soyunamadı, yalnız ayakkabılarını çıkarabildi ve battaniye üzerinde sızmayı tecrübe
etti.
O, ıstırap çekmek ve nail olduğu her seyin nefret faturasını ödemek için yaratılmıstır. Davetlisi.
olduğu -Isık Sehri»nin en lüks ve (15. Lûi) stilinde esya döseli dairesinden kaçıp bu odaya
düsmesini baska türlü yorumlaya-maz.
Suratı çarpık konsola ilisti gözü... Çekmecelerinden . bir tanesinin bir ucu' içeriye batık, bir ucu da
dısarıya fırlak... Kapatılırken ters sıkıstınlmıs... Tuhaf bir merakla kalktı, "çekmecenin açık
kösesinden baktı. Đçinde bir yarım fırancala... Yemeye davrananın dislerini belli edecek sekilde
ısınlmıs,.. Çekip aldı. Betonlasmıs... Belki aylardır bu çekmecenin içinde... Đstırabın ekmeği... Var
mısın dislemeye?..
«Isık Sehri»nin Türk isçilerinden bir grup, lüks otelde onu ziyarete geldi: Bu yılgın, oturacağı yeri
bilmez, .âdeta boslukta yer tutmaktan mahcup insanlan muhtesem salonun bir kösesinde çevreledi.
Đlk suali su oldu:
— Siz buraya niçin geldiğinizi biliyor musunuz?
— Tabii, dediler; vatanımızda issiz olduğumuz, geçimimizi sağlamamız, • Türkiye'deki
.yakınlarımızı geçindirebilmemiz için...
— Hayır, diye cevap verdi Naci; bunlar sizin ferdî ve dıs sebepleriniz... Hepinizi birden kusatan
içtimai sebep baska... Siz buraya, Türkiye'de insan gücünü değerlendirme kudreti diye bir sey
kalmadığı için geldiniz!. Asgarî insan zekâsının ham beygir kuvveti halindeki verimini satmaya
geldiniz. Arabacı, kilometrekare basına sizden çok daha yoğun olan Avrupalı-, sizse beygir...
Düsünün onlar-da insan gücünü kıymetlendirme dehâsı ne halde ve biz- . de ne vaziyette?..
— Yani gelmemeli miydik?..
— Hayır, mutlaka gelmeliydiniz ve bu faciayı.sezmeye, doğru bir suur kazanmaya bakmalıydınız!
Daha doğrusu, memleketinizdeki sartlar sizi göndermemeliydi. Hilkat nizamında hiçbir canlinın
tüketimi ondan beklenecek üretimi asamaz olduğuna, -bu bakımdan bir mikrop bile daha zararlı
mikropları yiyerek bir (artı) belirttiğine göre, insan gücünü hazin bir (eksi) ye götürmüs bir
ülkeden, sizin vatan içi istihsalciliğe bağlayacak hangi inanıs ve olusu bekleyebilirsiniz?

Grup içinde, akıl hocası tavriyle oturan yaslıca biri atıldı:
— Bunlar bizim akıl erdirebileceğimiz meseleler de-gü.. Orduda askere «harp var, yürü!»
derler, o da yürür. Er, kumandanından hesap soramaz.
Naci tebessümlü"
— Sizin vaziyetinizde kumandan yok, aksine kumandansızhk var... Sizi bu yürüyüse zorlayan
kumandan, Türkiye'nin sartları... Er, kumandanından hesap isteyemez ama cenge sürüldüğü
tarafı mutlaka bilir ve sebebini benimser..'.
' -- Biz burada sade kendimize değil, memleketimize de
186
bakmak, onu da kalkındırmaya zorlamak gibi bir durumda bulunuyoruz. Sağmal ineğiz sanki...
— tsin büyük facia cephesi de bu ya!.. Siz, istihsal yollarını ve enerjisini tıkamıs, yitirmis,
bütün dengeleri altüst bir diyarın sun'i üreticileri olarak, içerideki akameti büsbütün azdırmaya
memur bulunuyorsunuz. Hem de dedim ya, asgari insan zekâsını bile kullanmayı bilen ve faydaya
dönüstüren, (3) kazanmayacağı yere asla (1) vermeyecek olan. ülkel«r yüzü suyu hürmetine...
Geçelim bu derinliğine fikirlerden de manzarayı genisliğine, dıs yüzünden görelim... Ben
Đstanbul'dan uçağa binip buranın havaalanında indiğim zaman, tek çatı altında kocaman bir sehre
benzeyen terminal binasının pırıl pırıl ve gıcır gıcır, koridorlarında yol alırken, kapısı açık bir
tuvalet gördüm... Đçinde lavaboyu oğmakla mesgul, yaslı bir adam... Bir bakısta bunun Türk
olduğunu kestirdim- ve Türk olup olmadığını sordum. Nereden olduğu, sualime de «Nereden
olduğumu unuttum bile... Gurbetteyim, o kadar!» cevabım verdi.
Đsçi temsilcilerinin bakısları bulanırken, Naci ilâve etti:
-
— Anadolu çocuğu, hakikatte ve öz vatanından tam birbuc.uk asırdan beri gurbette...
.
Bir ses yükseldi:
—• Peki ne yapmamızı istiyorsunuz? Bize düsen nedir?
Buna cevap veriniz.!
—• Istırap çekmeyi, kol ve bel ağrısı biçiminde değil, kafa çilesi halinde ıstırap çekmeyi öğreniniz!
Yüzde doksanınızı kuklalastıran ve cambazhanesinde oynatan bu felâketler diyarında, yüzde
onunuzla vatan daüssılası çekmeye bakınız! O daüssılayı da yüzde onunuzun binde biriyle olsun,
bugünkü vatana değil, rüyasını gördüğünüz gerçek vatana bağlayınız!
Otel tesrifatçılarından birinin, Naci'ye, «Milletlerarası
187
Felsefe Cemiyeti»nden, kendisini havaalanına götürmek üzere gelenler olduğunu haber vermesi
üzerine Türk isçileriyle konusma bu noktada kesildi. Naci, -Bu da ne garip, ne rahatsız adam!»
gibilerden bakıslar önünde, onlara:
— Affedersiniz, sizi rahatsız ettim!
Demekten baska bir veda sözü bulamadı.
Davet edildiği kültür merkezinin fikir organları, Naci'ye sütunlar ayırırken, kendi basınında çıt
yok... Zaten bu âdetleridir; menfi tarafından kabartacaklarsa bir öksürük duysalar hoparlörlere
bağlayacak, yahut müsbete benzer bir sey gördüler mi, üzerine sükût külü dökeceklerdir. Yalnız
kızıl gazete, su kadarcık olsun bahsedebildi: — Naci hakkında Batı fikir gazeteleri sadece (orijinal)
tabirini kullanıyor. Bu kelime çok defa «yarı deli» mânasına kullanılır. Yarı deliye, üniversitemiz
cevabını vermistir. Naci, köske kapağı atıp annesinin ellerine kapanınca, kendisini kus tüyü bir
huzur içinde hissetti. Çarpık çekmecesinde ıstırap ekmeğini gördüğü otelden kurtulması için
lüks bir otele geçmesi değil, evine dönmesi gerekmis... Odasına girdi, Hatçe'nin bebeğini oksadı
ve seytanı oturttuğu koltuğa bakıp Belmâ'yı hatırladı: i
— «Isık Sehri» nde kaldın, değil mi? Hiç ayrılma o pırıltılı karanlık deposundan...
Ve köye kadar uzanıp Husmen Ağa'yı birkaç gün misafir etmek üzere Đstanbul'a getirdi.
Dostu sevimli imam, Husmen Ağa ve Naci, iskele kah-vesindeler... Müsterilerle oturmak hiç âdeti
değilken, kah-vecibası da aralarında... Dostu sevimli imam, Naci'nin, Avrupa'ya gitmeden ricası
üzerine Hatçe'ye ithaflı bir hatim indirmis, Naci de duasında bulunması için Husmen Ağa'yı davet
etmistir.
— Duada ben de bulunabilir miyim? -
188
Diye sordu kahveci ve «elbette, çok memnun oluruz!»
cevabını aldı.
Seyahatine ait Naci'den intibalar dinledikten sonra
kalktılar ve köske yollandılar.
Naci'nin çalısma odası... Kur'ân'ın son kısmı okunu- . yor. Dostu sevimli imamın, çekingen,
mûsikisiz, hasyet do-, lu ve isleyici öyle bir sesi var ki, Naci, altından mekânın, üstünden de
zamanın çekilip kaldırıldığını sanmakta... Ve kelime kelime dıs mânasını kalbine naksettiği sûrenin
seccadesinde göğe yükselmekte... Âyet'âyet: «Senin daralan göğsünü açıp genisletmedik mi?» "
«Ve yükünü kaldırmadık mı?» «Sırtına büyük ağırlıklar yüklemistik.» x «Ve sanını yükselttik.»
«Süphesiz zorlukla beraber kolaylık vardır.» «Gerçekten zorluk kolaylıkla beraberdir.» «Đsini
bitirince ilerisine geç!» «Rabbine yönel!..» •
Keske bu kadarını da anlamasaydı. Ümmi kahveciba-sı gibi, anladığını sanmadan anlamanın sırrına
ererdi o
vakit...
Kahveciye göz attı. Zayıf yüzü tel gibi uzamıs, gözlerinden gözyası telleri uzanıyor. Husmen Ağa
bir mezar tası... Sessiz ve kapalı...
Hatim bitti. Dua basladı, eller kalktı. Hatçe'nin, kolları yarı kalkık bebeği de mi duada, ne?..
Dua dilemektir. Dilemek verebilenden olur. Verebilen Allah... Sartsız ve kayıtsız veren... Öyleyse
dua Allahm, onu her kayıttan münezzeh bilerek ulûhiyetine el açmak... Böyle bir basvurus hiç
geriye döner mi?.. Elverir ki, sen dilemeyi bilsen!.. Bu biliste hiçbir had yok... Elverir ki, sen had
içinde dilemeyi bilsen!.. Dilemek samimîlestikçe kabulü imkânı artar. Elverir ki, sen samimilikte
dilemeyi bilesin!.. Dilemekte ihlâs sahibiysen, ölünün dirilmesini de isteyebilirsin! Düsün, ölüyü
dirilten ve kameri ikiye bölen peygamberlerin ihlâs derecesini!.. O mucizeleri, o ihlâs ile beraber
onlara veren de Allah... Ama dur; burada da asılması güç bir dönemeç var... Allah'ın yarattığı
«olur» ve «olmaz»lar âleminde en küçük edep hatası insanda ihlâs diye bir sey bırakmaz ve dua
kabul edilmez. Bu kılı kırk yancı inceliği fark edebiliyor musun?.. Öyleyse dileklerinde de edepli ol
ve «Allahım Hatçe'yi dirilt vq bana ver!» yerine «Ona rahmet et!»' diye yalvar!.. îhlâs eksikliği
korkusuna bak ki sen, velî, ellerini kaldırmıs, Allaha hitap ediyor:
— Yarabbj, bugüne kadar senden ne kadar istiğfar ettimse simdi istiğfarlanmdan istiğfar ederim.
Naci, içinden geçenleri okumus olmaları korkusiyle misafirlerine yol gösterdi.
—. Hatçecik rızkını aldı. Biz de içeriye, geçelim ve yemeğimizi yiyelim.
Rüyasında Hatçe... Çesme basında onu ilk gördüğü günün haliyle... Çesmeden halat kalınlığında.
elmas pırıltılı bir su akıyor ve Hatçe testisini dolduruyor.
— Dolmadı mı testin, Hatçe?
— Benim testim dolmaz. Suyu içer, ne kadar su gelse alır, dolmaz.
— Ama ben susuzum; içim yanıyor.
— Dağ dağ dolas, bir pınar bul!.. Ama dikkat et, suyu bulanık olmasın! .
Yatağından sıçradı. Bu rüya, vakıalar âleminin en emin haberinden daha sağlam...
Hatçe "rahmete ermis, Naci'ye de' ermenin yolunu gösteriyor.
Dağ dağ gezip bulacağı pınar da, çoktandır kapı kapı
190
dolasıp aradığı üstün erdirici... Suyu bulanık olmayan pi nar...
Nasıl bulsun?.. Camilerde mi, sokaklarda mı, ahsap evlerde mi, mezarlıklarda mı, nerede arasın?..
Saate baktı. Günesin doğmasına yarım saat var... Ab-dest aldı, sabah namazını kıldı ve ellerini açtı:
— Allahım, ben aramakla bulamam-, sen gösterirseh. buldurursun!
Kapıda bir tıkırtı...
Bitisik odada yatan Husmen Ağa, Naci'nin kalktığını duymus, kapısını vuruyor. Naci duasını
bitirince kalktı, kapıyı açtı, Husmen Ağa'yı içeriye aldı.
•— Hayrola Husmen Ağa, namaza mı kalktın?
— Senden önce kalkmıs ve kılmıstım. Kur'ân okuyordum. Ayak sesini duyunca geldim. Duanı da
isittim.
— Ne olacak benim halim Husmen Ağa?.. /
— Đyi olacak... Vakit geldi gibi geliyor bana...
— Nereden anlıyorsun? .
— Bir rüya gördüm. Hatçe'yi... Köyde, bildiğin çesme basında testisini doldururken... Sen de
yanmdaydın! Susuz olduğunu, içinin yandığını söyledin. O da sana dağlarda berrak bir pinar
bulmanı tenbih etti.
Naci çığlığı bastı: .
— Ben de, ben de aynı rüyayı gördüm. Nerede o pınar, Husmen Ağa?..
— Belki de burnunun dibinde...
— Sende bir sır var... Zaten ötedenberi gözümde es-raHı bir adamsın... Yoksa sen misin o pınar?..
— Söylemistim ya; ben o pınarın suyunu döktüğü yerde birikintiye düsmüs bir çöp olabilsem ne
saadet!..
— Otur, Husmen Ağa, su koltuğa otur! Konusalım... Konustular.
Naci sordu:
— Erdirici nasıl olur, dıstan görünüsü nasıldır?
— Gayet sakin, sevimli, telâssız, güler yüzlü...
— Ben devam edeyim: Bu dünyada gezdirdiği cesedin hiçbir zerresinden gafil değilken- onu
görmeyen, nebat ve hayvan hayatından üzerinde hiçbir alâmet tasımayan, yerken yediği, içerken
içtiği belli olmayan, hiçbir öfke ve arzu belirtmeyen, hiçbir sözü kesmeyen ve hiçbir seyi izahta
fazla gayrete düsmeyen, üstünde oturduğu som madeni etekleriyle gizleyen... Baskumandan
karsısında bir yaver gibi her ân tetikte ve her ân huzurda bir hal...
Husmen Ağa heyecanlandı:
— Gözünle görmüs gibi anlatıyorsun! Nereden öğren-, din bunları?..
— Kitaplardan... Ama bana nakiller değil, kaskatı vakıalar lâzım... Elimle tutmalı, gözümle
görmeliyim. Yasamalıyım...
— Artık yasamaya baslayacağın noktaya kadar gelmissin... Allah yardımcın olsun...
— Husmen Ağa, sen artık benim ebedi kayınbabam-sın! Bana aramanın usûlüne dair son bir sey
söyle!..
— Cami, cami gez! Köse bucak dolas!.. Hududu da tasırma!.. Her seyi nasibe bırak!..
— Pekâlâ Husmen Ağa; dediğini yapacağım... Her gün Đstanbul'a inecek ve her namazı baska
camide kılmaya çalısacağım. .
Çaylarını malûm yerde içtikten sonra ilk vapura atlayıp Đstanbul'a geçtiler.
Bir iki iskele sonra Naci, sahile çok yakm mesafeden -Belmâ'nın yalısını gördü. Her defa
görmemek için basını ters tarafa çevirdiği yalıya, simdi dikkatle ve bos gözlerle bakabildi.
Pancurlar ve rıhtım kapısı açılmıs, hizmetçiler temizlik yapmakta... Naci, bunca yalı arasında bir
tanesi diye bakabildiği yalıyı uzun üzün süzerek dudaklarını kıpırdattı:
— Simdi anlıyorum ki, kurtulmusum...
192
Husmen Âğa sordu:
— Neden kurtulmus olduğunu sorabilir miyim?
î— Galiba kendimden... Haklarını helâl et, Husmen Ağa, belki bir daha görüsemeyiz.
Cami cami geziyor.
Türbe türbe dolasıyor. .
Sokak sokak sürtüyor.
Gökdelen özentisi betonarme binalara bitisik, kaburga kemikleri fırlamıs, pencerelerinde kızıl
biberler asılı ahsap evlere bakıyor." ;
Suyu elmas gibi pırıltılı o pınar çehreyi bulmak için...
Kimi görse bos, kimi dinlese hiç; kime tutunsa yok...
Hayâlinde Mevlâna Hâlid misâli:
/'Mürsid aramak için yola çıkar. Mekke'ye kadar uzanır. Yüzü Allah'ın Evi'ne doğru, vecd içinde
bakarken, bir de görür ki, adamın biri arkasını Kabe'ye vermis, onu seyrediyor. Dakikalarca böyle...
Nihayet dayanamaz:
— Behey insan, der-, Allah'ın Evi dururken, ona sırt çevirmis, yüzüme bakıyorsun!.. Đstediğin ne
benden?
— Đstediğim, bana bu suali sorman...
— Soruyorum!
— Doğru yoldasın! Yürü! Mevlâna Hâlid "Hazretleri ürperir: —Yoksa irsad edicim sen misin?
— Hayır, senin irsad edicin'Hindistan'da, Dehlev sehrinde... Ben ancak bir kılavuzum-.
Dere tepe düz, aylarca yol... Hindistan, Dehlev... Açılan dergâh kapısı ve ilk hitap:
.-— Safa geldin! Seni bekliyorduk!
Ve ilk emir:
Ve gık demeden emre itaat... Aylarca süren vazife ve bu isi yaparken kalbinde seytani bir fısıltı:
193
— Sen "bunca iknin ve derecenle birtakım miskin dervislerin ayak yolunu temizlemeye memur
edilecek adam mısın?
Seytana cevap:
— Evet; gerekirse sakalımla bile temizlerim! Mürsidi, onu çesmeden su tasırken penceresinden
seyretmekte ve tenekeleri meleklerin tasıdığını görmekte...
— Haydi, simdi atma bin, git ve gönül kalelerini fethet!
Halbuki mürsidinden hususî bir talim bile görmemis, bas basa bir sohbetine bile ermemistir. Sadece
göze ve kulağa hitap etmeyen feyz cereyanının neticesi ve Đhlasın mükâfatı...
Đhlâs ha?..
Nefsini övmekten korkmasa «Var mı, ihlâsta benim gibi adam?» diye meydan akuyacak ve o
kapının ayak yolu temizleyiciliğini en serefli vazife bilecek,'ama bir bulsa o kapıyı...
. Lâf değil, nazar istiyor; akıl değil,, is istiyor; davet değil, zor istiyor.
Dostu, sevimli imamla mescidin bir kösesinde halle-sirlerken, içeriye düsük, fakat temiz kılıklı,
gözleri halıya mıhlı bir adam girdi. Halbuki yatsıya daha hayli var.,. Bir kenara çekilip iki dizi
üzerine çöktü.
Đmam, Naci'ye» arkasına düsen adamı isaret etti:
:— Seninki!..
Naci dönüp baktı:
— Evet, benimki... '
Bu, çok kimsenin, hallerini bilmedikleri garip insanlara yakıstırdıkları sıfatla bir meczup... Allah
tarafından çekilmis, cezbedilmis mânasına gelen bu tabiri, akıldan sakat muvazenesizler için
kullanmaktaki gaflet ve sefaletten incinen Naci, seyrek geldiği bu mescidde, seyrek rastladığı
meczubu görünce adetâ sevindi ve ona seslendi:
194
— Hafız! Yanımıza gelsene!..
Hafız isimli meczup, gözleri hep yere doğru, yanlarına geldi ve aynı vaziyette oturdu.
Sanki gözlerinden bir ölüm ısığı fıskırıyor da, naza-nnı birine çevirse onu öldüreceğini saniyormus
gibi bir mahcupluk içinde...
Naci: .
— Hafız, diye takıldı;' nasıl, küpünde yağmur suyu tükendi mi?
-- Yağmur tükenmez. Rahmet kesilmez. ,— Niçin baska sularla abdest almıyorsun?
— Yağmur yerden gelmiyor da ondan...
_ Ne yiyip içiyorsun? Zayıf düsmekten korkmuyor musun?
— Mezardaki kurtlara fazla mal götürmek istemiyorum. Birkaç dilim kuru ekmek neme yetmez!
— Sana yardım eden yok mu?..
— Var, ama kabul eden kim? •
— Bugüne kadar bir benden mi para kabul, ettin?
— Senden para almak hosuma gidiyor.
Naci ellerini ceketinin dıs ceplerine sokup, göstermeden içinde ne olduğunu arastırdı.
— Mademki bir benden para kabul etmek gibi bir lütuf ta bulunuyorsun, al, ceket cebimden 100
lira çıktı.
Hafız, yosun rengi gözlerini Naci'ye dikti ve parmağıyla1 isaret etti:
— Yetmezi.Su sağ cebindeki üç buçuk lirayı da yer! Naci, elini iç cebine akarak cüzdanını almaya
davrandı:
— Hayır, ben. o üçbuçuk lirayı istiyorum,
Naci elini sağ cebine atıp bozuk paraları çıkardı ve baktı.
Müthis!..
195
Tam üçbuçuk lira... Kendisi habersiz, fakat meczup
biliyor.
Kalbini de Naci'nin böyle mi okuyordu meczup?.. . Yatsıyı, Hafızla yan yana kılan Naci, bu cilve
karsısında saskın...
~ Açık keramet...
Namaz bitti. Eller duaya açılır açılmaz, - Hafız yerinden kalktı ve kapıya doğru yürüdü.
Naci de arkasından... Sokağa çıktılar. Arkasına bakmaya ihtimal olmayan Hafız, on yirmi adım
ileride ve gözleri hep yerde, yürüyor.
Dolambaçlı yollardan geçiyorlar. Birbirine yaslanmıs yaralılar gibi ayakta durmaya çalısan,
girintili, çıkıntılı ahsap evlerin yılankavi sokaklarından... Karanlık... .Sokak baslarında sadece
«Burada bir ısık var!» demekle vazifeli fenerler... Evlerde de «Burada canlılar var!» ihtarında cılız
ısıklar...
Hafız, arkasiyle alâkasız, yürüdü, yürüdü, o sokaktan çıktı, bu sokağa girdi ve nihayet bir evin
kapısında durdu. Evin daracık kapısı tokmaklı... Çıngırağı veya elektrik düğmesi bile yok... Naci
sokuluyor.
Hafız tokmağı birkaç kere kaldırıp indirdi. Kapıda küçük bir kız... Hafız sordu:
— Annen nasıl?
Küçük kız, bir tanıdık edasiyle konusan bu esrarlı adamı yadırgamadı:
— Biraz, açıldı, atesi de düstü. Canı çorba istiyor.
— Yapacak kimse yok mu?
— Var. ama......
Hafız cebinden deminki 100 lirayı çıkarttı ve uzattı:
— Al bunu da annene bir çorba hazırla! Küçük kız, parmaklarında para, kekeledi:
— Siz kimsiniz?
196
— Bir müslüman...
— Sizi Allah gönderdi.
— Her seyi o gönderir.
Demek 100 lira hasta annenin, üçbuçuk lira da Hâfız'ın kısmeti...
Ve yürüdü Hafız... Surlardan . çıktı. Mezarlıklarda
durdu. Dua etti. '
Eyüp sırtlarından asağıya doğru iniyor ve Naci onun hiçbir hareketini kaçırmıyor.
Defterdar, derken Eyüp...
Cami meydanından sağa saptı. Birkaç adım "ileride, solda, tepeye tırmanan basamaklar... Đki tarafı
mezar...
Hafız yine okudu, üfledi çıktı, çıktı ve genis kapılı bir
duvar önünde durdu.
Kapının esiğinde yüzü Naci'ye doğru, oturdu. Karanlığa rağmen Naci, yakalanmıs olmaktan ürkek;
bir mezar tasının arkasına saklanmak istercesine bir harekette...
Hâfız'ın. sesi: . . .
— Gel de su esikte biraz dinlenelim! Bak, karanlıktan, pırıltılı Haliç ve Beyoğlu ne güzel
görünüyor!
Bu zamana kadar gördüğü ve tanıdığı kadariyle Hafız, simdi baska bir adam... Hareketli, iradeli,
girisken:
— Su esik var ya, su oturduğumuz esik?
— Evet?..
— Đste buradan içeriye girmeye, girdikten .sonra da hep içeriye, içerilerin içerisine dalmaya bak!
— Hafız, sen Hızır mısın yoksa?..
— Her gördüğünü Hızır bil!.. Haydi, dal kapıdan geriye!..
— Ya beni böyle geç vakit içeride görürlerse ne derler?.
"— Safa geldin, seni bekliyorduk, derler.
----Sen de beraber gelsene!..
--Olamaz, benim iznim bu esiğe kadar....
197
— Beni bırakıp dönecek misin? '
—• Belli olmaz.
Kapı, hafif bir itisle açıldı. Đçeride bahçemsi, avlumsu •bir yer... Ortada bir sadırvan... Solda bir
mescid ve bitisiğinde bir evcik...
• Kapıyı gene bir adam açtı ve hiçbir hayret ve dikkat
edası göstermeden Naciye hitap etti:
— Buyurun! Safa geldiniz!
Gıcır gıcır bir tülbent temizliğinde tahta dösemeli bir sofacık... Bir basamakla çıkılan bu sofacığın
önünde, küçük, beton bir zemin...
Naci hiçbir sey söylemeden bu beton zemin üzerinde
ayakkabılarını çıkardı.
Kendisine, derin, dipsiz derin bir gülümsemeyle bakan aydınlık yüzlü gerice döndü:
— Tamam mı efendim?
Öyle bir hal içindeydi ki, dudakları kıpırdamayan gençten su ihtarın geldiğini sandı-.
— Ayakkabılarınızdan sonra bir sey çıkarmayı unut
Tunuz.
— Nedir o?
-- Basınız!
Ve konusmaya devam etti:
-- ben sapka giymiyorum ki...
-- Sapkanızı değil, kafanızı isaret ediyorum!
— Kafamı mı?.. Kafasız ne yaparım sonra?
— Size öyle bir kafa verirler ki, eskisini çöp tenekesine atmaktan baska yapacak bir seyiniz
kalmaz.
Genç adam, aydınlık aydınlık gülümsüyor.
Onu küçük bir odaya aldı.
Bir sedir... Ve üzerinde kapkara gözlü, bembeyaz sakallı bir insan...
Naci görmeye çalısıyor, fakat göremiyor.
Sanki ayakları topraktan kesilmis ve madde âlemiyle bes hassesi arasında temas kalmamıstır.
Kendisini bîr endam aynasında görüyor ve o aynada birini kovalamak istiyor. Fakat mümkün mü?..
Aynanın içinde yol almak, mesafeler güya aynıyken, kabil mi?..
Evet; sedirin üzerinde bir insan... Đnsan olmaya insan... Kırpık beyaz bıyıklı ve uzun sakallı bir
insan... Naci baska bir sey bilmiyor. Bu insan oturduğu yerde büyüyor, bası tavana değiyor ve
Naci'yi kucağına almıs, göğe yükseliyor. Nur çağlayanı gökler... Yedi gök birbiri üstünde yedi'
tekerlek... Birbirine ters istikamette dönüyor, nağmelerin en dokunaklısını örüyor, seslerin sırını
çözüyor, meçhuller muadelesinin nisbetlerini dokuyor. Konusan yok, bir . mûsiki selâlesi halinde
çağlayan mânalar var: .
— Yalan, bu dünya, yalan... Aynadaki yalan...
— Yalan ama, bir gerçeğin yalanı...
Aynada gördüğün her sey o da, hiçbiri o değil...
— Gerçeği olmayan yalan olabilir mi?.. Doğru olmalı ki, yalan, kendisine sahte bir vücut bulsun...
— Doğrusu olmayan yalan olamaz. «Var»ın arkasından «hiç» gelemez.
— Sen aynada yol almaya ne bakıyorsun!.. Devir o yol vermez sahtekârı da, ardında gizlediği
gerçeğe ulas!
— O, yakınlığı haber vermek için yaratılmıs mücellâ uzaklık..
— Dünya, her avizesine bir günes yerlestirilse, bir kibrit bası nura denk olamaz.
199
— Simdi, haydi git, o yalana dön, sırtını aynalara ver ve onların, içinde yol almaya kalkanlara
haykır: Baslarınızı aynaya çarpmayınız; Alnınızdan yaralanırsınız!
— Senin isin bu; aynaya tutulanlara yol göstermek... Yoksa sen neredesin, Mevlâna Halide verilen
ayak yolu temizleme isindeki büyüklük nerede?
Gel, bize gel, basın sıkıstıkça bize gel!..
Var olmak istiyorsan Allah'da yok ol!
Naci. bastığı yerden habersiz, çıkarken bir ara elini basına götürdü, kafası yerindeydi. Bir ses
duydu, içinden gelen:
— Bosuna arama, bulamazsın!
Dıs kapının esiğinde Hâfız'a rastladı. Beraberce yokusun merdivenlerinden iniyorlar. Hafız gökte,
simsek gibi bir çakmayı gösterdi: -
— Gördün mü?
— Evet... Bu düsen, göktası olmasın?..
— Hayır, bu inen, nur...
Elinde Hatçe'nin bebeği, masasına kapanmıs katıla katıla ağlıyor.
— Naci, beni istemiyor musun?
— Hayır Hatçe, ben seni yaradanı, Allah'ı istiyorum!
-SONNecip
Fazıl Kısakürek _ Aynadaki Yalan

beaverss
04-11-2015, 08:29
Aziz Nesin _ Anıtı Dikilen Sinek
ANITI DİKİLEN SİNEK
ANITI DİKİLEN SİNEK
Sinekler arasındaki bu olay, o büyük kentin, yüksek yapıların çok sıkışık bulunduğu bir bölgesinde geçti. Orada çok katlı bir konut vardı. Bu konutun en alt katı, çok az güneş alan bir evdi. Bu evin yarısı, yerden aşağıdaydı, toprağa gömülüydü. Dar sokağın iki gecesinde çok yüksek yapılar, bu bodrumdaki eve güneş ışınlarının girmesini engellerdi. Bu yüzden o eve sabah aydınlığı geç gelir, ama akşam karanlığı erkenden basardı.
O bodrum katındaki evde üç kişilik bir aile otururdu: Anne, baba ve oğul. Anneyle baba, ikisi de işde çalışıyordu. Oğul, ortaokula yeni başlamıştı.
Anlatacağımız olayın geçtiği gün, o akşam saatinde, anne de, baba da daha işlerinden dönmemişlerdi. Oğul da okuldan gelip ders çalışmış, yorulmuştu.
Çalıştığı ders kitabını masa üstünde açık bırakıp, annesiyle babası eve dönünceye dek oyun oynamak için dışarı çıkmıştı. Evde insan yoktu, ama karasinekler vardı.
Günün o akşam saatinde dışarısı aydınlık, evin içiyse yarı karanlıktı. Bilindiği gibi karasinekler karanlıkta uçamazlar. Hava aydınlanıncaya yada bir ışık yanıncaya dek oldukları yerde kalırlar. Evin içi yarı karanlık olduğu için, içerdeki sinekler de uçuşmuyorlardı. Yalnız bir genç karasinek vardı, o durmadan dışardaki aydınlığa çıkmak için uçuyor, ama pencere camına çarpıp kalıyordu. Ama yine de camın öte yanına geçmek için çaba harcıyordu. Cama çarptıkça hiç yılmıyordu. İstenci güçlü bir sinekti. Uçup uçup pencere camına çarpıyor, camın üzerinde dolaşıyor, oralarını inceliyor, nasıl dışarı çıkıp aydınlığa kavuşabileceğini araştırıyordu.
Öteki sinekler, yaşlı, bilgili, deneyimleri de zengin sineklerdi. Uçup uçup boyuna cama çarpan genç sineğe,
— Boşuna uğraşma, çıkamazsın... dediler. Genç sinek,
— Ama ben, bu karanlık yerde hapsolup kalamam. Baksanıza, öteleri aydınlık. Ben de aydınlığa gitmek istiyorum... dedi.
Bir yaşlı sinek dedi ki:
— İkide bir çarptığın şeyin ne olduğunu anlaya-madın mı hâlâ? Ona cam denir. Cam, saydamdır. Bir yanından öte yanı görünür. Bir yanından öte yanı göründüğü için de, senin gibi genç sinekler onu yok sanır, boyuna çarparlar.
Genç sinek, yaşlı sineklere şu yanıtı verdi:
— Eskiden camın ne olduğunu bilmiyordum. Ama başımı vura vura, kanatlarımı çarpa çarpa, camın ne olduğunu ben de öğrendim.
Bunu söyledikten sonra, yarı karanlık odanın içinde, havada bikaç daire çizip hız aldı ve birden ok gibi uçup yine pencere camına çarptı.
Yaşlı sineklerden biri ona şöyle dedi:
— Camın ne olduğunu biliyorsun, ne diye boyuna cama çarpıp duruyorsun? Nasıl olsa camı delip çıkamazsın. Boş yere kendini bitireceksin.
Başka sinekler de , o genç sineğe, camı delemeye-ceğini anlatmaya çalıştılar:
— Kendine yazık ediyorsun... Çarpıp durma, bir yerin sakatlanacak. Gel, sen de bizim gibi, şuralarda beğendiğin bir yere kon, orda dinlen sabah olana dek.
Genç sinek, yine,
— Ben, dışarısı aydınlıkken bu karanlıkta kalamam... dedi.
Bir yaşlı sinek de,
— Nasıl olsa geceleyin her yer kararınca karanlıkta kalacaksın... dedi.
Genç sinek de,
— Evet ama, her yer kararınca başka umarımız kalmaz, dedi, oysa şimdi dışarısı aydınlık.
Bunu söyledikten sonra belki yüzüncü kez hızla cama çarptı.
Yaşlı sineklerden o zamana dek hiç konuşmaya katılmamış olan biri, genç sineğe,
— Sana acıyorum, dedi, camın öte yanma geçemeyeceğini bile bile, ne diye kendini cama çarpıp duruyorsun?
O atak, genç sinek,
— Ama umudum var, dedi, benimkisi bir umut... Dışarısı aydınlık kaldıkça bende bu umut sönmez.
— Ama camın ötesine geçemezsin. Bu olanaksız.
— Biliyorum, geçilmez... Ama ya bir yolunu bulup geçersem...
Çok sinirlenen bir yaşlı sinek,
— Geçilmez, aptal! diye bağırdı. Genç sinek,
— Öyleyse ışık nasıl geçiyor camdan? diye sordu. O yaşlı sinek,
— Sersem, sen bir sineksin, ışık değilsin ki... Yoksa kendini ışık mı sanıyorsun, budala! diye bağırdı.
Başka birçok bilmiş sinek de,
— Işık camdan geçer ama, ses geçmez... dedi. Genç sinek yine direndi:
— Varsın olsun... Ben yine de aydınlığa gitmeyi deneyeceğim.
Bunu havada söyledikten sonra, cama öyle hızla çarptı ki, çarpmanın etkisiyle pencerenin alt pervazına düştü. Orada incecik ayaklarıyla, gövdesine masaj yaparak, kanatlarını düzelterek, kendisini tedavi etti.
Sonra uçtu, uçtu, yine hızla cama çarptı.
Bir yaşlı sinek,
— Son kez sana söylüyorum, dedi, dışarı çıkamazsın. Boşuboşuna kendini zedeleme, incitme...
Genç sinek,
— Sanki siz, aydınlığa çıkmak için uğraşmıyorsunuz da ne yapıyorsunuz? Hiç... Konduğunuz yerlerde pinekleyip duruyorsunuz. Ben sizin gibi pinekleyeceğime, hiç olmazsa bir çıkış aramak için umutla çırpmıyorum. Pineklemekten çok daha iyidir benim
10
yaptığım. Karışmayın bana...
Yaşlı sinekler, bu dikbaşlı, söz anlamaz genç sineğe öğüt vermekten vazgeçtiler. Çünkü, ne söyleseler anlamayacaktı bu kalın kafalı sinek... Onlardan kimisi, bu genç sineğin aptal, kimisi de deli olduğunu-nu düşünüyordu. Varsın başını çarpıp dursundu sert cama... Nasıl olsa biraz sonra dışarısı da kararacak, konduğu yerde sabah aydınlığını bekleyecekti uçmak için...
Genç, atak ve umutlu sinek, durmadan camın ötesindeki aydınlığa varmanın bir yolunu aramaktaydı. Hiç yılmıyor, umutsuzluğa kapılmıyordu. Bir ara, bu evin çocuğunun az önce ders çalıştığı masaya kondu. Çocuğun ders çalıştığı kitabı açık duruyordu. Genç sinek, her şeyi öğrenmeye çok meraklı olduğu için, okumasını öğrenmişti. Açık duran sayfayı okumaya başladı. Kitabın o sayfasında ışık anlatılıyor, ışık üstüne bilgi veriliyordu. Ama bu bilgi, oldukça eğlenceli anlatılıyordu. Örneğin şöyle bir bölüm vardı o sayfada:
«Bir kedinin kuyruğuna teneke bağlansa, kedi kuyruğuna bağlı tenekenin gürültüsünden korkarak, o gürültüden kurtulmak için hızla koşup kaçmaya başlar. Böyle bir kedinin, çarptığı pencere camını kırmadan camın öte yanına geçmesi için ne yapması gerekir?»
O sayfada bu sorunun yanıtı da vardı. Şöyleydi:
«Kedi, hızla koşa koşa, hızı, ışık hızına ulaşırsa, o zaman camı kırmadan, camın öte yanma geçebilir. Çünkü, ışık saniyede üçyüzbin kilometre hızla gittiğinden, camın bir yanından öte yanına geçebilir. Ama bir kedinin, camı kırmadan, çarptığı camın öte yanma
.1 . 1 .'
II
geçmesi olanaksızdır. Çünkü kedi, ışık kadar hızlı koşamaz. Bu, bir varsayımdır.»
Genç sinek, bu ilginç bilgiyi öğrenince çok sevindi. Demek, ışık hızı kadar hızlı uçabilirse, camın öte yanına geçebilecekti. Bu kez bu denemeye girişti.
Uçuş hızını artırabilmek için, gerilere, ta karşı duvara gidiyor, ordan hız alarak uçuyor, kendini cama vuruyordu. Camın öte yanına geçemeyince, hızının yetmediğini anlıyordu. Bu kez daha da hızlı çarpıyordu. Bu hızlı çarpışı çok denedi. Bir uçuşunda, o denli çok hız almıştı ve o denli sert çarpmıştı ki, camın üstünde yamyassı kalmıştı. Bütün gövdesi ezilmiş, derisi parçalanıp delinmişti. Kanları saçılmıştı camın üstüne. Genç sinek, sonunda ölmüştü işte...
Odadaki sinekler, genç sineğin ölüsünün çevresinde toplandılar. Ağlamaya başladılar. O güne dek, pek çok sineğin öldüğünü görmüşler, ama hiçbirine bu genç sineğe olduğu kadar üzülmemişler, hiçbiri için gözyaşı dökmemişlerdi. Bu genç sinek başkaydı.
Sinekler, genç sineğin ölüsü başında nutuklar çekmeye başladılar. Özet olarak şöyle diyorlardı:
— O, sineklerin öncüsüdür, hepimiz için çıkış yolu arıyordu.
— O, bir umut simgesiydi. Hepimize umut aşılıyordu.
— Ne büyük özveri! Bizler için canını verdi...
— En olanaksızı bile, olanaklı kılmak için öldü.
— Seni hiçbir zaman unutmayacağız...
— Sen, biz sineklerin tarihine altın sayfaya geçeceksin ve senin savaşımın tarihe altın harflerle yazılacak.
Sinekler ağlıyorlar, genç sineğin ölüsü başında
12
saygı duruşunda duruyorlardı.
Ordaki sineklerin en yaşlısı ve en bilgilisi,
— Bu kahraman sineğin cam üstündeki ölüsü, onun bir anıtı olarak burda kalsın. Çünkü o, aydınlığa çıkmak için canını verdi... dedi.
Başka bir sinek de, camdaki sinek ölüsünün anıt olarak kalmasını çok beğendi, çünkü az sonra sinek yapıştığı camda kuruyup kalacak ve güzel bir anıt olacaktı.
En yaşlı sinek,
— O burda sonsuza dek yaşayacak, onu sinekler hiçbir zaman unutmayacaklar... dedi.
Dışarısı da artık kararmıştı, gece olmuştu. Bu yüzden sinekler oldukları yerde kaldılar. Biraz sonra, işinden dönen anne, odaya girdi. Odanın lambasını yaktı. Sonra pencerenin perdesini kapamaya gidince, camdaki sinek ölüsünü gördü. Bir temizlik beziyle orasını sildi. Camda sineğin ölüsü de kalmamıştı.
Yaşlı sinek haklıydı. Genç sineğin anıtı sonsuza dek kalmıştı. Çünkü, sonsuz denilen şey de, yaratıklara göre sınırlıdır. Kelebek için sonsuz üç saatse, insan için otuzbin yıldır, bir sinek içinse olsun olsun da birkaç saat olsun...
Anıtı dikilen genç sinek, sineklerin tarihine bir kahraman olarak geçti. Ama kimi sinekler de onun, olanaksızı deneme yüzünden öldüğü için, bir aptal, yada deli olduğunu hâlâ söylemektedirler.
Hangisi doğruydu? Buna sinekler kendileri, anlayışlarına göre karar verdiler. Bugün hâlâ, camlara çarpıp öte yandaki aydınlığa ulaşmak için çaba harcayan, bu uğurda canveren sinekler de vardır, bunun aptallık olduğunu düşünüp kondukları o karanlık
13
yerde pinekleyen sinekler de vardır. Hangisinin yolunu seçmek gerektiğini, her sinek kendisi bilir. Ama şu da bir gerçek ki, sineklerin tarihi, karanlıkta pineklediği için hiçbir sineğin anıtının dikilmiş olduğunu yazmamaktadır.
BİRBİRLERİNİ KISKANAN TAŞITLAR
Bu olay büyük bir kentte geçti. O kentin çok büyük bir garı vardı. O garda birçok demiryolu birleşiyordu. Durmadan gara tirenler gelir, gardan tirenler kalkardı.
Gar, deniz kıyısına yakındı. Deniz kıyısında vapur iskelesi vardı.
Garla iskele arasındaki geniş alanda, otobüslerin, troleybüslerin, tramvayların, otomobillerin, kamyonların ayrı ayrı durakları vardı. Orda hemen hemen her tür taşıt ve binit bulunuyordu. Birbirlerine yakın olduğu için tanışıyorlardı. Aralarında konuşurlardı. Otobüs durağına gelen otobüslerle, taksi durağındaki otomobiller çok iyi arkadaştılar. Bigün otobüslerden biri, bir otomobile şöyle dedi:
— Şu tirenlerin işi ne denli kolay... Hem kolay,
15
hem de rahat. Tekerlekleri, rayların üzerinde kayarak dönüyor. Hep aynı yoldan gidip geliyorlar. Hiçbir zaman yollarını değiştirmezler. Yaşamları izlence içinde geçiyor. Daha yola çıkmadan, hangi yoldan gidip döneceklerini bilirler. Ne güzel değil mi?
Bu sözlerinden, otobüsün tireni kıskandığı belli oluyordu. Otomobil, tireni otobüsten de çok kıskanıyordu.
— Çok doğru, dedi, tirenler şanslı taşıtlar... Bizim gibi değil, Hele benim ne zaman, nereye gideceğim hiç belli olmaz. Bu düzensiz yaşamdan bıktım.
İncecik bir ses araya girdi. O ince ses, otobüse şöyle diyordu:
— Sayın otobüs, niçin yakındığınızı anlamıyorum. Hiç olmasza belli bir tarifeye göre kalkıyorsunuz, o tarifeye göre belli yollardan gidip geliyorsunuz, belirli duraklarda duruyorsunuz. Ama benim hangi yollardan gideceğim, ne zaman gidip ne zaman, nerede duracağım hiç belli olmaz; üstüme binenin isteğine bağlı...
Bu incecik ses, durağa bırakılmış bir bisikletten geliyordu. Belli ki bisiklet de, tarifesi var diye otobüsü kıskanmaktaydı.
Bu kez kalın bir ses girdi araya. O kalın ses, otobüse şöyle dedi:
— Çok doğru söylüyor bisiklet. Benim de hiçbir zaman tarifem olmadı. Bu düzensiz yaşam çekilmiyor. Şoför, beni istediği zaman sürer, istediği yoldan götürür, istediği yerde durdurur.
Bu kalın ses, duraktaki bir kamyondan geliyordu. Kamyonun da, otobüsü kıskandığı belliydi. Kamyon
16
şöyle ekledi:
— Ne güzel şeydir tarifesi olmak... Tarifesi olanlar bizim acımızı anlayamazlar. Bütün yaşamımda hiç tarifem olmadı. Bundan sonra olacağı da yok...
Bisiklet, o incecik sesiyle,
— Bir tarifem olmasını hep özlemişimdir. Belli zamanda kalkmak, belli zamanlarda belirli yerlere gitmek belirli yollardan... Ne güzel şey düzenli bir yaşam...
Otomobil de, ince sesli bisikletle, kalın sesli kamyonu doğruladı:
— Otobüsler bizlere göre çok iyi bir yaşam sürüyorlar. Ne mutlu otobüslere... Tarife, düzen demektir. Benim hiçbir zaman düzenli bir yaşamım olmadı. Gece yarılan, hatta sabaha karşı bile şoför beni çalıştırır, sürer. Oysa otobüslerin yaşamı bir izlence içinde geçer.
Otomobilin de, bisiklet ve kamyon gibi, tarifesi var diye otobüsü kıskandığı belliydi. Otobüs, bu üçüne şu yanıtı verdi:
— Evet, belediyenin yaptığı tarifeye göre yaşadığım doğrudur. Ama hep aynı yoldan gidip gelsem bile, şoför beni, yolun bir o yanına, bir bu yanına sürebilir. Sonra yol tıkanınca, beni tarife dışı bir yerde durdurabilir. Oysa tirenler öyle mi? Tirenin tekerlekleri, rayların üzerindedir. Raydan bir santim bile ayrılmadan yaşamını sürdürür. Sonra durağa gidinceye dek hiçbir yerde durmaz.
Otobüsün de tireni kıskandığı anlaşılıyordu. Bu sözlerine karşı otomobil, otobüse şöyle dedi:
— Olsun, hiç olmazsa senin bir tarifen var yine... Bizim o da yok ya...
17
Otobüs de şöyle dedi:
— Yaşamımda hiçbir zaman tiren gibi düzenli olamadım, hiç olmazsa troleybüsler gibi olsaydım... Tirenler nasıl raylarından ayrılamazlarsa, troleybüsler de, elektrik akımı aldıkları elektrik telinden ayrılmazlar. Belli yoldan gidip geldikleri, elektrik telinden ayrılmadıkları, düzenli yaşadıkları için, troleybüsler kimbilir ne mutludurlar...
Sert bir ses,
— Yanılıyorsun... dedi.
Bu ses, duraktaki bir troleybüsten geliyordu. Şöyle diyordu onlara:
— Tarife dediğiniz şey, çok cansıkıcıdır. Elektrik telinden kıl payı ayrılamazsın. Otobüsün de tarifesi var ama, hiç olmazsa yolun bir sağ, bir sol yanına gidebilir. Yol tıkanınca gelişigüzel yerde durabilir. Oysa benim hiçbir özgürlüğüm yok. Tarifeyle yaşamayı siz güzel bişey sanıyorsunuz. İzlenceymiş! Yerin dibine batsın izlence... Hangi saatte, nerde olacağını, nerelerde duracağını bitirmişsin... Bir gün, iki gün değil ki bu, bütün yaşam boyu çekilmiyor. Hiç olmazsa, aylık, yıllık izin verselerdi de, bağlı olduğum telden kurtulup ben de istediğim zaman, istediğim yerlerde gönlümce gezebilseydim, tıpkı otomobil gibi, bisiklet, kamyon gibi... Hiç özgürlüğüm yok benim...
Bu sözlerinden troleybüsün de otomobili, bisikleti, kamyonu, hatta otobüsü bile kıskandığı anlaşılıyordu.
Heceleri uzata uzata konuşan biri söze karıştı. Bu, gardaki bir tirendi. Konuşurken heceleri, vagonlarının sayısına göre uzatıyordu. Oradakilere şöyle dedi:
18
— Troleybüs doğru söylüyor. Belli zamanlarda hep belirli işleri yapmanın ne denli cansıkıcı olduğunu kimse biz tirenler kadar bilemez. Yaşamaktan bıktım. Tekerleklerimle bağlı olduğum şu raylardan biraz olsun ayrılıp, çayırlara, dağlara, uzak ovalara gitmek, oralarda neler olduğunu gezip görmek isterim... Oralarını merak ediyorum. Ama hiçbir özgürlüğüm yok, rayların belirlediği yollardan başka yere gidemem ve tarifenin belirlediği zamandan başka zamanlarda hiçbir istediğimi yapamam... Özgürlüğümü kazanabilmek için canımı vermeye bile razıyım. Troleybüsün de tarifesi var, o da elektrik teline bağlı ama, yine de benden iyi onun
durumu. Hiç olmazsa, elektrik telinin sağına soluna birazcık da olsa açılabilir. Ama ben tekerleklerimi, bir santim bile raylardan ayıramam.
Tirenin, salt otomobili, kamyonu, bisikleti, otobüsü değil, troleybüsü bile kıskandığı bu sözlerinden apaçık belli oluyordu.
Gıcırtılı bir ses konuşmaya katıldı. Bu, duraktaki bir tramvaydı. Tekerleklerinin raylarda çıkardığı o gıcırtılı sesiyle, tirene şöyle dedi:
— Baştan sona doğru söylüyorsunuz. Ama sayın tiren, bana göre siz, yine de çok şanslı sayılırsınız. Benden çok daha özgürsünüz. Ben de sizin gibi, tekerleklerimi raydan bir santim bile ayıramam. Belli bir tarifeye göre yaşamak zorundayım. İşte bu cansıkıcı yaşama, kimileri düzen diyorlar. Özgürlük olmayınca ben ne yapayım düzeni... Ben de sizin gibi, rayların döşeli olduğu yolların dışında neler olduğunu çok merak ediyorum. Başımı alıp kentin içine dalmak, pazar yerlerini, sokakları gezmek istiyorum. Ama olanaksız.
19
Tiren,
— Sizi çok iyi anlıyorum. Ama neden ben sizden çok daha şanslı oluyor muşum, açıklar mısınız? dedi.
Tramvay o gıcırtılı sesiyle yanıt verdi:
— Siz kendi yaşamınızdan boş yere yakınıyorsunuz. Çünkü siz hiç olmazsa, kentlerden kentlere uzun yollar boyunca gidebiliyorsunuz. Ya ben? Kentin belli durakları arasında yaşamak zorundayım. Hergün kısa aralıklı aynı duraklar arasında git-gel... Ne cansıkıcı bir yaşam... İnanın, zaman zaman, ne olursa olsun deyip, raylarımdan çıkıp kentin içine yürümek istiyorum.
Bu sözlerinden anlaşıldığına göre tramvay, hem otomobili, bisikleti, kamyonu, otobüsü, hem de tireni kıskanıyordu.
İskeleye yanaşmış olan vapurun düdüğü öttü. Otobüs,
— En şanslı taşıt, vapurlar... dedi. Tiren,
— Niçin? diye sordu. Otobüs,
— Çünkü, dedi, vapurların yaşamı hem düzenli, hem de özgürlükleri var. Belli bir tarifeye göre gidip geldiklerine göre, yaşamları bir izlence içinde geçiyor. Denizde oldukları için de özgürlükleri var.
Kamyon,
— Doğru, dedi, deniz yumuşacık bişey... Oysa bizim tabanımızda sert yer var. Vapurlar, yumuşacık ve kaygan suyun içinde istedikleri gibi devinebilirler...
Bu konuşmalarından, kara taşıtlarının vapurları kıskandıkları ortaya çıkmıştı.
İskeledeki vapur, onlara şu yanıtı verdi:
20
— Hepiniz yanılıyorsunuz. Sizin bastığınız yer sert, sizler sağlam bir yere basıyorsunuz. Ne güvenli bişeydir sağlam yere basmak. Hiçbir zaman, tekerleklerinizin altındaki yerin oynamayacağını, kımıldamayacağını biliyorsunuz. Oysa ben öyle miyim?.. Ben suyun üstünde duruyorum. Su, güvenceli değil. Durmadan oynar, kımıldar, devinir, dalgalanır ve hep beni sallar... Kimileyin de çalkalaya çalkalaya canımı çıkarır. Ne denli şanslı olduğunuzu hiç bilmiyorsunuz siz...
Vapurun, bütün kara taşıtlarını kıskandığı anlaşılıyordu.
O sırada, gökten gelen bir gürültü duyuldu. Bu bir uçaktı. Uçak tam üstlerinden geçmekteydi.
Tiren,
— En iyisi uçak olmakmış, dedi, ne şanslı bir binit... Alabildiğine özgür...
Kamyon,
— Evet, dedi, alabildiğine özgür, üstelik tarifesi de var. Yani hem özgür, hem düzenli yaşıyor...
Kara ve deniz taşıtlarının, uçağı kıskandıkları anlaşılıyordu. Onların konuşmalarını duyan uçak, yukardan şöyle seslendi:
— Çok yanılıyorsunuz. Evet, deniz oynaktır, kaypaktır, ama ne de olsa yine de havadan çok daha güvencelidir. Bir vapur, denizde çalışmadan da durabilir, batmaz. Oysa ben motorlarım çalışmadan, havada duramam. Bu güvencesiz yaşamdan bıktım. Zaman zaman, yerde, tekerleklerim üstünde koşmak, havaalanından kente varmak, oralarını görmek isterim. Bütün yaşamım boyunca her şeyi yukardan, kuşbakışı görüyorum. Hiçbişeyi yanından göremedim. Ah, bir
21
otobüs, yada bir kamyon olsaydım... Bir bisiklet bile olmaya razıydım... Günün birinde, havaalanından alıp başımı gideceğim; yapacağım bu deliliği... Havada uçmak, özgürlük mü sanıyorsunuz? Ben de tarifelere uygun uçmak zorundayım; hem de fırtınalara göğüs gererek...
Anlaşılan uçak, hem kara, hem de deniz taşıt ve binitlerini kıskanıyordu. Taşıtlar ve binitler içinde birbirlerini kıskanmayan yoktu. Kimi düzenli bir yaşam, izlence istiyordu. Kimisi tarifelerin baskısından bıkmış, özgürlük istiyordu. Kimisi güvence arıyordu. Kimisi de, merak ettiği yerlere gidebilmek isteğin-deydi. Uçak, her şeye kuşbakışı bakmaktan bıkmıştı.
Kısacası, tramvay otobüsü, otobüs tireni, tiren kamyonu, kamyon troleybüsü, troleybüs vapuru, vapur uçağı, yani hepsi birbirini kıskanmaktaydı.
Bütün bu taşıtlar ve binitler, istekleri gerçekleşemediği için öyle bunaldılar ki, günün birinde özledikleri yaşama kavuşmak için karar verdiler. Tiren, rayından çıkıp merak ettiği başka yerlere gidecekti. Bisikletle otomobil, tramvay raylarına tekerleklerini oturtup düzenli yaşayacaklardı. Kamyon, tirenin raylarından gitmek istiyordu. Tramvay, sert yere basmaktan bıkmış, denizde özgür olacaktı. Vapur, güvenceli bir yaşam için artık karada gitmek istiyordu. Uçak, havaalanına inince, bir otobüs gibi alıp başını gidecek, kentin içine dalacaktı...
Bütün bu taşıtlar ve binitler, yaşamları boyu özledikleri bu isteklerini gerçekleştirmeye giriştiler. Sonuç ne oldu? Raylarından çıkıp uzakları görmek isteyen tiren hemen devrildi. Uçak, alıp başını gidince, kanatları duvarlara çarptığı için bozuldu. Bisiklet,
22
tramvay rayına tekerleklerini oturtmak isteyen kamyonun altında kaldı. Karada güvence arayan vapur, kuma oturdu, burnu bir kayaya çarptı. Tramvay, raylarından çıkmaya kalmadan devrildi. Elektrik telinden ayrılan troleybüs, yürümeye gücü olmadığı için olduğu yerde kala kaldı. Otomobil, uçak gibi uçmak için bikaç kez zıpladıysa da, bir ağaca toslamaktan başka bişey yapamadı. Vapur gibi hem tarifeli, hem özgür olmak isteyen otobüs, kendini rıhtımdan aşağı denize attıysa da, hemen sulara gömüldüğü için yüzemedi.
Taşıtların ve binitlerin hiçbiri, kendilerinden başka bişey olamadılar. Bu olaydan sonra taşıt ve binit tarihçileri, tarih kitaplarına şunu yazdılar:
«Hangi taşıt ve binit, kendisinden başka bir taşıt ve binit olmaya özenirse, kendisi olarak bile kalamayacağı için, hiçbişey olamaz.»
BÜYÜK KOYUN İMPARATORLUĞU
Tarihin bir döneminde, kurtlara av alanı kalmamıştı. Çünkü, hayvanların kralı sayılan aslan, kaplan, pars yb. gibi güçlü ve yırtıcı hayvanlar, dünyanın av alanlarını kendi aralarında bölüşmüşlerdi. Kurtlara, avlanacakları alan bırakmamışlardı. Her ne denli kurtlar da yırtıcı hayvanlarsa da, aslan, kaplan, pars denli güçlü değildiler. Buyüzden kurtlar, aslanların, kaplanların egemen oldukları alanlara giremiyor, oralarda avlanamıyorlardı. Böyle olunca da geçim sıkıntısı çekiyor, aç bile kalıyorlardı. Kurtların, bu sıkıntılı durumlarına bir umar bulmaları gerekiyordu. Bunun için de kurtlar büyük bir kurultay düzenlediler. Bu kurultayda, nasıl bir umar bulacakları konusunda, aralarında konuşup görüştüler, tartıştılar. Sonunda, kendi bilginlerine danışmaya karar verdiler. Yaşlı bir
24
kurt bilgin, kurtların kurultayına gelerek şöyle konuştu:
— Çok sevgili kurt kardeşlerim, eştürlerim! Aslan, kaplan ve benzeri hayvanlar sömürgecidirler. Bu büyük sömürgeciler, dünyanının en verimli yaşam alanlarını kendilerine ayırmışlardır. Dünyaya egemen olmuşlardır. Biz kurtlara yer bırakmamışlardır. Bizler de yaşam alanı istiyoruz. Ama boş yaşam alanı kalmamıştır. Oysa biz kurtlar da yırtıcı güçlü, üstelik de akıllıyız.
Yaşlı kurt bilgin, sözünün burasında birazcık durdu. Oksürerek sesini ayarladıktan sonra şu öneride bulundu:
— Değerli kurt kardeşlerim, sevgili türdeşlerim! Hep birden «Kurtlar, hepsinden üstündür!» diye bağırmamızı öneriyorum.
Bu öneriyi, kurultaydaki kurtlar benimsediler. Yalnız o gün değil, o günden sonra da her zaman, her yerde üç kez üstüste ve hep bir ağızdan şöyle bağırmaya başladılar:
«Kurtlar, kurtlar, hepsinden üstün!
Kurtlar, kurtlar, hepsinden üstün!
Kurtlar, kurtlar, hepsinden üstün!»
Bu söz, kurt toplumunda bir savsöz oldu.
Yaşlı kurt bilgin, sonra konuşmasını şöyle sürdürdü:
— Bizim de sömürgelerimiz olmalıdır. Bunun için önerim şudur: Koyunları «Büyük Koyun İmparatorluğu» kurmaya kandıralım. Koyunlar, Büyük Koyun İmparatorluğu kurmak için bir alanda toplanınca, o alanı çevirir, koyunları kuşatırız. Karnımız acıktıkça, doyuncaya dek koyunları yeriz.
25
I
Bu öneri, kurtlar kurultayında benimsendi. Bunun üzerine, bu öneriyi gerçekleştirmek için, kurt bilginlerden bir kurul toplandı. Bu kurulda, önerinin nasıl uygulanacağı görüşüldü.
Bir kurt bilgin şöyle dedi:
— Her şeyden önce, onları rahatça yiyebilmemiz için, koyunları bir araya toplamamız gerekir.
Başka bir kurt bilgin de,
— Çok doğru, dedi, bütün canlılar gibi, koyunlar da ancak bir tehlike karşısında kalınca bir araya gelir, toplanırlar. Bunun için, bir tehlike uydurmalıyız. Koyunları, tehlikede olduklarına inandırmalıyız. Örneğin bu tehlike Galapintop olabilir... dedi.
Dinleyen kurtlar, Galapintop tehlikesinin ne olduğunu sordular.
Kurt bilgin, böyle bişeyin olmadığını, uydurduğunu, söyledi. Gerçekte var olmayan bir tehlike, var olan tehlikeden çok daha korkunç olarak anlatılabilir-di. Çünkü, var olan bişey az yada çok bilinir, ama var olmayan bişey bilinmez.
Kurtlar, koyunlara Galapintop tehlikesi karşısında olduklarını anlatacaklardı. Bu amansız tehlikeye karşı, kurtların her zaman, her yerde koyunları destekleyeceklerini açıklayacaklardı.
Bu öneri oybirliğiyle benimsendi. Sonra başka bir kurt bilgin şöyle konuştu:
— Koyunları birleştirmek, bir araya toplamak için, büyük bir tehlike karşısında olduklarını onlara anlatarak koyunları kandırmak çok yerindedir. Ancak yeterli değildir. Ayrıca onları çok büyük amaçlı bir ülküye inandırmak gerekir. Bu ülkü, hiçbir zaman gerçekleşemeyecek uzak bir hayal, tatlı bir düş olmalı-
26
dır.
Bunları söyleyen kurda, öbür kurtlar sordular:
— Nasıl bir ülkü aşılamalıyız koyunlara ki, gerçekleştireceklerini sanarak o hayalin arkasından sürü sürü gitsinler?
Bilgin kurt bu soruyu şöyle yanıtladı:
— Onlara «Büyük Koyun İmparatorluğu» gerektiğini anlatırız. Bu ülkünün adı «Koyunculuk» ülküsü olur.
Bu kurulda alınan karardan sonra, bu kararların uygulanmasına geçildi. Kurtlar, koyunlar arasından en çıkarcıları, en bencilleri ve en aptalları bulmuşlardı. Onları, kendilerine yandaş yapmışlardı. Kurt yanlısı olan koyunlara, rüşvet olarak, en güzel otlakları, geniş çayırları gösteriyorlardı. İşte böylece koyunlar arasında «Koyunculuk» akımı yayılmaya başladı. Koyunculuk akımının kitapları yazılıyordu. O kitapta şöyle şeyler yazılıydı: «Biz koyunlar, bütün öbür hayvanlardan üstünüz. Aslanın, kaplanın tüylerinden bile iplik yapılmazken, bizim tüylerimizden iplik yapılır. Hatta bizim dışkımız bile yararlıdır, gübre olarak kullanılır. Ama aslanın, kaplanın dışkısı, bu güzel dünyayı pisletmekten başka neye yarar? Biz koyunlar üstünüz. Öyleyse bir Büyük Koyun İmparatorluğu kurmalıyız. Bu Büyük Koyun Imparatorluğu'nu kurmak için de koyunculuk ülküsü odağında birleşmeliyiz. Düşmanımıza karşı birlik olmalıyız. Kahrolsun Galapintop... Büyük Koyun İmparatorluğu kuracağız. Bütün ormanlar, geniş çayırlar, sonsuz çimenler biz koyunların olacak. Galapintop'un başını ezeceğiz.»
Kurtlar, bu düşüncelerinde koyunları destekliyor, onlara yardım ediyorlardı. Bu yardım ve destekleme
27
I
karşısında kimi koyunlar şöyle düşünmeye başlamışlardı: «Biz, kurtları ne denli yanlış tanıyormuşuz... Oysa kurtlar, ne denli iyiliksever, ne denli yardımsever hayvanlarmış. Kurtlar, bizim dostlarımızdır.»
Kurtlar daha deneyimli, daha bilgili, hem de daha örgütçü oldukları için, koyunlara uzmanlar gönderi-yorlardı. Bu kurt uzmanlar, koyunlara öğütler veriyor, salıklarda bulunuyor, yol-yöntem gösteriyordu.
Kurtlar, bu uzmanlarının dışında, koyunların arasına kendi casuslarını da göndermeye başlamışlardı. Bu casuslar, koyun postuna bürünmüş kurtlardı. Çok iyi eğitildikleri için, tıpkı koyun gibi meliyorlardı. Koyunlar, bu casusları kendileri gibi koyun sanmışlardı. Bu casuslar her söze «Her zamandan daha çok birlik ve beraberliğe muhtaç olduğumuz bu dönemde» diye başlayarak, koyunları birliğe, bir araya toplanmaya çağırıyorlardı.
Koyunlar arasında yayılan Büyük Koyun İmparatorluğu ülküsü, bir koyun sürüsünden öbür koyun sürülerine durmadan yayılıyordu. Bütün koyun sürü-lerindeki koyunlar, düşmanları Galapintop'a karşı birleşmek istiyor ve sınırsız çimenlerin, sonsuz çayırların, gür otlakların bulunduğu o Büyük Koyun İmpara-torluğu'nu özlüyorlardı. Bütün koyun sürüleri oraya akın edeceklerdi ve kendilerine engel olmak isteyen düşmanları Galapintop'ları yokedeceklerdi.
Bütün koyunları bu kurt masalına inanacak denli aptal sanmak yanlış olur. Akıllı koyunlar da vardı. Bunlar, Galapintop diye bir düşman olmadığını, bu düşman tehlikesini kurtların uydurduğunu, amaçlarının uydurma bir tehlike yaratarak asıl tehlikenin kendileri olduğunu gözden gizlemek olduğunu söyle-
28
yerek türdeşlerini uyarmaya çalıştılar. Bu kadarla da yetinmediler. Büyük Koyun İmparatorluğu'nun boş bir hayal olduğunu da anlattılar. O hayal imparatorlukta, bol çayır, güzel çimen, gür otlak düşlerken, postun da elden gideceğini, aç kurtlara yiyecek olacaklarını açıkladılar. Bu uzakgörüşlü koyunların bu çabaları hiçbir işe yaramadı. Çünkü, düşman Galapintop'a karşı birleşmek, bir arada olmak, toplanmak, Büyük Koyun İmparatorluğu'nu kurmak düşüncesi çok yayılmıştı. Bunun tersini düşünenlere hain ve koyun düşmanı gözüyle bakılıyordu. Büyük Koyun İmparatorluğu'ndaki çayırlar, çimenler, kış soğuğunda, kar altında bile kurumuyordu. Orası bir cennetti, koyun cenneti...
Büyük Koyun İmparatorluğu'nu kurmak için çalışmalar gittikçe hızlandı. Ve düşman Galapintop'u yenmek için koyunlardan asker birlikleri oluşturuldu. Koyunlar, artık eskisi gibi koyun koyun yürümüyor, kurt kurt yürüyorlardı. Eskisi gibi koyunca melemi-yor, kurtça ulumaya özeniyorlardı.
Bu çalışmaların sonunda o tarihsel gün gelip çattı. Sürüden sürüye haberler ulaştı ve dünyanın her yerindeki koyun sürüleri birlik içinde olmak, düşmanları Galapintop'u yoketmek ve Büyük Koyun İmparatorluğu'nu kurmak ve orada toplanmak için yürüyüşe geçtiler. Yürüyüş çok zor geçti. Bütün koyunlar, kendilerine kurt uzmanların gösterdiği uzun ve çok geniş bir koyakta toplandılar. Burada hep bir ağızdan durmadan bağırıyorlardı:
— Kahrolsun Galapintop...
— Her zamandan çok birlik ve beraberliğe muhtaç olduğumuz böyle bir günde...
29
— Büyük Koyun İmparatorluğu'nu kuracağız!
Bütün aç kurtlar, o koyakta toplanmış olan koyunların çevresini kuşatmışlardı. Kurtlar, koyunları kolaylıkla parçalayıp, boğup yiyorlardı. Çünkü artık koyunların ne çobanları, ne de onları koruyan köpekleri vardı. Koyunlar, gerçek tehlikenin nerden geldiğini, gerçek düşmanın kim olduğunu, nasıl aldatıldıklarını anladılar ama artık iş işten geçmişti. Koyunların aptallığı yüzünden artık kurtların da bir yaşam alanı, bir sömürgesi olmuştu. Kurtların da egemen oldukları bir yaşam alanları vardı.
Bu yalana kanmayan, bu tuzağa düşmeyen kimi akıllı koyunlar, orada burada gizlenip saklanmışlardı. Onlar, koyun türünü yeniden ürettiler. Onlar da olmasaydı, koyun denilen hayvan türü, tümüyle yok olacaktı.
Koyunların tarihinde, burda anlatılan bu olay yazılı olduğu halde, kurtların bu kandırmaca oyunu dünyada yine de sürmektedir. Çünkü dünyada bugün de gerek koyunlar, gerek başka yaratıklar arasında, ne yazık ki, çıkarcılar, aptallar ve alçaklar, hâlâ vardır.
EŞEK EŞEKLİĞİNİ, İNSAN DA İNSANLIĞINI YAPMALI
Eskiden, bugünkü gibi motorlu araçlar yoktu. Otobüsler, kamyonlar da yoktu. O zamanlar taşıt olarak, öküzlerin çektiği kağnılarla, atların çektiği arabalar vardı.
Daha da eskiden at arabaları da yoktu. O zamanlar insanlar, taşıt ve binek olarak eşek kullanırlardı. Eşekler, hem yük, hem insan taşırdı.
İşte, eşeklerden başka taşıt ve binek olmayan o eski zamanda, bir ülkede ünlü bir eşek eğitmeni vardı. Çiftliğinde eşek üretirdi. Ürettiği eşekleri, kullanılacakları işe göre yetiştirirdi. Eşek, binek olarak kullanılacaksa, o eşeğe bineklik eğitimi verirdi. Kimi eşekleri de yük taşımak için eğitirdi. Sonra da bu eşekleri satardı. Eşek üretmekte, yetiştirmekte ve eğitmekte çok ustaydı. Buyüzden, uzman olarak her yana ünü
31
yayılmıştı.
Günün birinde o ülkeye, büyük bir sirk gelmişti. Sirkin sahibi, o ülkede ünlü bir eşek eğitmeni olduğunu duydu. Eşek eğitmenine gidip şöyle dedi:
«Benim sirkimde türlü hayvan var; aslan, kaplan, fil, ayı, maymun, köpek, daha da pekçok... Bu hayvanlar türlü gösteriler yaparlar. Yalnız aralarında eşek yok. Sirkimde eşeklerin de olmasını istiyorum. Bana sirk için bir eşek eğitir misin?»
Eşek eğitmeni sordu:
«Eşeğin sirkte nasıl bir gösteri yapmasını istiyorsun?»
Sirk sahibi şöyle dedi:
«İnsan gibi konuşan bir eşek için sana istediğin parayı veririm.»
Eşek eğitmeni böyle bir denemeye girişeceğini söyledi. O günden sonra da, çiftliğindeki eşekler içinden en yeteneklisini seçip, ona insan gibi konuşmasını öğretmeye çalıştı. Gecesini gündüzünü bu işe verdi. Sonunda, o eşeği, insan gibi konuşturdu. Eşek, herşey konuşamıyordu ama, üç-dört sözcüklü tümceleri söyleyebiliyordu.
Gezginci sirk, ertesi yıl, yine o kente geldi. Sirk sahibi, eşek eğitmenine gitti. Orada, konuşan eşeği görünce çok sevindi. Eşek eğitmenine istediği parayı ödeyip eşeği satın aldı.
Konuşan eşeğin sirkteki gösterisi çok büyük ilgi gördü. Sirk, seyircilerle dolup taşıyordu. Tıpkı insan gibi konuşan eşeği, seyirciler coşkunca alkışlıyorlardı.
Konuşan eşek o denli büyük ilgi gördü ki, sirk sahibi, eşek eğitmenine gidip daha başka konuşan eşekler almak istediğini söyledi. Bunun üzerine eşek
32
eğitmeni, daha başka konuşan eşekler yetiştirdi. Hem bu kez yetiştirdikleri, daha uzun tümceler de söyleye-biliyorlardı. Hatta konferans veren eşekler bile yetiştirmişti. Sirk sahibi, bu eşekleri de çok para ödeyerek satın aldı.
Konuşan eşekler o denli büyük ilgi görmüştü ki, başka sirk sahipleri de, konuşan eşekler satın almaya başladılar. İnsanlar konuşan eşeği görmeye, onu dinlemeye bayılıyorlardı.

beaverss
04-11-2015, 08:30
Konuşan eşekler o denli çok satılıyordu ki, ünlü eşek eğitmeni, istekleri karşılayamaz oldu. Bu kez, başka eşek eğitmenleri türedi. Onlar da konuşan eşek yetiştirmeye başladılar. Biçok eşek çiftlikleri türedi.
Sirklerde konuşan eşekleri görenler, bu hayvanları öyle sevdiler ki, evlerine de bunlardan almaya başladılar. Ana-babalar, başarılı çocuklarına armağan olarak konuşan eşek veriyorlardı. Zenginler, yaşgünü yada düğün armağanı olarak birbirlerine konuşan eşek vermekteydiler.
İlkin ancak zenginler, konuşan eşek satın alabiliyorlardı. Ama sonraları, konuşan eşek salgını öyle yaygınlaşmıştı ki, ortadurumlular, dahası dargelirliler bile konuşan eşek satın almaya özendiler. Hemen hemen herkesin evinde bir yada iki, kimi zengin evlerinde de üç-dört konuşan eşek bulunuyordu. Nutuk çeken, konferans veren, gülmece fıkraları anlatan eşekler çok pahalıydı. Ama salt bikaç tümce konuşabilen eşekler oldukça ucuzdu.
O ülkede konuşan eşek öylesine yaygınlaşmıştı ki, artık sirklerde konuşan eşek gösterileri olağanüstü sayılmıyordu. Bu kez, o büyük sirkin sahibi, sirkinde olağanüstü yeni bir gösteri düşünmeye başladı. Yine o
33
büyük eşek çiftliğinin sahibine gitti. O ünlü eşek eğiticisine şöyle dedi:
«Seyirciler eşeklerin konuşmasına artık alıştılar. Bu gösteri tutmuyor. Sen, eşeklerin dilinden anlıyorsun. Yeni bir olağanüstü gösteri bulmalıyız. Acaba, bu kez eski yaptığımızın tersini yapamaz mısın? Yani, eşeği insan gibi konuşturmak yerine, insanı tıpkı eşek gibi anırtamaz mısın?»
Uzman eşek eğitmeni, buna da çalışacağını söyledi. Hemen çalışmaya başladı. Uzun çabalardan sonra bunu da başardı. Eğittiği bir insan, tıpkı tıpkısına eşek gibi anırıyordu; öyle ki, gözlerini kapayıp onun anırtısını dinleyenler, anıranın insan olduğunu kesinlikle anlayamıyorlardı.
Sirk sahibi bu kez bu yeni gösteriyle büyük paralar kazanmaya başladı. Bu gösteri de kısa sürede yayıldı. Başka sirkler de anıran insan gösterisine başlamışlardı.
Sirklerde aslanların çemberlerden geçmesi, kaplanların fıçı üstünde yürümesi, fillerin iki ayakları üstüne kalkışı, ayıların birbirlerinin üstüne çıkışları, eşeklerin insan gibi konuşmaları, artık alışılmış gösterilerdi. Bu gösterilerden sonra, sirk ortasına çıkan bir insanın anırması yepyeni bir gösteriydi ve çok alkışlanıyordu.
O ülkede bir zamanlar nasıl konuşan eşek moda olduysa, bu kez de anıran insan moda oldu. Bu moda gittikçe yaygınlaştı. Hiç kimse bu moda salgınından kendini kurtaramadı. Ve bunun sonunda o ülkede eşekler insan gibi konuşmaya, insanlar da eşek gibi anırmaya başladı.
Gel zaman, git zaman, o ülkede işler bozulmaya
34
başladı. Çünkü, bütün eşekler konuşmaya başladığından, yük taşıyacak ve binilecek eşek kalmamıştı. Konuşmasını öğrenen eşekler, yük ve insan taşımasını unutmuşlardı. Konferans veren, nutuk çeken eşek, artık sırtına yük almasını bilmiyordu. Anıran insanlar da, artık eski işlevlerini yapamıyorlardı. Bu yüzden ülkenin ürünleri bir yerden başka bir yere taşınamı-yordu. Ürünler tarlalarda çürüyor, mallar fabrikalarda kalıyordu. Bir yerde buğdaylar ambarlarda çürür-ken, başka bir yerde insanlar aç kalıyordu. Çünkü, insan gibi konuşan eşekler, artık eşek gibi yük taşımıyorlardı.
O ülkede yokluk, yoksulluk, kıtlık, açlık, hastalık başlamıştı. Ne yapacaklarını şaşırdılar. Araya taraya, danışıp öğüt alacakları bir bilgin buldular. O bilgine neden bu duruma düştüklerini sordular. Bilgin de onlara şöyle dedi:
«Yeryüzündeki her varlığın kendi işlevi vardır. Örneğin, insan konuşur, eşek de yük taşır. Yeryüzündeki her varlığın kendi işlevini yapması olağan sayılır. Örneğin, insanın konuşması, eşeğin de yük taşıması olağandır. Siz, insanın işlevini eşeğe, eşeğin işlevini de insana yaptırtmaya kalktınız. Buysa olağanüstülüktür. Olağanüstülük salt sirklerde güzeldir. Oysa dünya bir sirk değildir.»
Bilgin sustu. Başları önlerinde kendisini dinleyenlere bisüre baktıktan sonra ekledi:
«İnsansoyu, konuşan insanı daha iyi ve doğru konuşturabilirse, yük taşıyan eşeğe daha çok ve daha uzun yük taşıtabilirse başarılı olur. Sizse olağanüstülük merakına kapılıp, insanı anırttınız, eşeği de konuşturdunuz.»
35
Başları önlerinde bilgini dinleyenler ona sordular:
«Bundan sonra ne yapmamız gerekir?»
Bilgin, bu soruyu şöyle yanıtladı:
«Bırakın, insan insanlığını, eşek de eşekliğini yapsın. Elinizden geliyorsa, daha da iyisini yaptırın onlara.»
O günden sonra o ülkede, insanları insanca konuşturmak, eşeklere de yük taşıtmak için çaba gösterdiler. Anırmaya alışan insanların yeniden konuşmaya, konuşmaya alışan eşeklerin de yeniden anırmaya başlamaları pek de kolay olmadı. O ülkede hâlâ, her varlık kendi işlevini daha iyi yapsın diye uğraşılmaktadır.
BİR KIRIK HEYKEL BAŞININ UMUDU
Bir horozbina taşılı, bir midye kabuğu, bir de mermerden yapılmış bir insan heykelinin kırık başı... Bu üçü, kitaplığımın rafında yan yana duruyor. Şimdi size bu üçünün başından geçenleri anlatacağım.
Onların serüvenleri toprağın içinde, çok derinlerde başlamıştı. Üçü de yerin altında, ama yan yana değillerdi. Horozbina taşılı en alttaydı. Yeryüzünden onüç metre derindeydi. Midye kabuğu, onun iki metre üstünde ve biraz kuzeyindeydi. Mermerden yapılmış insan heykelinin kırık başıysa, yeryüzüne öbürlerinden daha yakındı.
Horozbina taşılı, kireçli bir kaya tabakasının içinde gömülü kalmıştı. Sanki çok hünerli bir kadın eli onu bir tığla kayanın içine işlemiş gibi duruyordu. Horozbina orda öldükten sonra binlerce yıl üstüne
37
kireçli sular sızmıştı. İşte böylece horozbinanın ölüsü, kireçli kayanın içine kalıbı çıkmış gibi işlenip kalmıştı.
Midye kabuğu, horozbina taşılının üstündeki kum ve çakıl karışımı bir tabakanın içindeydi.
Midye kabuğunun az yukarısında heykel başı vardı. Bu kırık heykel başı killi bir tabakaya gömülmüştü.
Yerin altındaki o bölgenin en eskisi horozbina taşılıydı. İnsanların zaman ölçülerine göre ikiyüzbin yıldan beri buradaydı. Midye kabuğu, ondan ellibin yıl sonra oraya gelmişti. Oraya en son gelen kırık heykel başıydı.
Yeryüzünün onüç metre derinindeki kireçli kayaya gömülü horozbina taşılının yalnızlıktan canı sıkılıyordu. Zaman bitürlü geçmek bilmiyordu. Çünkü insansoyunun zaman ölçüsüyle ikiyüzbin yıldanberi kireçli kayanın içinde taşlaşıp kalmıştı. Kımıldamıyordu. Hiçbir beklediği, umduğu yoktu. İkiyüzbin yıl önceleri, içinde yüzdüğü, beslenip yaşadığı o deniz kıyısını anımsıyordu. O güzelim güneşli günleri anımsayıp içleniyordu. İkiyüzbin yıl öncesinin bir yaz sıcağı öğlesiydi. Mutluca yüzüp yaşadığı o deniz kıyısı birden allakbullak olmuştu. Yerin altı üstüne, üstü altına gelmişti. Karalar denizlere yürümüş, denizler yerin dibine akmıştı. Zavallı horozbina bu olağanüstü kargaşa içinde kendini yitirmişti. Sonra kendini sıcak bir hamurun içinde bulmuştu. Bu sıcak hamur gittikçe soğuyarak sertleşmiş, kayalaşmıştı. Onbinlerce yıl bu kaya çatlaklarından sızan kireçli sular, horozbinanın kabuğunu, iskeletini taşıllaştırmıştı. Sonunda horozbina, bir. kabartma ve çökertme gibi, kayanın içine işlenip kalmıştı. Horozbina taşılı için gelecek yoktu,
38
yalnız geçmiş vardı. Ama o geçmişe dönmesi de olanaksızdı. Buyüzden umut nedir bilmiyordu. Karamsardı.
Midye kabuğuna gelince... Bilindiği gibi midye, sert kabuklu yumuşakçalardan bir deniz hayvanıdır. Yassı solungaçlı. O da, yine insansoyunun zaman ölçüsüyle, bundan yüzellibin yıl önce ılık bir deniz kıyısındaki büyücek bir kayanın yosunlu dibine yapışmış, orda yaşıyordu. Yalnız değildi orda. İrili ufaklı, yaşlı genç, biçok midyeyle birlikteydi. Dibine yapıştığı o yosunlu kayanın olduğu deniz kıyısına bir dere akmaktaydı. İlkyaz günlerinde o derenin suyu bollaşır, akışı hızlanırdı. Aralarından geçtiği dağların, ovaların taşlarını sürüklüyor, onları denize taşıyordu. Aktığı deniz kıyısına kumları, çakılları yığıyordu. İşte böyle böyle, sözünü ettiğimiz midyenin, dibine yapıştığı yosunlu kaya, kum ve çakıl yığınlarıyla kaplanmıştı. Ordan deniz çekilmişti. Midye de, öbür irili ufaklı midyelerle birlikte kumların, çakılların arasına sıkışıp kalmıştı. Artık solunamıyor, beslenemiyordu. Çünkü deniz yoktu. Binlerce yıl orda kumlar arasında kaldı. Sonra bir gece yer yerinden oynadı. Karalar denize aktı, deniz karalara koştu. Sanki doğa kudurmuştu. Dağlar yıkıldı, denizler taşıp bulutlara yükseldi. Bu kargaşalık içinde midye kendini yerin dibinde buldu. Ama iki kabuklu midyenin bir kabuğu yitmiş, tek kabuğu kalmıştı. Binlerce yıl yi ten öteki kabuğunun özlemini duydu. Başka hiçbir midye görmedi. Onlarca bin yıl o çakıl ve kum arasında sıkışmış olarak kaldı. Taşlar çakıllar ve kumlar arasından demirli sular sızıyordu. Binlerce yıl sızan bu demirli sular, kumlan ve çakılları birleştirdi. Böyle kumtaşı oldu. Tek
39
kabuklu midye, o kumtaşının içine gömülü kaldı. Umut denilen şeyi hiç bilmiyordu. Çünkü geleceği yoktu. Ama çok eski bir geçmişi vardı. Geçmişini anıp anıp içleniyordu. Geleceği olmadığı, umudun ne olduğunu bilmediği için de karamsardı.
Ya o insan heykelinden kırılmış baş... Horozbina taşılına ve tek kabuk kalmış midyeye göre, kırık heykel başı çok küçüktü, daha çocuk sayılırdı. Çünkü, horozbina taşılı ikiyüzbin, tek kabuklu midye yüzelli-bin yaşındaydı. Onlara göre beşyüz yıllık bir heykel başı elbet daha çocuk sayılırdı.
Zamanının çok ünlü bir heykelcisi, büyük bir düşünürün heykelini yapmıştı. Bu heykel, kentin geniş bir alanındaki bir yükselti üstüne dikilmişti. Günlerden bir gün öyle korkunç bir deprem oldu ki bütün yeryüzü sallandı. Her şeyin yeri değişti. Üsttekiler alta geçti, alttakiler üste çıktı. Bu karmakarışıklık içinde heykel yıkıldı. Parça parça oldu. Kırılan heykel başı, kendini yeryüzünün altında, toprağın içinde buldu. Killi bir tabakanın arasına sıkışıp kaldı. Düşünür heykelinin kırık başı, bu derin yerde, başkalarının da gömülü olabileceğini düşündü. Kendi diliyle bağırmaya başladı:
— Heeey! Hiçbişey yok mu oralarda beni duyan? Bana yanıt verin!
Bu heykel başı günlerce, haftalarca, aylarca, yıllarca hep böyle bağırdı. Hiçbir yanıt alamıyordu. Ama o umudunu yitirmedi. Yeryüzünün altında, kum, toprak, çakıl, taş ve kayaların arasından ses iletimi kolay olmuyordu. Yerin altında sesin bir metrelik yol alabilmesi için aylar geçiyordu. Çünkü, taşın toprağın titreşimi azdı. Heykel başının sözünü, altındaki midye
40
kabuğu on yılda, daha derindeki horozbina taşılı da yirmi yılda duyabiliyordu. Sonunda sesi duyan horozbina taşılıyla, tek midye kabuğu yanıt verdiler:
— Sesini duyuyoruz... Ama sen nesin? Bu soru heykel başına kırk yılda ulaşabildi. Heykel başı kendisini ve başından geçenleri, nasıl yerin dibine gömüldüğünü anlattı. Sonra onlara sordu:
— Siz nesiniz?
Horozbinayla midye kabuğu da kendilerini, geçmişlerini, yaşamöykülerini anlattılar.
îşte böyle böyle konuşmaya başladılar. Kırık heykel başı onlara, kendisini insanın yaptığını anlatıyordu. Horozbina taşılıyla midye kabuğu ise insanın ne olduğunu bilmiyorlardı, çünkü içinde yaşadıkları yüzelli-ikiyüzbin yıl öncesinde dünyada insan yoktu. İşte buyüzden meraka kapılarak kırık heykel başına boyuna soruyorlardı.
Kırık heykel başı anlatıyordu:
— İnsan yaratıcıdır, insan yapıcıdır, insan kurucudur...
Horozbina taşılı, midye kabuğu, heykel başı yerin altında birbirlerinden oldukça uzaktılar ama, yine de tanış oldular. Üçü de, yeryüzünü, denizi, suları, güneşi, havayı, yeli, renkleri özlüyordu. Doğanın sürekli değişimini, eylemi, edimi, devinmeyi özlüyorlar-dı: Güneşin doğuşunu, batışını, denizin gelgitlerini, çarpa çarpa dalgaların kayaları parçalayışını... Horozbina taşılı ikiyüzbin, midye kabuğu yüzellibin yıldan -beri bu özlemle yanıyorlardı. Kırık insan heykeli başı onlara şöyle diyordu:
— Arkadaşlar, hiç umudunuzu kesmeyin. Gün gelecek yine gün ışığına kavuşacağız. Alı yeşili,
41
kırmızıyı pembeyi, maviyi sarıyı yine göreceğiz. Yine havaya kavuşacağız, suya ulaşacağız.
Horozbina taşılıyla midye kabuğu, heykel basınının sözlerini anlayamıyorlardı. Umut ne demekti? Nasıl şeydi?
Kırık heykel başı onlara umudun ne olduğunu anlatıyordu:
— Umut, gelecekten iyi ve güzel şeyler ummaktır, beklemektir.
Gelecek mi? Horozbina taşılıyla midye kabuğu, gelecekten de bişey anlamıyorlardı. Horozbina taşılı şöyle yakmıyordu:
— İkiyüzbin yıl önceki o büyük kargaşalıkta ormanlar, binlerce kocaman hayvan ^yerin dibine gömüldü. Hepsi de çürüyüp doğada eridi. Ama ben bu kireçli kayanın içinde taşlaşıp kaldım. Ah, ben de onlar gibi çürüyüp doğaya karışsaydım, o güzel geçmiş günleri şimdi anımsamayacaktım.
Midye kabuğu da şöyle yakınıyordu:
— O korkunç alaborada sayısız yaratık, bütün balıklar, böcekler yerin dibine gömüldü. Hepsi de çürüyüp yok oldu. Ben de onlar gibi doğaya karışsaydım, şimdi o eski güzel günleri anıp üzülmeyecektim.
Kırık heykel başı şöyle diyordu:
— Umudunuzu hiç yitirmeyin... Hepimiz kurtulacağız. Havaya, suya, güneşe kavuşacağız yine... Nasıl olsa günün birinde kurtulacağız...
Horozbina taşılı soruyordu:
— Kim kurtaracak bizi? Midye kabuğu şöyle diyordu:
— Kaç yüzyıldanberi burdayız. Kimsenin kurtardığı yok!..
42
Kırık heykel başı da onlara şöyle diyordu:
— Bizi bu yerin dibinden insansoyu kurtaracaktır nasıl olsa...
Horozbina taşılı soruyordu:
— Niçin bizi kurtaracak? Heykel başı da anlatıyordu:
— Çünkü, bu insan denilen yaratık, hiç durmaz, durmadan herşeyi değiştirir...Bekleyin, hiç umudunuzu kesmeyin... Nasıl olsa günün birinde bir insan, içine gömülü olduğumuz bu topraklan kazacaktır. Niçin mi? İnsan bu... Olağanüstü bir yaratıktır...Hiç durmaz, doğayı değiştirmeye çalışır, araştırır, inceler, her şeyi didik didik eder... Yerin dibine inip maden çıkarır... Altın arar toprağın altında... Yol yapar, tüneller kazar...Yapılar kurar,derin temeller açıp... Yeri derinlerine dek kazıp köprüler kurar... Daha neler neler yapar... Bekleyin... Nasıl olsa insanlar bizi burdan çıkarıp kurtaracaktır. Hiç umudunuzu kesmeyin...
Mermerden yapılma insan heykelinin kırık başı, on yıl, yirmi yıl, elli yıl, yüz yıl, hiç durmadan bu sözleri söyledi. İnsana olan umudunu hiç kesmedi. Yüz yıl, beşyüz yıl değil, yerin dibine gömüldüğünden beri, tastamam ikibinüçyüz yıl hep bunu söyledi:
— Bu insanlar nasıl olsa yerin altını üstüne getirirler... Bigün sıra buraya da gelir... Kazarlar toprağı... O zaman, güneşe, havaya, suya kavuşuruz...
Heykel başı umutluydu. Horozbina taşılıyla midye kabuğuna da ikibinbeşyüz yıl umut verdi.
İkiyüzikibinbeşyüz yıldanberi yerin dibinde gömülü olan horozbina taşılıyla, yüzelliikibinbeşyüz
43
yıldanberi" gömülü olan midye kabuğu,
— Ne zaman? diye soruyorlardı. Heykel başı onlara,
— Umudunuzu kesmeyin, üçbin, beşbin yıl geçse de, daha da çok geçse, yine umutsuz olmayın... Bu insanoğlu nasıl olsa buralarını delik deşik eder, açar derinleri... Kurtuluruz burdan, kavuşuruz güneşe!..
Çatalca'da 17 dönümlük bir arazi satın aldım. Bu arazinin içine bir kuyu kazdırdım. Kuyucular, dokuz metre derine indiler. Ama su çıkmadı. Dokuzuncu metrede killi bir tabakaya gelindi. Bu killi tabaka içinde bir insan heykeli başı bulduk. Mermerden yontulmuştu. Suyu bulmak için daha derin kazdık toprağı.. Onbirinci metrede kumtaşı çıktı. Kumtaşının içinde tek kabuklu bir midye bulduk.. Daha derine indik suyu bulmak için.. Onüç metre inince önümüze kireçli kaya çıktı. Parçalayarak yukarı aldığımız kireçli kayanın içinde horozbina taşılı vardı. Bu üçünü, yıkadım, arıttım, kitaplığımın rafına yan yana koydum.
Onüç metre indikten sonra kuyudan çok gür bir su çıktı.
Yerin dibindeki horozbina taşılı, midye kabuğu, heykel başı, binlerce yıl yerin dibinde gömülü bekledikten sonra, güneşe, havaya, suya kavuştular. Şimdi üçü yan yana kitaplık rafımda duruyorlar.
KENDİNİ BEĞENMİŞ BADEM AĞACI
(Bu öykü, 6-10 yaş arası çocuklar için yazılmıştır.)
Yemiş ağaçları, yılda altı kez giysi değiştirir.
Yazın, yapraktan giysileri vardır. Yapraktan yapılma bu giysiler yeşildir. Ama hep bir örnek yeşil değil. Kimininki açık yeşil, kimininki koyu yeşildir.
Güzün, yemiş ağaçlarının, giysilerinin rengi açılır. Yapraktan giysiler sararır, solar, yada kızarır.
Kış gelince yemiş ağaçları, giysilerinden soyunurlar. Çıplak kalırlar.
Kışın kar yağarsa, yemiş ağaçlan da kardan yapılma ak giysilerini giyinirler.
İlkyaz gelince,yemiş ağaçları yeniden giyinirler .Bu kez giysileri, yeşil üzerine çiçeklidir. Bu çiçekler, yeşil
45
yaprakları süslerler. O çiçekler de renk renktir: Ak, pembe, sarı, kırmızı, açık mor...
Yazın, giysilerdeki çiçeklerin yerini yemişler alır. Bu kez de yemiş ağaçları, yemişlerle süslü yeşil giysilerini giyinirler.
O bahçede pekçok yemiş ağacı vardı: Elma, armut, ayva, nar, erik, badem, kayısı, şeftali, vişne, kiraz, daha ne yemişler...
O kış havalar çok soğumuştu. Bütün yemiş ağaçları yapraklarını dökmüşler, çıplak kalmışlardı. Rüzgâr estikçe, üşüyen ağaçların dallan tirtir titriyordu.
Soğuk daha da arttı. Kar yağmaya başladı. Yemiş ağaçları, kardan yapılma ak giysilerini giyindiler.
Bikaç gün sonra kar eridi. Üstelik güneş de çıktı. Mevsim kıştı ama, hava ılımıştı. Kış ortasında yaz olmuştu sanki. Havalar ılınınca, ağaçların köklerinden gövdelerine, gövdelerinden de dallarına doğru özsu yürümeye başlamıştı.
Bütün yemiş ağaçlarında ilkyaz özlemi başlamıştı. «Ah, bir ilkyaz gelse de, çiçeklensek...» diyorlardı. İlkyazın, yeşil üstüne çiçekli giysilerini giyinip kuşanacaklardı. Süslenip püsleneceklerdi. Ama ilkyaza daha çok zaman vardı.
Kış ortasında o ılık havalar sürüyordu.
Bahçedeki yemiş ağaçlan arasında yirmi tane badem ağacı vardı. Bu badem ağaçlarından birinin kökü derindeydi. Toprağı bol ve gübreliydi. Böyle olduğu için de soğuktan iyice korunmuştu. Buyüzden kökündeki özsuyu dallarına çabuk yürüdü. Dallarında tomurcuklar oluştu. Sonra bu tomurcuklar patladı, çiçekler açtı. Bahçedeki yemiş ağaçları içinde, salt o
46
badem ağacı çiçeklenmişti. Çiçekli giysisini giyinmişti. Koca bahçenin içinde bitek kendisinin çiçek açmış olmasından çok böbürleniyordu. Öbür yemiş ağaçlarının çıplak dallarına bakıp bakıp,
— Oh ya, hiçbirinizin çiçeği yok işte... Ben çiçeklenip donandım... diyordu.
Bütün öbür yemiş ağaçları, o çiçekli badem ağacını kıskanıyorlardı. Ama en çok kıskanan, çiçek açmamış badem ağaçlarıydı. Hep bir türdendiler. Hepsi de badem ağacıydılar. Neden yalnız o çiçek açmıştı da, kendileri çiçek açamamıştı!
Hepsinden önce çiçek açtı diye kendini beğenen genç badem ağacı, böbürlendikçe böbürleniyordu. Öbürleri de kıskançlıklarından çatlayacaklardı. Bu kıskanç yemiş ağaçlarından biri, çiçekli badem ağacı için şöyle şeyler söyledi:
— O, görmemişin biri... Kış ortasında hiç çiçekli giysi giyilir miymiş. Bizim de çiçekli giysilerimiz var, ama giymek için zamanını bekliyoruz.
Çiçekli badem ağacı, öbürlerinin, kıskançlıklarından böyle söylediklerini biliyordu.
— Beni çekemiyorsunuz da, ondan böyle dedikodu yapıyorsunuz... dedi.
Çiçek açmış badem ağacının övündüğü kadar da vardı. Ordan geçenler, o koca bahçenin içinde allanıp pullanıp çiçeklenmiş olan o badem ağacından gözlerini alamıyorlardı.
Bahçenin dibinde çok yaşlı bir yemiş ağacı vardı. O denli yaşlıydı ki, artık eskisi gibi bol yemiş veremiyordu. Bu yaşlı ağaç, çok az konuşurdu. Bu tartışmaya da katılmamıştı. Ama her ağaçtan bir ses çıktığını gördü. Söze karışmak zorunda kaldı.
47
— Çocuklar, dedi, hepimizden önce çiçek açmış olan o genç badem ağacını boşuna kıskanmayın. O zavallıya acıyın... Çünkü, o zavallı, tek başına çiçek açarsa, ilkyazı kandırıp erken getirebileceğini sanıyor. Oysa, her mevsim, belli zamanda gelir... Daha kış bitmedi. Ne olacağı belli değil. Biz o kendini beğenmişi, bir de yemiş zamanı görelim.
Çiçekli genç badem ağacı, yaşlı ağacın bu sözlerinden çok utandı. Öyle utandı ki, ak çiçekleri kızarıp pembeleşti. »
Havalar ılıktı ama, kış daha geçmemişti. Birden havalar bozdu yine. Soğuklar arttı. Önce kar yağdı. Sonra don oldu. Her yer buz tuttu. İşte o zaman, genç badem ağacının erken açan bütün çiçekleri döküldü.
İlkyaz geldi. Bahçedeki bütün yemiş ağaçları, çiçekli giysilerini giyindiler. Yalnızca o erken çiçekle-nen badem ağacı çiçek vermedi. Çünkü, bir ağaç, yılda iki kez çiçek açmaz.
Yaz geldi. Yemiş ağaçlarının çiçekleri yemiş oldu. Ağaçlar, yeşil üstüne yemiş süslü giysilerini giyindiler.
Erken çiçek açmış olan badem ağacı, o yaz yemiş de veremedi. Dalları yemişsizdi. Çünkü ağaçlar, çiçek açmayınca yemiş de veremezler.
Bütün öbür yemişli ağaçlar, o yemişsiz badem ağacını alaya almaya başladılar:
— Hadi, şimdi de böbürlensene bakalım... Nerde senin yemişlerin!
Yaşlı yemiş ağacı onları şöyle uyardı:
— Alay etmeyin çocuklar... Sizin de başınıza gelebilir... Hava, sizi de kandırabilir. Sakın kanmayın!
Yemişsiz badem ağacı, kalın dallarından gövdesine doğru, reçine akıtarak ağlıyordu. Ağlaya ağlaya
48
şöyle dedi:
— Bağışlayın kardeşlerim! Ben kendiliğimden çiçek açmak istememiştim. Ama birden gönlümde ılık bir ilkyaz esti. Bir ılık esinti duydum içimde... İşte o beni kandırdı. Gelecek yıl, ben de sizinle birlikte çiçek açacağım, hep birlikte yemiş vereceğiz.
UÇURTMA SAVAŞÇILARI
Dedesi, Murat'a sıksık uçurtmanın nasıl yapıldığını, nasıl uçurulduğunu ballandıra ballandıra anlatır dururdu.
— Uçurtma uçurmanın keyfi başka hiçbir oyunda yoktur... derdi.
Murat'ın dedesinin yaşı sekseni aşkındı. Ama çok dinçti. Yolda birlikte giderken, O'na yetişmek zordu. O denli hızlı giderdi.
Dedesi, uçurtmanın nasıl yapıldığını, nasıl uçurulduğunu anlattıkça Murat da meraklanır,
— Hadi öyleyse, uçurtma yapıp uçuralım dedeci-ğim... derdi.
O zaman dedesi türlü bahaneler ileri sürerdi. Kimileyin, uçurtma uçurmak için çok yaşlı olduğunu bu yaştan sonra uçurtmanın arkasından koşacak gücü
50
olmadığını söylerdi. Kimi zaman da, artık kentte uçurtma uçuracak geniş alan kalmadığını anlatırdı.
Eskiden, derdi, benim çocukluğumda, kentin içinde pek çok düz tepeler, geniş boş alanlar vardı.
Murat,
— Dedeciğim, eskiden dediğin o zamanlardaki geniş alanlar şimdi ne oldu? diye sorardı.
Dedesi şöyle derdi:
— Oralarda yeni yeni yapılar kuruldu. Kent hem sıklaştı,yoğunlaştı,hem de yaygınlaştı.Uçurtma uçuracak boş alan kalmadı.
Günlerce, haftalarca, aylarca Murat'a uçurtmanın nasıl yapıldığını, nasıl uçurulduğunu, anlattı durdu. Hele uçurtma savaşlarını anlatırken, Murat daha büyük ilgiyle dedesini dinliyordu.
— Nasıl olur uçurtma savaşı?
— Her mahallenin en usta uçurtmacısı savaş için özel bir uçurtma yapar. Uçurtmanın ipine bikaç yerinden tıraşbıçağı geçirilir. Sonra mahallenin büyük küçük bütün çocukları, o usta uçurtmacının arkasına takılır. O dediğim boş alanlardan birine giderler. Orda uçurtmayı havaya salar, uçururlar. Başka mahallelerin çocukları da kendi uçurtmalarını havalandırmışlardır. Uçurtma en çok ilkyazla güz aylarında uçurulur.
— Neden dedeciğim?
— Çünkü o zamanlar hava uçurtma uçurmaya çok uygun olur.
— Uçurtma uçurmaya uygun hava nasıl olur dedeciğim?
— Hava ne çok rüzgârlı, ne de büsbütün rüzgârsız olacak. Çocuklardan biri baş tutar.
— Baş tutar ne demek?
51
— Yüksek bir yerde uçurtmayı arkasından, çıtalarından tutmaya baş tutmak denir. Uçurtmayı uçuracak olan da, uçurtmanın ipi elinde kırk-elli adım ötede durur. İpi birden çekince, baş tutan çocuk uçurtmayı bırakır. Uçurtma, rüzgâra karşı çekildiğinden birden havalanır. Havalanınca, uçurtmayı "uçuran çocuk ipi yavaş yavaş salar. Uçurtmayı havada yükseltmek için ipi kendine çeker. O zaman uçurtma baş atar.
— Baş atar ne demek dedeciğim? Nasıl baş atar?
— Uçurtmayı yükseltmek için, ipini hızla kendine çekip, sonradan salıvermek gerekir. İpi hızla kendine çekince, uçurtma sanki tos atar gibi havada bir devinir. İşte buna uçurtma baş atıyor denir. İpini saldıkça, yerdeki sicim yumağı da yavaş yavaş sağılır. İp kulaç kulaç çekilir. Bunu yapmak ustalık ister.
— Ya uçurtma savaşı nasıl olur dedeciğim?
— Başka mahallelerin çocukları da uçurtmalarını havalandırmalardır. Gökte sekiz-on, kimi zaman daha çok uçurtma süzüle süzüle uçar. Uçurtma ne kadar dengeliyse, kuyruğu da ne kadar uzunsa, o kadar güzel süzülür. Uçurtmaları uçuranlardan biri, havadaki uçurtmalardan birini gözüne kestirir. Kendi uçurtmasını ona doğru yaklaştırır. Bu yaklaştırma savaş ilanı demektir. Uçurtmaları savaştırmak için iplerini birbirine dolandırıp çekmek gerekir. İpi salarak yada çekerek, havada zikzaklar çizdirerek uçurtmaya manevralar yaptırılır. Havada iplerinden birbirine dolanan iki uçurtmadan hangisi ötekini sürüklerse, sürüklediği uçurtmayı tutsak almış olur. Hani uçurtmanın ipine bıçak, tıraşbıçağı takılır demiştim ya... Uçurtma savaşı sırasında onlardan biriyle savaşılan uçurtmanın
52
ipi kesilmeye çalışılır. İpi kesilen uçurtma, öbür uçurtmanın ipine dolanmişsa, savaşı kazanan uçurt-macı çeker alır onu aşağıya; ipi dolanmamışsa uçar gider taa uzaklara. Sonunda bilinmez bir yere düşer, parçalanır.
— Ya ipi kesilmezse dedeciğim?
— Çoğu zaman ip kesilmez. Havada tıraşbıçağıy-la, savaşılan uçurtmanın ipini kesmek çok zordur. İpi kesilemezse, biribirine dolanan iki uçurtmayı uçuranlar ellerindeki ipi çekmeye başlarlar. İpi çekerken koparmamak gerekir. Çünkü ipi kopan uçurtma, öbürüne tutsak olur. Güçlü ve usta olan çocuk ipi çekerek, dolanan öbür uçurtmayı da yere indirmeye çalışır. Savaşı kazanan mahallenin çocukları sevinçle bağırışıp çığrışıp uçurtmayı uçuran çocukla birlikte koşarlar. Tutsak edilen, uçurtmalarını dolanan ipten çözmek, kurtarmak için o yana doğru koşarlar.
— Sonra dedeciğim?
— Sonunda, iki yandan biri, iki uçurtmayı da yere indirir. Tutsak edilen uçurtma kendilerinin olur.
Dedesi bu uçurtma savaşlarını Murat'a sıksık, ama hep değişik biçimlerde anlatırdı. Murat, anlatılanları dinlemekten ne denli keyifleniyorsa, dedesi anlatmaktan daha da çok keyiflenirdi. Çocukluk günlerini yeniden yaşarmış gibi coşardı.
Murat'ın üçüncü sınıftan dördüncü sınıfa geçtiği yılın yaz tatilinde dedesi Murat'ın üstelemelerine dayanamadı; bigün,
— Peki bugün, seninle uçurtma uçuralım... dedi. Murat sevincinden uçtu. Dedeyle torun, sabah
erkenden işe koyuldular. İlkin sokağa çıkıp uçurtma için gereken gereçleri satın aldılar. Bunları eve getirdi-
53
ler. Dede kollarını sıvadı, işe girişti. Murat coşkulu bir sevinç içinde, dedesinin uçurtma çıtalarını çatmasını, incecik, renkli uçurtma kâğıtlarını kesip, çirişli çıtalara tutturmasını seyretti. Renk renk kâğıtları keserek o uzun süslü kuyruğun yapılmasında dedesine yardım etti. Dedesi uçurtmanın çıtalarına sicimi bağlarken, uçurtmanın havada iyi terazilenmesi için naşı I dengeli yapılacağını da anlattı.
Dede, uçurtmanın uzun kuyruğunu, çıtaların çevresine düzenle sardı. Bir ucu uçurtmaya bağlı bir koca yumak sicimi de yanlarına alıp sokağa çıktılar. Uzun zaman gezip dolaşıp uçurtma uçurmaya uygun bir boş alan aradılar. Böyle bir yer bulamayınca, otobüse, troleybüse, dolmuşa binip, boş alan bulabilmek için uzak yerlere gittiler. Hiçbir uygun yer bulamadılar. Çok yorulmuşlardı. Sonunda dedeyle torun bir taksiye binip kentin dışına çıktılar. Orası kırlıktı, boştu. Dede, sevinçle ellerini çırptı. Çünkü havada beş-altı uçurtma daha vardı. Torununu bir tümseğe çıkarıp uçurtmayı eline verdi. Uçurtmanın nasıl tutulacağını ona gösterdi. Kendisi kırk-elli adım geri gidip,
— Hazır mısın? diye sordu. Murat,
— Hazırım dedeciğim... dedi.
— Ben ipi çekince uçurtmayı bırak. Daha ilk denemede başardılar. Uçurtma diklendi, baş kaldırdı. Dede sicime kulaç kulaç asılıp sonra sicimi salıveriyordu. Uçurtma yükseldikçe yükseliyor, baş atıyor, kuyruğu nazlı nazlı süzülüyordu.
Murat, dedesinin yanında sevinçten zıpzıp, zıplıyor, uçurtmanın ipini kendisine vermesini istiyor, ama
54
dedesi hiç oralı olmuyordu. Çünkü havadaki uçurtmalardan birini savaşmak için gözüne kestirmişti. Murat,
— Dedeciğim, birazcık da bana ver, ne olur... dedikçe, dedesi,
— Dur şimdi Murat, sonra elinden kaçırırsın deyip uçurtmanın ipini vermiyordu.
Çünkü seksen yaşını aşmış olan dedesi, öyle coşmuştu ki, Murat'tan daha çocuk olmuştu. Dede,
— Bak şimdi, karambol olacak Murat! dedi.
— Karambol nedir dedeciğim? diye sordu.
— Havadaki iki uçurtma birbirine dolanınca, ona karambol denir...
Dediği gibi de havadaki iki uçurtma birbirine dolandı. Dede, yirmi yaşında bir delikanlı gücüyle ipi çekmeye başladı. Hem ipi çekiyor, hem koşuyordu. Dedesine yetişmek için koşan Murat, bir yandan da,
— Tutsak aldık, tutsak aldık! diye bağırıyordu. Dede ipi çektikçe, tutsak uçurtma da onlara
yaklaşıyordu. Dede birden tutsak edilen uçurtmanın sahibini düşündü. Herhalde, Murat yaşta, belki ondan bir-iki yaş büyük bir çocuktu. Yaşlı bir adamın, bir çocuğun uçurtmasını tutsak alması ayıp olacaktı.
— Murat gel de tut uçurtmanın ipini! dedi.
Ama Murat yanma gelinceye dek, öbür uçurtmanın ipini tutan da tepenin arkasından çıkıp göründü. Dede çok şaştı. Çünkü o da kendisi gibi, belki kendisinden de yaşlı bir dedeydi. Arkasından da torunu koşuyordu.
İki dede karşı karşıya geldiler. Arkalarında da torunları vardı. Bir süre, ayıp bişey yapmışlar gibi sustular. Sonunda Murat'ın dedesi,
55
— Torunum eğlensin diye* ona uçurtma uçur-dum... dedi.
Öbür dede,
— Ben de öyle... dedi.
— Rüzgâr tersten esmeseydi, sen benim uçurtmamı zor alırdın... dedi.
Murat'ın dedesi,
— Gelecek pazar, uçurtmalarımızı yine savaştırırız... dedi.
İki dede birbirine bakışıp gülmeye başladılar; öyle güldüler ki, ikisinin de gözlerinden yaş geldi. Murat, öbür dedenin torununa,
— Galiba dede olmadan bizler uçurtma uçurama-yacağız. O zamana kadar da buralar yapılarla dolar, bize boş alan kalmaz... dedi.
BİR ZAMANLAR BİR ÖKÜZ NASIL BAŞKAN SEÇİLMİŞTİ
Sevgili çocuklar size,
— Ormanların kralı kimdir? diye sorsam, biliyorum, hepiniz de,
— Ormanların kralı aslandır! dersiniz. Öyledir. Aslan, ormanların kralıdır. Ormanlar da
hayvanların ülkesidir. Öyleyse aslan, bütün hayvanların kralıdır. Okuduğunuz masallarla öykülerde de aslanın, hayvanların kralı olduğu anlatılır.
Zamanımızda ülkelerin çoğunda artık kral yok. Krallık tarihe karıştı. Şimdilerde kralların yerini başkanlar aldı. Eskiden hayvanların kralı olan aslan da günümüzde hayvanların başkanı oldu.
Krallık babadan oğula geçer, başkanlarsa, seçilir. Günümüzde hayvanlar da kendi başkanlarını seçiyorlar. Hayvanlık tarihinde hayvanların kralı da, başkanı
57
da her zaman aslan olmuş, yalnız bir kez öküz hayvanların başkanı seçilebilmiştir. Hayvanlar, öküzü başkan yapmalarını, kendileri için bir yüzkarası saymışlardır. Öküzün başkanlığı hayvanlık tarihinin bir kara sayfasıdır.
Nasıl olmuştur da hayvanlar, öküzü kendilerine başkan seçmişlerdir? İşte şimdi sizlere, hayvanlık tarihinin bu en önemli olayını anlatacağım.
Krallık zamanında, kral olan aslan ölünce, onun yerine, en büyük oğlu olan aslan, hayvanların kralı olurdu. Krallık kalkıp da başkanlık kurulunca, hayvanlar kendi başkanlarını kendileri seçmeye başladılar. Bir seçim yapabilmek için de seçilecek en az iki adayın olması gerekirdi.
Hayvanlar, başkanlık seçimine girişmişlerdi. Çok büyük ve çok çekişmeli bir seçim olacağı anlaşılıyordu. Tarih boyunca hayvanlara krallık yada başkanlık etmiş olan aslan, çok doğal olarak, başkanlığa adaylığını koymuştu. Kaplan da adaylığını koymuştu. Aslanın başkanlık seçiminde en büyük rakibi kaplandı. Bu iki başkan adayı, çok sert seçim propagandasına başladılar. Birbirleriyle çekişmeye, birbirlerini kötülemeye giriştiler.
Hayvanlar, tarihleri boyunca kendilerine krallık etmiş olan aslandan artık bıkmışlardı. Hayvanların çoğu bir değişiklikten, bir yenilikten yanaydı. Buyüz-den seçimi kaplanın kazanması olasılığı büyüktü. Buna karşılık başkanlık için kaplanı deneysiz ve acemi bulan hayvanlar da çoktu. Bakalım, kaplan başkanlığı becerebilecek mi, diye kuşkuya kapılanlar vardı. Buyüzden, kaplanın başkan seçileceği de pek kesin değildi.
58
Aslan, seçimi ya kaplan kazanırsa diye işkilleniyor, kaplan da aslan başkan seçilecek diye çekiniyordu. Aslana göre, seçimi kendisi kazanamayacaksa, kaplan kazanmasın da kim kazanırsa kazansındı. Kaplan için de aynı şeydi. Kendisi kazanamayacak olduktan sonra, tek aslan başkan olmasın da, hangi hayvan olursa olsun... İkisi de böyle bir kuşkuya kapıldıkları için, mandayı övmeye başladılar. Hem aslan, hem de kaplan, seçim
konuşmalarında, mandayı öve öve göklere çıkarıyorlardı. Çünkü, nasıl olsa manda, kendileriyle denk tutulamazdı. Ağır kanlı bir hayvandı, pek de akıllı sayılmazdı. Çok güçlüydü ama, bir çocuk bile onu güdebilirdi. Aslan, kaplan başkan seçilecek korkusuyla, kaplan da aslan başkan seçilecek korkusuyla mandayı durmadan övdü. Sonunda hayvanlar mandanın da başkanlığa adaylığını koydular.
Nasıl aslanın en büyük rakibi kaplansa, mandanın da en büyük rakibi, suaygırıydı. Suaygırı, mandanın başkanlığa adaylığını koyduğunu öğrenince, o da adaylığını koydu. Çünkü, mandadan daha iri, daha güçlü olduğunu, başkanlığa daha yaraşacağını iddia ediyordu. Dedikleri de doğruydu. Seçim propagandası alıp yürümüştü. Hayvanların kimileri mandadan, kimileri de suaygırından yana olmuşlardı.
Nasıl aslan kaplandan, kaplan da aslandan, başkan olacak diye çekiniyorduysa, manda da suaygırından, suaygırı da mandadan çekinmeye başladı. Düşmanı olan manda başkan seçilmesin de hangi hayvan seçilirse seçilsin, mandanın umurunda değildi. Manda da, tek suaygırı başkan seçilmesin de, başka kim seçilirse seçilsin, aldırış etmeyecekti. Aralarındaki bu
59
sert tartışma ve birbirlerini kötüleme sonunda manda, kendisine hiçbir zaman denk görmediği ayıyı övmeye başladı. Suaygırı için ayı, değerli bir hayvan değildi. Yani manda da, suaygırı da değerli bulmadıkları için ayıyı kıskanmıyorlardı. Buyüzden ikisi birden ayıyı övmeye başladılar. Ayıyı o denli çok övdüler ki sonunda ayı, hayvanların genel isteği üzerine, o seçimde başkanlık için adaylığını koymak zorunda kaldı. Ayı, başkanlığa adaylığını koyunca, ayının en büyük rakibi olan yabandomuzu da, kendi yandaşlarının üstelemesiyle başkanlığa adaylığını koydu.
İki can düşmanı yabandomuzuyla ayı, seçim propagandası sırasında birbirlerini durmadan kötülediler. Ayı, ya yabandomuzu seçilirse diye kuşkuluydu. Yabandomuzu da, ayı seçilecek diye korkuyordu. Tek ayı seçilmesin de, isterse eşek başkan olsun. Evet, eşek! Ayı da, yaban domuzu seçileceğine, bir eşeğin bile başkan olmasına razıydı. Sonunda hem ayı, hem yabandomuzu, birbirlerini kıskanmaları yüzünden eşeği övmeye başladılar. Eşek, yanık sesiyle, içli anırtısıyla, müzik bilgisiyle, uzun kulaklarıyla, hayvanların başkanı olabilecek tek hayvandı. Bu övgüler sonunda, hayvanlar, eşeği de başkan adayları arasına koydular.
Eşek başkan adayı olunca, onun en büyük rakibi olan at hiç durur mu? At, eşekten soyluydu, çok koşardı, daha boyluydu. At da başkanlığa adaylığını koydu. Bu kez, atla eşek, başkanlık seçimi için aralarında çekişmeye başladılar. Ya eşek seçilirse, bu at için ölümden beterdi. Eşek de, at başkan olacağına ölsün daha iyiydi. Kendi ölümünü, atın başkanlığına yeğ tutardı.
60
Eşek, daha boylu olduğu için kendisinin başkan seçilmesini isteyen ata karşı, devenin daha da boylu olduğunu ileri sürmüştü. At, buna hiç karşı koymadı. O da eşekle birlikte deveyi övmeye başladı. Bunun üzerine deveden yana olanlar, devenin de adaylığını koydular.
Deve başkan adayı olunca, bu kez zürafa ortaya çıktı. Boy bakımından deveye üstündü. Hayvanlar, devecilerle zürafacılar diye ikiye ayrılmıştı. Zürafa, ya deve başkan olursa diye korkuya kapıldı. Deve de, ya zürafa başkan olursa diye korkuya kapıldı. İkisi de birbirlerini kötüleyip, kendilerinden aşağı gördükleri bir hayvanı, tilkiyi övmeye başladılar. Tilkiyi, şöyle kurnaz, böyle kurnaz diye anlata anlata bitiremiyor-lardı. Bu övgüler boşa gitmedi. O seçimlerde tilki de başkanlığa adaylığını koydu.
Tilki başkan seçilecek diye kıskançlıktan deliye dönen sansar, kendisinin daha da kurnaz olduğunu ileri sürerek, başkan adayı oldu. Tilki, sansar ortaya çıkmasa, kendisinin başkan olacağına inanıyordu. Sansar da, tilki başkan seçilecek diye işkilliydi. Oldum olasıya birbirlerini çekemezlerdi. Sansar, tilkinin hakkından kurt gelir diye düşündü. Buyüzden kurdu övmeye başladı. Tilki de, kurdu övmekte bir sakınca görmedi. Tek, can düşmanı sansar seçilmesin de, isterse kurt kendisini paralasındı... Sansar biyandan, tilki biyandan kurdu övdükçe, öbür hayvanlar kurdu da başkanlığa aday gösterdiler.
Etobur hayvanlar içinde paralamakta, parçalamakta kurdun başlıca rakibi olan sırtlan, kurdun başkan adayı olduğunu duyunca, kendisi de başkanlığa adaylığını koydu. Kurt, leş yediğini söyleyerek
61
sırtlanı kötülemeye başladı. Sırtlan da, canlıları parçaladığı için kurdu yeriyordu. Kurt, ya sırtlana inanırlarsa diye, sırtlan da, ya kurda inanırlarsa diye, birbirlerinin başkan olmasından korkmaya başladılar. Kurt, sırtlan başkan olmasın da hangi hayvan olursa olsun diye düşünüyordu, isterse köpek başkan olsun... Evet, evet, köpek!.. Hiç olmazsa köpek, kendi soyundan geliyordu. Sırtlan da, kurdun başkan olmasındansa, köpeğin başkan olmasına çoktan razıydı. Biyandan birbirlerini kötülerlerken, biyandan da köpeği övmeye başladılar. Bu aşırı övgüler sonunda köpek de başkan adayları arasına girdi.
Köpek başkan adayı olunca, onun can düşmanı kedi hiç durur mu? O da başkanlığa adaylığını koydu. Seçim propagandasına girişen kediyle köpek birbirlerini boyuna kötülediler. Can düşmanı başkan seçilecek diye ikisinin de birbirinden ödü kopuyordu. Sonunda köpek, öküzü övmeye başladı. Çünkü öküzü, kendinden çok aşağı görüyordu. Evet, öküz iriyarı bir hayvandı ama, ne boğaydı, ne de inek... Cinselliği olmayan, insanların iğdiş ettikleri bir hayvandı. Bu-yüzden onu kıskanmıyor, övmekte de bir sakınca görmüyordu. Kediye gelince,
tek köpek başkan olmasın da, öküzün bile başkan olmasına razıydı. Evet, öküzün bile... Öküz ki ne erkekti, ne de dişiydi. Çoluğu çocuğu olmazdı, soyusopu kurumuştu. Kedi de, öküzü övmeye, öve öve göklere çıkarmaya başladı.
Can düşmanı olan kediyle köpek, öküzü o denli çok övdüler ki, sonunda öküz, hayvanların genel isteğine dayanamayarak, o seçimlerde başkanlığa adaylığını koymak zorunda kaldı.
62
Öküzün düşmanı yoktu. Çünkü öküzdü... Çünkü, ne erkekti, ne dişiydi. Çünkü, insanlar onu iğdiş etmişlerdi. Çünkü cinsellikten yoksundu. Buyüzden, hiçbir hayvan kendisini öküze denk ve rakip görmedi. Hiçbiri öküzü kıskanmıyordu. Böyle olduğu için de, o seçimde bütün başkan adayı hayvanlar birbirlerini yerip, yalnız öküzü övdüler. Bunun sonunda da öküz, o seçimlerde, genel oyu alarak, hayvanların başkanı seçildi.
Hayvanlar, öküzü başkan yapmalarının kendileri için yüzkarası olduğunu sonradan anladılar ama, gelecek seçimlere dek artık iş işten geçmişti. Öküzün başkanlık dönemi, hayvanlık tarihinin kara bir sayfası olarak kaldı.
KUMDAN KALELER
O yazlık kıyı köyünde güzel dinlenme evleri vardı. Kimi aileler, yaz tatillerini burda geçirirlerdi. Evlerin önü taa denize dek geniş kumsaldı. Kumsalın incecik, yumuşacık kumları güneşte pırıl pırıl parlardı. Kıyı, kapalı bir koy içinde olduğundan, çoğunlukla denizi dalgasız olurdu. Üstelik, deniz çok sığ olduğundan, anababaları, küçük çocukları da güvenceyle denizde oynamaya bırakırlardı.
Çocuklar, kendiliklerinden, yaşlarına göre oyun öbeklerine ayrılmışlardı. Beş-on yaşlarındaki çocukların, en eğlenerek oynadıkları, en çok sevdikleri oyun, denizle kumsalın bitiştiği yerde kumdan kaleler yapmaktı. Kumları yığarak büyük kaleler kurarlar, kalelerin önüne de hendekler, havuzlar yaparlardı. Hendeklerin, havuzların içindeki deniz suyu, karşıdan saldıracak düşmanın, kaleye girmesine engel olacaktı.
64
Kale duvarlarına mazgallar açarlar, burç bile yaparlardı. Ama çok zaman, kaleyi tamamlayamazlardı. Çünkü, kıyıyı yalayan hafif bir deniz dalgası, kumdan kaleyi siler süpürür, dümdüz ederdi. Onca emekle yapılmış olan kale birdenbire yokoluverirdi. Bu oyunun keyfi de, bir dalganın denizden uzanmış köpüklü bir dil gibi kumdan kaleyi yalayıp yoketmesiydi. Çocuklar çok keyiflenirlerdi. Dalga kalelerini yıkınca öyle gülerler, öyle gülerlerdi ki, kahkahadan kumsala, yada denize yuvarlanırlardı. Hemen işe koyulurlar, yeniden kumdan kalelerini kurmaya başlarlardı. Ama az sonra bir dalga daha gelir, kaleyi yine dümdüz ederdi. Hemen hemen bütün günleri bu oyunla geçerdi. Başka oyunlar da oynarlardı ama, en sevdikleri, hiç bıkmadan oynadıkları, kumdan kale yapma oyunuydu.
Günlerden bigün bu yazlık dinlenme evlerinden birine yaşlıca bir karı koca taşınmıştı. Çocuklar, her yeni gelen komşuyu merak ederlerdi. Bu yaşlıca karı kocayla da ilgilendiler. Adam, çok asıkyüzlüydü. Belki de yüzü hiç gülmediğinden, olduğundan daha yaşlı görünüyordu. Uzun boylu, zayıftı. Mayolu olunca, daha da zayıf görünüyordu. Kumsala uzanıp güneşleniyor, ama denize girmiyordu.
Çocuklar en çok bu adamın kendileriyle hiç konuşmamasına şaşıyorlardı. Dinlenme evlerindeki büyükler içinde, çocuklarla söyleşmeyen, şakalaşma-yan tek kişi bu adamdı. Denize girmediğine, gülmediğine, çocuklarla da konuşmadığına göre, bu adamın niçin deniz kıyısındaki dinlenme evine geldiğini çocuklar çok merak ediyorlardı. Bigün yine kıyıda kumdan kale yaparlarken, güneşten teni tunç rengine çalmış
65
bir oğlan çocuğu koşarak yanlarına geldi,
— Çocuklar, öğrendim! diye bağırdı. Oyundan başını kaldıran bir kız arkadaşı,
— Neyi öğrendin? diye sordu.
— O asıkyüzlü adamın niçin buraya geldiğini öğrendim.
Öbür çocuklar da, ellerinden kum kovalarını, kürekleri bırakıp,
— Neye gelmiş?
— Neye gelmiş? diye sordular.
Derisi tunçlaşmış oğlan çocuğu da anlattı:
— Karısı anneme anlatıyordu. Ben de duydum. O adamın sinirleri bozukmuş. Herşeye kızarmış birden. Doktorlar deniz kıyısında dinlenmesini salık vermişler. Gülmesini, eğlenmesini söylemişler.
Üzüm gözlü bir kız,
— Ama hiç gülmüyor ki... dedi. Sarışınlığı, güneşten esmerleşmiş bir oğlan,
— Belki de gülmesini bilmiyordur, dedi. Başka bir çocuk,
— Gülmesini bilmeyen insan olmaz, ama belki unutmuş olabilir... dedi.
Çocuklar birden sustular; çünkü asıkyüzlü adam onlara doğru geliyordu. Çocuklar da kendi oyunlarına daldılar. Asıkyüzlü adam, onların yanına gelip başlarına dikildi. Sesini çıkarmadan bir süre onları seyretti. Adamın konuşmadan kendilerini seyretmesinden çocuklar tedirgin oldular. Neden sonra adam,
— Bir dalga gelirse, onca uğraşarak yaptığınız kaleyi yıkar... dedi.
Topaç gibi bir oğlan,
— Biliyoruz... dedi.
66
Asıkyüzlü adamın yüzü daha da asılarak,
— Biliyorsanız ne diye tam kıyıda yapıyorsunuz da, kalenizi daha geriye kurmuyorsunuz? dedi.
İki örgülü saçlı bir kız,
— O zaman dalga yıkamaz ki... Dalga yıksın diye burda yapıyoruz... dedi.
Asıkyüzlü adam, iyice canı sıkkın yanlarından uzaklaştı. Ama ertesi gün yine başlarındaydı. Bir süre dikilip seyrettikten sonra,
— Görürsünüz bir dalga gelir, yıkar... dedi. Güneşte büsbütün yağızlaşmış bir oğlan omuzlarını kaldırarak,
— Yıksııın! dedi.
— Yıkılacağını bile bile ne diye yapıyorsunuz öyleyse?
Asıkyüzlü adamın suratından düşen bin parça, ağzından çıkan beşbin parça oluyordu. Bir kız.
— Yapıyoruz işte... dedi.
Tam o sırada, gerçekten de bir dalga gelip kumdan kaleyi süpürüverdi.
Asıkyüzlü adam, haklı çıkmanın kendini beğen-mişliğiyle,
— Nasıl, ben size söylememiş miydim! dedi. Ama bu sözleri çocuklar duymadılar. Çünkü
dalganın çarpmasıyla kumdan kaleleri süprülünce kahkahadan kimisi kumsala kimisi denize yuvarlanmıştı. Asıkyüzlü adam, kızgınlıktan avurtlarını çiğne-reyek ordan uzaklaştı.
Asıkyüzlü adam, günde bikaç kez, kumdan kale yapan çocukların başına dikilip, onlara, boşu boşuna uğraştıklarını, bir dalganın gelip kaleyi yıkacağını
67
I
söylüyordu.
Çocuklar da ona hep aynı karşılığı veriyorlardı:
— Biliyoruz. Asıkyüzlü adam,
— Yıkar diyorum size... diyordu. Bukleli saçlı bir kız,
— Yıksın, yine yaparız... diyordu. Asıkyüzlü adam,
— Yıkılacağını bile bile, ne diye uğraşıyorsunuz? Yararlı bişey yapsanıza... diye öğüt veriyordu. Çok kez, bir dalga gelip kaleyi yıkar, bu tatsız konuşma da kesilirdi.
Bigün yine çocuklar kıyıda kumdan kalelerini yapıyorlardı. Bir gölgenin kalenin üstüne geldiğini gördüler. Uzun, upuzun bir gölgeydi. Gölge onlara yaklaşıyor, yaklaştıkça da kumsaldan denize doğru uzanıyordu.Çocuklar, bunun asıkyüzlü adamın gölgesi olduğunu başlarını çevirip adama bakmadan anladılar. Asıkyüzlü adamın gölgesi bile asıkyüzlüydü. O gün asıkyüzlü adam, çocuklara her zamanki öğütleri vermedi. Yalnızca dikilip, konuşmadan onları seyretti. Öğle yemeği zamanıydı. Anneler çocuklarını yemeğe çağırdılar. Çocuklar, yaptıkları kumdan kaleyi bırakıp yemek yemek için evlerine gittiler. Asıkyüzlü adam, kumdan kalenin başında yapayalnız duruyordu. Uzun bir süre öylece durdu, hep kumdan kaleye bakarak. Sonra, başını dolaylara çevirip kimsenin olup olmadığına baktı. Kendisini görecek kimse olmadığını anlayınca, kumsala oturdu. Kumdan kaleyi iki uzun bacağının arasına almıştı. Dalgaları seyrediyordu. Dalgalarla uyumlu olarak başı ileri geri gidip geliyordu. Derken, büyükçe bir dalga kumdan kaleye dek
68
uzandı, kaleyi siliverdi. Asıkyüzlü adamın yüz çizgileri yuvarlaklaştı. Gülümsüyordu. Gülümsediğini bir gören oldu mu diye yine yanına yöresine bakındı. Kimseler yoktu. Avuçlarıyla kumları çekip toplayıp bir kale kurmaya başladı. Kalenin duvarlarına mazgallar da açtı. Bir de burç yaptı kaleye. Sonra, kumsalda bulduğu bir çöpe, bir küçücük kâğıt parçası geçirip, bunu bayrak diye burca dikti. Tam o sırada denizden geçen bir motorun dalgası kıyıya çarpıp kaleyi yıktı. Adam, gülüyor, gülüyor, gülüyordu.
Yeniden kale yapmaya girişti. O sırada çocuklar da birer ikişer geldiler. Asıkyüzlü adamın, kendileri gibi kumdan kale yaptığını görünce pek şaştılar. Hiç seslerini çıkarmadan, arkasına dizilip onu seyrettiler. Adam, özene bezene, çok güzel bir kale yapmıştı. Derisi tunçlaşmış çocuk, adam duymasın diye fısıldayarak arkadaşına,
— Bu kadar güzelini ben bile yapamazdım... dedi.
Ne yazık ki, bir hızlı dalga bu güzel kaleyi yerle bir etmişti. Kalesini deniz alınca adam kahkahalarla gülmeye başladı. Arkasında sıralanmış çocuklar da kendilerini tutamayıp kahkahalarla güldüler. Adam, neden sonra çocukların kahkahalarını duydu. Hep birden gülüyorlardı. Adamın, bacakları denizde, gövdesi kumsaldaydı. Hâlâ gülüyordu.
O günden sonra adamın yüz çizgileri hep yuvarlak kaldı.
KENDİNİ ÖLDÜREN PADİŞAH

beaverss
04-11-2015, 08:31
Bu masalın başlangıcı başka başka anlatılır. Kimisi «Ülkelerin birinde bir padişah varmış» diye masala başlar. Kimisi de «Bir zamanlar bir ülkenin kralı varmış» diye masala girer. «Eskiden bir ülkenin bir başkanı varmış» diye masala başlayanlar da vardır. Kimileriyse, ne kraldan ne padişahtan, ne başkandan sözeder. Onlar «Bir zamanlar bir ülkeyi bir Kurum yönetirmiş» diye masalı anlatmaya başlarlar. Adı ister padişah, ister kral, ister başkan, isterse Kurum olsun; elbet her ülkeyi yöneten, ister istemez her ülkenin başında bir yada birileri bulunacak. Biz bu başta bulunana padişah diyelim, sözü uzatmayıp masala girelim.
Bir zamanlar bir ülkenin kurnaz mı kurnaz bir padişahı varmış. Çok kurnaz olduğu için sarayına
70
kapanıp kalmaz, keyfine dalmazmış. Ülkesinin halkıyla ilişkisini hiç kesmezmiş. Kılık değiştirir, halkın arasına girer, halkla konuşur, söyleşir halkın kendisi için neler düşünüp söylediğini öğrenirmiş.
Son zamanlarda o ülkede yönetim kötüye gidiyormuş. Kılık değiştirip halkın arasına katılan padişah halkla konuşurken, kendisi için çok kötü sözler söylenildiğini, duyuyormuş. Halk padişahı yeriyor, kargışlıyormuş. Padişah ne zaman kılık değiştirip çarşıya pazara gitse, bir çayevine girse, halkın kendisine ilendiğini işitirmiş. Halk şöyle ilenmekteymiş:
— Padişah gibi yerin dibine batsın.
— Olmaz olsun böyle padişah.
Çok kurnaz olan padişah, halkın kargışına katılır, o da halkla birlikte kendisine ilenirmiş:
— Sürüm sürüm sürünsün. Tez günde geberir de biz de kurtuluruz!
Padişah yine bigün kılık değiştirip kentte bir çayevine girmiş. Orda padişahı kargışlayanlara,
— Niçin bu denli çok kızıyorsunuz padişaha? diye sormuş.
Ordakilerden biri şöyle bağırmış:
— Daha da kızmayalım mı? İnsanlarımız işsizlikten kırılıyor. Kendi yurdunda iş bulamayan yurttaşlarımız geçinebilmek için başka ülkelere çalışmaya gittiler. El kapılarında uşak olduk. Sınırlar açılsa da yabancı ülkeler daha başka işçi alsalar, herkes kaçıp gidecek. Burda kimseler kalmayacak yaşlılardan, hastalardan, bir de çocuklardan başka.
Ordakilerden başka biri de şöyle demiş:
— Herşey ateş pahası... Geçim güngünden zorlaşıyor. Fiyatlar her gün yükseliyor.
71
Arka arkaya yakınmaya başlamışlar.
— Rüşvet aldı yürüdü. Rüşvet vermeden hiçbir iş görülmez oldu. Rüşvetin adını armağan koydular.
— İltiması olmayan hiçbir işe giremez oldu. * — Paramızın değeri günden güne düşüyor.
— Satıldık üç kuruşa, borçlandık uçan kuşa.
— Ya sular!.. Bir hafta, on gün musluklardan su akmadığı çok oluyor. Yandık kavrulduk. Koktuk kokuştuk.
— İkidebir elektrikler kesilir. Saatlerce elektrik akımı gelmez. Tezgâhlar, makineler işlemez. Sonra bir de padişah bizden hiç utanıp sıkılmadan zorla vergi alır.
— Hangi birini söylemeli; havagazı gelmez, tüp gazlar bulunmaz; bulunanı yanmaz, yananı patlar...
— Kiraların yanına yaklaşılmaz... Yönetimin kötülüklerini saya döke bitiremiyor-
lardı. Kılık değiştirmiş olan padişah, padişah olduğu anlaşılmasın diye, onlarla birlikte kendisine ilenmeye başladı:
— İki gözü kör olsun öyle padişahın!.. Padişah böyle ilenip kargışlandıkça halk O'nu da
kendilerinden biri sanıyordu.
Başka bigün de padişah yine değişik kılıkta halkın arasına girdiğinde, şöyle konuşmalar duymuştu:
— Bu böyle yürümez.
— Bu gidişin sonu kötüye varacak.
— Bir umar bulmalı.
— Bir çıkar yol arayalım.
Padişah bir gece yine kılık değiştirip sarayından gizlice çıkmış. Halkın arasına karışmıştı. Bir hana geldi. O handa gençlerin toplanıp bir kurtuluş yolu
12.
aramak için aralarında söyleşip tartıştıklarını duymuştu. Padişah bol bağışlarda bulunup hancıyı yandaşı yapmıştı. Hancı, bağışlarda bulunan adamın padişah olduğunu bilmiyordu. O'nu handa toplanan gençlerle tanıştırdı. Kılık değiştirip halk kılığına girmiş olan padişah, gençlerin toplantısına katıldı. Gençler, padişahı kötülemekteydiler. Padişah kötülemekte padişahın kendisi gençlerden daha baskındı. Onlar bir kötülüyorlarsa, padişah beş kötülüyordu. Böylece gençlerin güvenini kazandı. Sonunda padişah onlara,
— Arkadaşlar, yerden göğe haklısınız. Ama laf bitmez. Lafın sonu yoktur. İş yapmalıyız... dedi.
Gençler,
—- Ne yapalım? diye sordular.
Padişah,
— Bu kötü padişahı devirmek için bir gizli örgüt kuralım, dedi.
Orda toplanmış olan genç işçiler, öğrenciler, öğretmenler, bu öneriyi uygun buldular. Padişahı devirmek için bir gizli örgüt kurdular. İçlerinde padişaha karşı en ağır yergilerde bulunan kılık değiştirmiş padişahı da, oybirliğiyle bu gizli örgütün başkanı seçtiler. Yani padişah, kendi kendini devirecekti. Gençlere,
— Örgüt için para gerekli. İlkin bankaları soyacaksınız. Zenginlerden zorlayarak para alacaksınız! dedi.
Gençler, örgüt başkanının buyruğunu yerine getirmeye başladılar. Bankalar basılıyor, zenginler kaçırılıp soyuluyordu. Padişah, gizli örgütün başkanı olduğundan, bu örgütün içine kendi adamlarını, ajanlarını, muhbirlerini ve insan kılığına girmiş olan
73
köpeklerini sokmuştu. Hangi örgüt üyelerinin hangi bankayı, ne zaman soyacağını, hangi zenginin rehin alınacağını padişah önce biliyordu. Buyüzden gençler suçüstü yakalanıyordu. İçlerinde vurulup öldürülenler de oluyordu.
Halk, toplumun düzenini bozan bu soygunculara, bu zenginlik düşmanlarına kızmaya başlamıştı. Padişaha duyulmakta olan kızgınlık, şimdi işçilerden ve öğrencilerden oluşan bu gençlere yönelmişti. Ama padişah, halkın nefretinden büsbütün sıyrılmak için, düşmanlığı başkalarına çevirmenin daha başka yollarını da aradı. Bir gece örgüt üyelerine,
— Biz bu hain padişahı böyle düşüremeyeceğiz... dedi.
Yurtlan ve halklarının yararına bir iş yapmaya can atan gençler,
— Ne yapmalıyız? diye sordular. Padişah,
— Sabotajlar yapmalısınız. Yangınlar çıkarmalı, yakıp yıkmalı, kitapçıları basmalı, bize karşı olanları öldürmelisiniz! dedi.
İçlerinde akıllı olanlar, bu buyruğa karşı gelmek istedilerse de örgüte sızmış olan padişahın ajanlarının kışkırtmalarıyla bu sözlere kandılar. Yakıp yıkmalar, sabotajlar, yangınlar, öldürmeler başladı.
Artık halk, padişaha kızgınlığını unutmuş, ülkeyi bu kargaşaya sürükleyenlere kızıyordu. Ama yine de padişaha olan kızgınlık büsbütün sönmüyordu.
Padişah sarayındayken, padişah olarak,
— Ülkeyi kargaşaya sürükleyenlerin başları ezilecek! diyor, ama halktan biri kılığına girip gizli örgütün başkanı olunca gençleri, daha çok kargaşa çıkarmaları
74
için kışkırtıyordu. Bir toplantıda gençlere,
— Arkadaşlar, padişahı öldürmekten başka kurtuluşumuz yoktur! dedi.
Gençlerden biri,
— Padişah alçağının koruyucu askerleri var, sarayına nasıl gireriz? diye sordu.
Padişah,
— Siz o işi bana bırakın, ben padişahı öldürecekleri saraya gizlice sokmayı sağlarım... dedi.
Padişahı öldürme hazırlıkları süredursun padişah da ülkenin en usta heykelcisine kendisinin mumdan bir heykelini yaptırdı. Mumdan heykeli tıpkıtıpkısına padişaha benziyordu. Mumdan heykelin sırtına incili padişah kaftanı, başına da üç tuğ'la padişah kavuğu geçirdi. Yani mumdan heykel, tıpkı padişah gibi giydirildi. Padişahın tahtına mumdan heykeli oturttu. Bu heykelin içine de tavuk kanı doldurulmuştu.
Padişah, kendisini öldürmek için saraya girecek olan gizli örgüt üyelerinin geçeceği yollarda nöbetçi asker bırakmadı. Saray bahçesinin ve sarayın yolları boştu. Kendisi de padişahı öldürecek olan gizli örgüt üyelerinin başına geçti.
— Haydi arkadaşlar! Şu hain, şu alçak padişahı öldürelim!., dedi.
Saray bahçesine daldılar. Hiçkimse karşılarına çıkmadı. Saraya girdiler. Padişahın olduğu odanın kapısını açtılar. Padişah tahtında oturuyordu.
Halk kılığına girip padişahı öldüreceklerin başına geçmiş olan padişah, tahtta oturan mumdan padişaha,
— Hain, alçak! diye bağırıp kılıcını çekti. Üstüne yürüdü.
Boynuna bir kılıç vuruşta, başını gövdesinden
75
ayırdı. Mumdan padişahın içindeki tavuk kanlan yerlere yayıldı. Gençler,
— Kurtulduk, kurtulduk! diye sevinçle bağırış-maya başladılar.
Gençler, gizli örgütlerinin başkanını, boşalan tahta oturtup padişah yaptılar. Böylece padişah kendi kendini öldürmüş, kendinden boşalan tahtına kendi oturmuş oldu.
Kente dağılan gençler de,
— Bir alçak hainden kurtuldu halkımız. Ülkemize yeni bir düzen gelecek! diye sevinç çığlıkları atmaya başladılar.
Halkın düşman olduğu padişah da yeniden halkın sevgilisi oldu.
Bu masal hemen her ülkenin tarihinde bikez geçmiştir. Tarihler, bu masaldan çıkarılacak dersi şöyle yazmaktadırlar:
«Çocuklar! Siz siz olun, yerine koyacağınız yeninin ne olduğunu iyice bilmeden eskiyi değiştirmeye kalkmayın! Yoksa yeni sandığınız şey yine kılık değiştirmiş eski olur. O zaman her şey eskisinden de kötüye gider.»
KÖYLERİN EN İYİSİ BİZİM KÖY
Fatma'nın Kınalı Kız adında bir ineği vardı.
Bir sabah Fatma ahırda ineğini sağıyordu.
Fatma'nın ayağı bakraca takıldı. Süt dolu bakraç devrildi. Sütler yere döküldü.
Fatma çok üzüldü. Büyük bir korkuya kapıldı. Çünkü ablası Ayşe, sütün döküldüğünü duyarsa çok kızardı.
Fatma, boynundaki bir sıra altını çıkardı. Altınları ineğin boynuna taktı. Sonra ineğe dedi ki:
— Benim güzel Kınalı Kız'ım, altınlarım senin olsun. Ama ablama, sakın bakracı devirdiğimi, sütü döktüğümü söyleme, emi?
Kınalı Kız, Fatma'nın dediklerini anlamış gibi başını salladı. Sanki «Söylemem peki...» demek istiyordu.
77
Ahırın kapısı açıldı. Fatma'nın ablası Ayşe ahıra girdi. İneğin boynunda altınları görünce şaşırdı. Kardeşine sordu:
— Fatma, bu ne?
Fatma da ablasına olanları anlattı:
— Ablacığım, süt sağarken ayağım bakraca takıldı. Bakraç devrildi. Bakraçtaki süt döküldü. Sütün döküldüğünü, Kınalı Kız sana söylemesin diye, ben de altınlarımı onun boynuna taktım.
Ayşe durumu öğrenince korttu. Çünkü annesi, sütün döküldüğünü duyarsa çok kızardı.
Ayşe, başındaki ipek başörtüsünü çıkardı. İneğin başına örttü. İneğe dedi ki:
— Benim güzel Kınalı Kız'ım. İpek başörtüm senin olsun. Ama anneme, kardeşim Fatma'nın sütü döktüğünü sakın söyleme, emi?
Kınalı Kız, bu sözleri anlamış gibi başını salladı. «Peki, söylemem...» demek istiyordu.
Ahırın kapısı açıldı. Fatma'nın annesi girdi. İneğin boynunda altınları,başında ipek örtüyü görünce şaşırdı. Büyük kızı Ayşe'ye sordu:
— Bu nedir böyle? Ayşe de annesine anlattı:
— İneği sağarken Fatma'nın ayağı takılmış. Bakraç devrilmiş. Bakraçtan süt dökülmüş. Kınalı Kız, sütün döküldüğünü sana söylemesin diye, Fatma altınlarını Kınalı Kız'ın boynuna takmış. Ben de ipek başörtümü onun başına örttüm.
Anneleri korktu. Çünkü kocası, sütün döküldüğünü duyarsa çok kızardı.
Anne, kendi omuzundaki sırmalı şalı aldı, ineğin sırtına sardı. Sonra ineğe dedi ki:
78
— Benim güzel Kınalı Kız'ım. Bu sırmalı şalım senin olsun. Ama kocama küçük kızım Fatma'nın sütü döktüğünü sakın söyleme, olur mu?
Kınalı Kız başını salladı. Sanki, «Peki, söylemem...» demek istiyordu.
Ahırın kapısı yine açıldı. Bu kez gelen Fatma'nın babasıydı. Baba, ineğin boynunda altınları, başında ipek örtüyü, sırtında sırmalı şalı görünce şaşırdı. Karısına sordu:
— Nedir bunlar?
Karısı da olup biteni anlattı:
— Küçük kızımız Fatma'nın ayağı takılmış. Bakraç devrilmiş. Bakraçtaki süt dökülmüş. Kınalı Kız, sütün döküldüğünü sana söylemesin diye, Fatma altınlarını onun boynuna takmış. Ayşe de ipek örtüsünü Kınalı Kız'ın başına örtmüş. Ben de sırmalı şalımı onun sırtına koydum.
Baba, durumu öğrenince, bunları oğlunun duymasını istemedi. Çünkü, evi geçindiren oğlu Ahmet'ti. Ahmet, sütün döküldüğünü duyarsa çok kızardı.
Baba da, cebinden gümüş köstekli saatini çıkardı. Bunu, ineğin beline doladı. Sonra ineğe dedi ki:
— Benim güzel Kınalı Kız'ım. Gümüş köstekli saatim senin olsun. Aman, oğlum Ahmet'e, Fatma'nın bakracı devirdiğini, sütü döktüğünü sakın söyleme emi?
İnek başını salladı. Sanki kendi dilince, «Peki, söylemem...» demek istiyordu.
Yine ahırın kapısı açıldı. Bu kez gelen Ahmet'ti. Ahmet, ineğin boynunda altınları, başında ipek başörtüyü, sırtında sırmalı şalı, belinde gümüş köstekli saati görünce şaşırdı. Babasına sordu:
79
— Baba, nedir bunlar? Babası da oğluna açıkladı:
— Süt sağarken küçük kardeşin Fatma'nın ayağı takılmış bakraca. Bakraç devrilmiş. İçindeki süt dökülmüş. Kınalı Kız, sütün döküldüğünü kimseye söylemesin diye, Fatma altınlarını Kınalı Kız'ın boynuna takmış.
Ayşe de başörtüsünü başına örtmüş. Annen de sırmalı şalını sırtına koymuş. Ben de, sütün döküldüğünü sana söylemesin diye, gümüş köstekli saatimi Kınalı Kız'ın beline doladım.
Ahmet, kendisine anlatılanları dikkatle dinledi. Sonra, bütün bunların ne anlama geldiğini düşündü. Ama hiçbir anlam veremedi. «Bunların hepsi de şaşırmış!» diye içinden geçirdi. Kendi kendine, «Artık ben bu delilerin arasında yapamam. Kendime başka bir köy bulmalıyım,» dedi.
Ahmet, heybesine azık koydu. Eline sopasını aldı. Heybesini sırtına vurup yollara düştü. Akıllı insanların yaşadığı bir köy bulacak, orada yaşayacaktı.
Ahmet, gide gide bir köye vardı. İçinden «Burası, güzel bir köy, burda kalırım,» dedi.
Köyün giriş yoluna adamlar toplanmıştı. Ortalarında bir eşek vardı. Eşeğe tahıl dolu bir çuval yüklüyorlardı. Ama eşeğin bir yanı boş olduğundan, öbür yanına tahıl çuvalını yükleyince, dolu çuval eşeğin sırtından kayıp düşüyordu. Boyuna deniyorlar, ama bir türlü çuvalı eşeğe yükleyemiyorlardı.
Ahmet onlara dedi ki:
— Eşeğin iki yanına da yük vurun, yükler dengede dursun. O zaman düşmez.
Ahmet'in dediğini yaptılar. Tahıl ağırlığınca taş tartıp, başka bir çuvala bu taşları doldurdular. Eşeğin
80
bir yanına tahıl dolu çuvalı, öbür yanma da taş dolu çuvalı yüklediler. Yükler ağır olduğundan eşek taşıya-madı, devrildi.
Ahmet onlara şöyle dedi:
— Ne diye boşu boşuna taş yüklediniz eşeğe? Tahılı ikiye ayırıp iki çuvala üleştirin.
Ahmet'in dediği gibi yaptılar. Tahılın yarısını bir çuvala, öbür yarısını da başka bir çuvala koydular. Sonra o iki çuvalı, eşeğin iki yanına yüklediler. Eşek de tıkır tıkır yürümeye başladı.
Bunun üzerine köylüler, Ahmet'e şöyle dediler:
— Sen çok akıllı bir çocuksun. Bizim köye yerleş. Her zaman bize akıl ver!
Ahmet de onlara dedi ki:
— Ben sizin gibi şaşkınlar arasında yaşayamam. Sonra yürüdü, gitti.
Ahmet gide gide bir başka köye vardı. Burası da güzel bir köydü. Ahmet içinden, «Artık bu güzel köyde kalırım,» dedi.
Köy alanında köylüler toplanmıştı. Bir delikanlı, bir evin çatısına çıkmıştı. Yerde iki kişi vardı. Yerdeki bu iki kişi, ellerinde bir şalvar tutuyordu.
Ahmet onlara,
— Burda ne yapıyorsunuz? diye sordu. Onlar da Ahmet'e şöyle dediler:
— Evin çatısındaki delikanlı şalvar giyecek. Çatıdaki delikanlı şalvara doğru yere atladı. Ama
şalvarın içine düşemedi, yere düştü. Yere düşünce başı yarıldı.
Ahmet onlara,
— Şalvar öyle giyilmez! dedi. Köylüler,
81
— Ya nasıl giyilir? diye sordular.
Ahmet de onlara şalvarın nasıl giyileceğini göstererek öğretti.
— Sen çok akıllı bir çocuksun. Bizim köye yerleş de bize akıl ver!
Ahmet,
— Ben sizin gibi şaşkınlar arasında yapamam! dedi.
Ahmet yürüdü gitti.
Gide gide, Ahmet başka bir köye vardı. Burası çok güzel bir köydü. Ahmet içinden, «Bu köyde kalırım,» diye geçirdi.
Köy alanında adamlar toplanmıştı. Bir ağacın gövdesine ot bağlamışlardı. Bikaç kişi bir ineği sırtlarına alıp havaya kaldırıyorlardı.
Ahmet onlara,
— Ne yapıyorsunuz böyle? diye sordu. Onlar da,
— İneğe taze ot yediriyoruz... dediler. Ahmet,
— İneği yukarı kaldıracağınıza, otu aşağı indirse-nize! dedi.
Ahmet'in dediğini yaptılar. İnek, önüne konulan otu yemeye başladı.
Ordaki adamlar Ahmet'e dediler ki:
— Sen akıllı bir çocuksun. Bizim köye yerleş. Bize akıl ver!
Ahmet onlara şöyle dedi:
— Ben, sizin gibi şaşkınlar arasında yaşayamam! Ahmet yürüdü gitti.
Gide gide, Ahmet bir başka köye vardı. Burası çok güzel bir köydü. Ahmet içinden, «Ne olursa
82
olsun, bu köyde kalırım,» dedi.
O köyde o gün düğün vardı. Düğün alayının önünde, at üstünde gelin gidiyordu. Gelin düğün evinin kapısına geldi. Gelini attan indirmeden kapıdan sokmak istediler. Çok uğraştılar, ama kapıdan sokamadılar. Bunun üzerine içlerinden birisi,
— Atın ayaklarını keselim de, kapıdan sokalım... dedi.
Başka birisi de şöyle dedi:
— Yazıktır, atın ayaklarını kesmeyelim. Eşiği sökelim de gelini öyle sokalım içeri.
Daha başka biri de şöyle dedi:
— Eşiğe yazık olur. En iyisi, gelinin başını keselim de kapıdan geçirelim.
Az kalsın gelinin başını keseceklerdi. Hemen Ahmet atıldı:
— Durun, ben gelini içeri sokarım.
Ahmet, gelinin başına bir yumruk indirdi. Gelin, canı yandığından, başını eğdi. Başını eğince, gelin atla birlikte kapıdan içeri girdi.
Bunun üzerine köylüler Ahmet'e dediler ki:
— Sen çok akıllı bir çocuksun. Bizim köye yerleş. Bize akıl ver!
Ahmet onlara,
— Sizin gibi şaşkınlar arasında yaşayamam! dedi. Yürüdü gitti.
Ahmet çok gezdi, dolaştı. Ama kendi köyünden daha iyi bir köy bulamadı. Kendi köyüne döndü. Evine girdi. Bir de ne baksın, odayı suyla doldurup havuz yapmışlar, hamur teknesini de kayık yapmışlar, o kayığa dolmuşlar, Kınalı Kız'ı da kayığa koymuşlar. Hep birlikte odanın içinde dolaşıp duruyorlar.
83
Ahmet onları böyle görünce çok şaşırdı.
— Burda ne yapıyorsunuz? diye sordu. Babası da ona dedi ki:
— Benim yiğit oğlum, Ahmet'im, sen köyümüzden gittin gideli, biz de işte bu tekne içinde dolaşıyoruz.
Ahmet,
— Ne yapıyorsunuz o teknede? diye sordu. Babası,
— Seni arıyoruz... dedi.
Ahmet gülümsedi. Kendi kendine, «Yine en iyisi bizim köydekiler. Hiç olmazsa kendi köyüm, burada kalmalıyım,» dedi.
Annesi, babası, kardeşleri Ahmet'in boynuna sarıldılar.
KAR BABA
Yılın son günüydü. Soğuklar çok arttığı için okullar bir hafta kapatılmıştı. Mehmet de bu yüzden o gün okula gitmemişti.
Mehmet'in babası hastaydı, hastanede yatıyordu. Annesiyle ablası da bir fabrikada işçiydiler. İki odalı bir gecekonduda oturuyorlardı. Pazardan başka günler hiçbiri evde kalmazdı. O gün okula gitmeyen Mehmet evde tek başına kalmıştı. Pencereden dışarıya bakıyor, lapa lapa yağan karı seyrediyordu.
Kış çok çetin geçmekteydi. Yaprakları dökülmüş ağaçlar iskelete dönmüştü. Sular buz tutmuştu. Dereler sanki aka aka yorulmuşlardı da, şimdi donmuş, dinleniyorlardı.
Evde soba yanmadığı için Mehmet üşümüştü. Karnı da acıkmıştı. Ama soğukta mutfağa gidip
85
karnını doyurmaya üşeniyordu.
Mehmet çok hayal kuran bir çocuktu. Küçük bir ak çiçeğin rüzgârda kopup uçuşan yapracıkları gibi havada titreşe titreşe yere serpilen karlara bakıp dalmıştı. Yine hayaller kuruyordu. Ne olurdu sanki, kar yerine gökten un yağmış olsaydı! Kar, tıpkı toz şeker gibi yağıyordu. Ne olurdu sanki, kar yerine gökten şeker yağmış olsaydı. Kar yerine un yağmış olsaydı, yoksullar yağan unları toplar ekmek pişirirlerdi. Gökten şeker yağmış olsaydı, yoksullar şekerleri toplar, tatlı yaparlardı, pasta yaparlardı. Aına o zaman da uncular, değirmenciler, fırıncılar, tatlıcılar, şekerciler, pastacılar ne yaparlardı? Onlar istemezlerdi gökten kar yerine un, şeker yağmasını. Gökten kar yerine unla şeker yağmış olsaydı, aylaklar hiç çalışmadan karınlarını doyurabilirlerdi. O zaman da aylaklarla çalışkanların hiçbir ayrımı kalmazdı.
Karlar yerde birikmişti. Mehmet dışarı çıkıp karlarda oynamayı geçirdi içinden. Yumuşacık, apak, arı-duru karlar...
Mehmet böyle düşünüp dururken, arkadaşlarının dışardan adını seslendiklerini duydu:
— Mehmeet! Mehmeeet!..
Mehmet, arkadaşı Yalçın'ın sesini tanımıştı.
Gecekonduların bittiği yerde sıra sıra apartmanlar başlardı. Yalçın'lar, o apartmanlardan birinde oturuyorlardı.
Yalçın'la Mehmet bir okula gidiyor, bir sınıfta okuyorlardı.
Mehmet,
— Geliyorum! diye Yalçın'a seslendi. Sokağa fırladı.
86

beaverss
04-11-2015, 08:31
Kızlı, oğlanlı beş-on çocuk alanda toplanmıştı.
Yalçın'ın elinde bir kürek vardı.
Mehmet,
— O kürek ne olacak? diye sordu Yalçın,
— Kardan adam yapacağız, dedi. Sonra Yalçın bütün çocuklara seslendi:
— Haydi arkadaşlar, iş başına! Önce kar toplayıp yığalım şuraya!
Çocuklar büyük çabayla çalışmaya giriştiler. Onları gören başka çocuklar da evlerinden çıkmışlardı.
Çocukların çoğu sıkı giyinmiş, soğuğa karşı korunmuştu. Kalın tabanlı ayakkabıları, ellerinde içi yünlü eldivenleri vardı. Sıcacık tutan kalın paltolar giyinmişlerdi. Yün atkılar sarınmışlardı. Kimisi de Mehmet gibi paltosuzdu. Üstelik Mehmet'in ayakkabılarının tabanı da delik olduğu için, ayakkabısına kar suyu giriyor, ayakları ıslanıyordu. Mehmet önceleri üşüyordu. Ama kardan adam yapmak için çalıştıkça kızıştı, ısındı, terledi bile...
Karları toplayıp yığdılar. O karlardan bir insan heykeli yapmaya başladılar. Kocaman bir başın altında iri bir gövde, iki yanda iki kocaman kol... Şimdi sıra kardan adamı, Kar Baba biçimine sokmaya gelmişti. Bunun için de her çocuk evinden bişey getiriyordu. Çocuklardan biri, evinden getirdiği havucu, Kar Baba'nın suratının ortasına soktu. Bu havuç, Kar Baba'nın burnu olmuştu.
Bir çocuk da evinden kocaman bir saksı getirip Kar Baba'nın başına geçirdi. Bu saksı, Kar Baba'nın şapkası olmuştu. Çocuklardan biri de getirdiği iki topak taşkömürünü, havucun iki yanıma soktu. Böyle-
87
ce Kar Baba'ya iki göz yapmış oldu. Bir çocuk da portakal kabuklarından Kar Baba'ya iki güzel kulak yaptı. Bir kız, koşa koşa evinden getirdiği eski perde saçağını, Kar Baba'ya sakal yaptı. Kar Baba'nın bıyıkları pırasa püskülündendi. Bir oğlan da evinden getirdiği tavan süpürgesinin sapını, Kar Baba'nın kolunun altına sıkıştırdı.
Kar Baba, sanki canlıymış gibi dimdik, dipdiri duruyordu. Çocuklar, koca başlı, koca karınlı Kar Baba'ya bakıp bakıp sevinçle el çırpıyorlar, kahkaha-' lar atıyorlardı. Kar Baba'nın çevresinde döne döne koşup oynuyorlardı. Başarılarından kıvanç duymuşlardı.
Yavaş yavaş akşam karanlığı çöküyordu. Anneleri, babaları, ağabeyleri, ablaları, alanda karlar içinde oynayan çocukları evlerine çağırıyorlardı. Bu gece evlerde yılbaşı eğlenceleri düzenlenecekti. Daha şimdiden evlerde yılbaşı sofraları kurulmaya başlamıştı bile.
Çocuklar birer, ikişer evlerine gittiler. Alanda Mehmet'ten başka kimse kalmadı. Mehmet'in annesiyle ablası daha işten dönmemişlerdi.
Mehmet yine hayaller kuruyordu. Kar Baba'nın burda bütün geceyi yalnız başına geçireceğini düşündükçe içleniyordu. Kar Baba'yı karşısında canlıymış gibi görmeye başladı. Ona sordu:
— Yalnız kalınca geceleyin canın sıkılmaz mı Kar Baba?
Bir ses Mehmet'e cevap verdi:
— Sıkılır elbette.
Kimdi bu sözleri söyleyen? Kar Baba'nın dudakları mı kımıldıyordu ne? Akşamın koyu maviliğinde
üstüne karlar yağdıkça, Mehmet'e, sanki Kar Baba' nın dudakları kıpırdıyor gibi gelmiş olacaktı. Mehmet o sesi yine duydu:
— Bomboş durursam çok canım sıkılır. Hiç aylak duramam.
Konuşan Mehmet'ti. Hayal kurmasını seven Mehmet, hem kendi olarak, hem de kendini Kar Baba'nın yerine koyarak konuşuyordu. Kendi sorularına, Kar Baba'nın yerine kendisi cevaplar veriyordu:
— Aylak duramazsın da ne yaparsın Kar Baba? Mehmet, Kar Baba'nın ayakları arasına girip,
kendi sorusuna, Kar Baba'nın yerine yine kendisi cevap verdi:
— Sevdiğim bişey yapmak istiyorum. Öyle bir iş ki, o işi yaparken, zamanın nasıl geçtiğini anlamadan coşkuyla çalışayım.
— Ne olabilir böyle iş, Kar Baba?
— Elime baltayı alıp dağlara gideyim, diye düşünüyorum. Ormanlardaki kurumuş ağaçlan keseyim. Kestiğim kuru ağaçları, yoksullar gecekondularının ocaklarında yaksınlar, bu yılbaşı gecesini evlerinde sıcacık geçirsinler.
— Çok güzel, çok güzel, Kar Baba...
— Yılbaşı gecesi çocuklar hediyeler alır. Ama yoksul çocukların, hediye verecek kimseleri yoktur. Onun için, yoksul çocuklara öyle hediyeler yapıp vereyim ki, o hediyelerden, başka hiçbir çocukta olmasın diyorum...
— Çok güzel, çok güzel, Kar Baba...
— Benim elimden terzilik, ayakkabıcılık da gelir. Yoksul çocuklar için, giysiler, paltolar dikeyim, onlara sağlam ayakkabılar yapayım, diyorum.
89
— Çok, çok güzel, Kar Baba...
— Sonra düşünüyorum ki, bir fırın kurup yoksullar için ekmekler pişireyim...
— Sıcacık, yumuşacık taze ekmekler... derken, Mehmet'in ağzı sulandı.
Bu sırada Mehmet'in annesiyle ablası işten dönmüşler, onu eve çağırmışlardı. Mehmet evine koştu. Annesi saç sobayı tutuşturdu. Ablası da sofrayı kurdu. Sofraya oturdular. Karnı aç olduğu halde Mehmet yemek yiyemedi. Başı ağrıyor, gözleri kararıyor, midesi bulanıyordu. Annesi, elini Mehmet'in başına koydu. Mehmet'in ateşi vardı. Karların içinde oynarken, paltosu olmadığından, ayakkabıları da su aldığından üşütmüş, hastalanmıştı.
Annesi ilaç verip Mehmet'i yatağına yatırdı. Ateşler içinde yanan Mehmet, uykusunda sayıklamaya başladı. Gördüğü düşte, yine Kar Baba'yla birlikteydi. Kar Baba, alana karları yığıyor, yığdığı bu karlardan bir yapı kuruyordu.
Mehmet,
— Orda ne yapıyorsun Kar Baba? diye sordu. Kar Baba,
— Fırın yapıyorum Mehmet, dedi.
— Ne olacak o fırında?
— Yoksullar, hastalar, kimsesizler, sakatlar için ekmek pişireceğim. Hadi sen de yardım et Mehmet.
Mehmet yardım için yekindi, ama ne yapacağını bilmiyordu.
— Söyle, ne yapayım Kar Baba? diye sordu. Kar Baba,
— Temiz karları topla, getir yığ buraya, dedi. Mehmet bir yandan karları toplayıp yığarken,
90
Kar Baba da kardan yaptığı ocağa, çalı çırpı dolduru-yordu. Kar Baba, ocaktaki çalı çırpıyı yakıp tutuşturdu. Fırının ocağı gürül gürül yanmaya başladı.
Mehmet'in yığdığı karlar, Kar Baha'nın elinde un oluyordu. Kar Baba, bu unları kar suyuyla karıp hamur yapıyor, hamurlan yoğurup parça parça fırın küreğinin üzerine diziyordu. Sonra bu ekmek hamurlarını kürekle fırına sürüyordu. Kızmış olan fırında ekmekler pişiyordu. Pişkin ekmek kokuları ortalığa yayılmıştı.
Kar Baba, Mehmet'e,
— Hadi git de, yoksulları, hastaları, işsizleri, açları, sakatları çağır. Hepsi gelsin. İstedikleri kadar ekmek alsınlar. Buraya gelemeyecekler için de alıp götürsünler! dedi.
Mehmet sevinç içinde atlaya zıplaya koştu. Sanki kanatlanmıştı da gecekonduların damları üstünden uçuyordu. Var sesiyle bağırmaya başladı:
— Heey, duyduk duymadık demeyin... Duyanlar, duymayanlara söylesin. Hastalar, sakatlar, işsizler, açlar, yoksullar, koşun koşun!.. Kar Baba, hepinize ekmek dağıtacak... Koşun gelin!
Mehmet'in sesi, havada büyüye büyüye yankılanıyor, bütün kenti sarıyordu.
Gecekondu mahallesinin dört bir yanından yoksullar, açlar, işsizler, sakatlar, hastalar akın akın gelmeye başladılar. Fırının çevresine doluştular.
Kardan yapılmış fırın ocağı yalaz yalaz yanıyordu. İyice kızmış olan fırındaki ekmekler kabarıp, kızarıp pişiyordu. Kar Baba pişen ekmekleri alıp alıp ordaki-lere dağıtıyordu. İki-üç ekmek alan gidiyordu. Kimisi de pişkin ekmekleri getirdikleri çuvallara, sepetlere,
91
torbalara dolduruyordu. Umarsızlar, körler, çolaklar, topallar ekmekleri kapışıyorlardı. İstedikleri kadar alıyorlardı. Kar Baba'ya dua ediyorlardı.
— Çok yaşa Kar Baba!
— Varol Kar Baba!
— Sağol Kar Baba!
— Eksik olma Kar Baba!..
Kar Baba hiç durmadan çalışıyordu. Bir yandan ellerinin arasında un oluveren karlardan yaptığı ekmek hamurlarını kürekle fırına sürüyor, bir yandan da pişen ekmekleri kalabalığa dağıtırken kıvançla onlara sesleniyordu:
— Alın, alın istediğiniz kadar alın! Hiçkimse aç kalmasın!
Kar Baba, yalınayak çocuklara, soğuktan titreşen yaşlılara, kucaklarında çocuklarıyla bekleşen kadınlara ekmek sunuyordu. Ekmekleri alanlar gidiyor, gelenlerin sayısı gittikçe artıyordu.
Kar Baba, fırın ocağının yalaz yalaz ateşi karşısında çalıştıkça terliyor, terledikçe de kardan teni gittikçe eriyordu. Ekmek çıkarmak için fırına her sokusunda kardan elleri eriyip küçülüyordu. Parmakları ocağın ateşinden, fırının sıcağından erimişti. Göğsünü ateşe verip hamurları kürekle fırına sürerken de göğsü durmadan terleye terleye eriyordu. Kollan da erimeye başlamıştı. O sıcaktan eriye eriye, küçüle küçüle hiç durmadan çalışırken, yoksullar da daha çok gelip fırının önüne yığılıyorlardı. Kar Baba, gelenlerin hiçbiri aç kalmasın, ekmeksiz kalmasın diye gittikçe daha hızlı çalışıyor, daha hızlı çalıştıkça da daha çabuk terleyip eriyordu.
Mehmet, gözünün önünde Kar Baba'nın eriyip
92
yok oluşunu gördükçe korkudan titreyerek ona seslendi:
— Kar Baba! Kar Babaaa!..
Kar Baba eriye eriye öyle küçülmüştü ki, nerdey-se artık görünmeyecekti. Sesini duyurmak için Mehmet daha çok bağırdı:
— Kar Baba! Kar Babaaa!..
Mehmet yatağında öyle bağırmıştı ki, annesiyle ablası koşup yanına geldiler. Annesi,
— Neyin var oğlum, neden öyle bağırdın? dedi.
Mehmet uyanmıştı. Gülümseyerek, annesine, ablasına baktı. Yeni yılın ilk günüydü. İkindi olmuştu. Mehmet hasta olduğu için, o saate kadar kendini bilmeden, düşler görerek uyumuştu. Ama şimdi iyi-ceydi. Annesinin verdiği ilaç iyi gelmişti.
Mehmet yatağında doğruldu. Pencereden dışarıya baktı.
— Hani karlar? Ne oldu? diye annesine sordu. Annesi,
— Bütün gece yağmur yağdı, karları eritti... dedi. Ablası da,
— Bütün gün de hava açıktı, güneş vardı. Mehmet, pencereden alana, alandaki Kar Baba'
ya baktı. Kar Baba, tıpkı düşünde gördüğü gibi erimişti; ama fırın sıcağından değil, gece yağan yağmur, gündüz açan güneş yüzünden eriye eriye yok olmuştu. Kar Baba'dan geriye, perde saçağından sakalı, pırasa püskülünden bıyığı, havuçtan burnu kalmıştı. Saksıdan şapkasıyla, süpürgesi, portakal kabuğundan kulakları yerdeydi. İki kömür topağından yapılma gözleri de yere düşmüştü.
93
Hayal kurmasını seven Mehmet, annesine,
— Çok güzel bir rüya gördüm, dedi. Annesi,
— Anlatsana oğlum... dedi.
Mehmet buğulanan gözleriyle alanda Kar Baba' dan arta kalanlara baktı,
— Çok,çok güzel bir rüyaydı, ama hatırlayamıyorum... dedi.
«Gördüğüm düş gerçek olsaydı!» diye içinden geçirdi.
BİR GIDIM BAL
Bir zamanlar, bir ülkenin bir kentinde yaşlı bir tefeci yaşardı. Çok cimri, insafsız bir adamdı. Borç verdiği kimselerden yüksek faiz isterdi. Borçlarını zamanında ödeyemeyenlerin mallarını, evlerini ellerinden alırdı. Hiç acıması yoktu. Bu yüzden de çok zengindi.
Günlerden bigün bu tefecinin canı bal istemişti. Uşağını çağırdı. Ona şöyle dedi:
— Balkapanı'na git. Balcılardan yarım okka bal al da gel! Gözünü aç, balcılar seni kandırmasınlar. Hem balın en iyisinden, hem de en ucuzundan olsun. Kabın darasını iyi tarttır. Çok sıkı pazarlık et.
Uşak,
— Başüstüne! dedi.
Mutfaktan bir çanak alıp bal satılan Balkapanı'na gitti. Orda balcılar, ballarını överek şöyle satıyorlardı:
— Balların en iyisi burda... Buyrun, gelin, balı
95
benden alın!
— Hani, halis bal, katkısız isteyenler...
— Yediçiçek dağlarının mis kokulu ballarını satıyorum.
— Çam çiçeği balı burda, mis kokulu, dağ kokulu...
Tefecinin uşağı, efendisinden öğrendiği gibi, balcılarla çekişe çekişe pazarlık etti. Sonunda okkası altmış akçeye satılan balı, yirmi akçeye indirtti. Elindeki çanağa yarım okka bal koydurttu. Evin yolunu tuttu.
Uşak, bal dolu çanak elinde giderken bir yaşlı, yoksul kadın, ona,
— Oğlum, birazcık beni dinler misin? dedi. Tefecinin uşağı diliyle «Pırt, pırrrt!» diye sesler
çıkararak yaşlı kadınla alay etti. Yaşlı kadın,
— Bir torunum var, dedi, beş yaşında, melekler kadar güzel bir kız...
Uşak,
— Pırrt... Bana ne senin torunundan? Çekil yolumdan!.. Pırrrt!.. dedi.
Yoksul kadın, uşağa şöyle yalvardı:
— Ne olur dinle beni a oğlum .Torunum çok hasta, çok zayıf. Hekimlere gösterdim. Hekimler, her sabah bir gıdımcık bal yerse iyi olacağını söylediler.
Uşak,
— Pırrt, pırrt... İşte orda Balkapam, git de ordan al. Pırrt, pırt! diye alay etti.
Yaşlı, yoksul kadın da şöyle ilendi:
— Torunum ölecek diyorum da taş yüreğin yu-muşamıyor. Bir de üstelik pırt pırt diye benimle alay
96
ediyorsun. Seni gidi tefecinin uşağı seni! Dilerim, o elinde tuttuğun çanaktaki baldan her kim yerse, senin gibi pırt pırt pırtlasın!
Yaşlı, yoksul kadın, tefecinin uşağına işte böyle ilençler yağdırarak ağlaya ağlaya gitti. Uşak, kadının arkasından hâlâ pırt, pırt, diye sesler çıkararak alay ediyordu.
Uşak, eve giderken elindeki çanaktan bir parmak bal alıp yedi. Balı yer yemez, elinde olmadan, «Pırt, pırt» diye pırtlamaya başladı.
Uşak eve gelince, efendisi tefeci sordu:
— Balı aldın mı? Uşak,
— Pırt aldım, pırt! dedi.
Tefeci, uşağının kendisiyle alay ettiğini sanıp çok kızdı.
— Ne diye pırtlıyorsun öyle? diye bağırdı. Uşak da şöyle dedi:
— Pırt... Elimde olmadan pırtlıyorum, pırt... Çanaktaki balın tadına bakan tefecinin karısı,
— Pırt... Çok güzel balmış, pırt pırt... dedi. Tefeci, karısına,
— Sen de mi benimle alay ediyorsun? diye bağırdı.
Karısı da,
— Pırt, alay etmiyorum, pırt... dedi.
Tefeci de çanağa bir kaşık daldırıp aldığı balı yiyince, pırt pırt demeye başladı:
— Pırt... Kendimi tutamıyorum, pırtlıyorum, pırt... Bu ne biçim balmış, pırt...
Tefeci, karısı, uşağı, üçü birden, karşılıklı pırtlamaya başladılar:
97
— Pırt...
— Pırt pırt...
— Pırt, pırrrt, pırt!..
Hep birlikte, o kentin Belediye Başkanı'na çanak dolusu balı götürdüler. Pırtlaya pırtlaya durumu anlattılar.
Söylenenlere inanmayan Belediye Başkam da, baldan bir parça yiyince,
— Pırt... Bu ne biçim balmış böyle, pırrrt... dedi. Hep birlikte, balı o kentin Kadı'sına götürdüler.
Belediye Başkanı, Kadı'ya şöyle dedi:
— Pırt, Kadı Efendi hazretleri, bu baldan her kim yerse, işte bizim gibi pırt pırt pırtlıyor, pırrrrt!..
Kadı, karşısında durmadan pırtlayanlara kızarak bağırdı:
— Susun! Huzurumda pırt pırt pırtlamayın!.. Tefeci, Kadı'ya şöyle dedi:
— Pırt! Biz isteyerek pırtlamıyoruz ki... Pırt. Bu baldan kim yerse pırtlıyor, pırrrt...
Kadı hazretleri de çanaktaki balın tadına baktı. O da öbürleri gibi pırtlayarak,
— Pırt... Bana ne oldu böyle? Pırrrt... Neden pırtlıyorum ben? Pırrrt, dedi.
Bunun üzerine Kadı, balı satın alan uşağı sorguya çekti. Uşağın, yolda bir yaşlı, yoksul kadınla alay ettiğini, o kadının da, «Her kim bu baldan yerse pırt pırt pırtlasın!» diye ilendiğini öğrendi. Bunun üzerine Kadı,
— Pırt... Çabuk tellâl çıkarılacak! Pırt... O kadın her kim ise hemen bulunacak!.. Pırrrt!.. diye buyruk verdi.
Çıkarılan tellâl, o kentin sokaklarında, alanların-
98
da şöyle bağırdı:
— Ey ahaliii... Duyduk, duymadık demeyin! Duyanlar duymayanlara iletsin! Kadı hazretlerinin buyruğudur. Bugün bir yaşlı, yoksul kadın, hasta torunu için bir gıdım bal vermeyen tefecinin uşağına ilenmiş. O kadın her kim ise, hemen Kadı hazretlerine gidecek; o kadını bilenler, görenler, kim olduğunu Kadı hazretlerine bildireceeek!..
Bu duyuru kentte yayılınca yaşlı, yoksul kadın hemen Kadı'ya gitti. Olanı biteni Kadı'ya anlattı. Kadı da ona şöyle dedi:
— Pırt... Ey hatun! Pırt! İlencini geri al da, hepimizi pırt pırt pırtlamaktan kurtar. Pırrrt!..
Yaşlı kadın,
— Olur ama, şartım var, dedi. Sonra da şartını söyledi:
— Bu tefeci, kentimizdeki bütün hasta, yoksul çocuklara her sabah birer tas bal verecek.
Kadı, tefeciye,
— Vereceksin, pırt!.. dedi. Tefeci de,
— Başüstüne, pırt!.. dedi.
Kadı, hemen bir sözleşme yazdı. Tefeciye imzalattı. Artık, pırtlayanlar pırtlamaz oldular. Kadı, yaşlı, yoksul kadına sordu:
— Ey iyi yürekli kadın, sen kendi torunun için bu tefeciden bişey istemiyor musun?
Yoksul kadın, gözyaşlarını silerek şöyle dedi:
— Torunum için artık hiç kimse bişey yapamaz, çok geç... Benim dünya güzeli torunum hastalıktan kurtulamadı, öldü. Kentin başka hasta çocukları balla beslenip sağlıkla yaşasınlar!
DOĞ GÜNEŞİM DOĞ
Kayadibi adında bir köy vardı. Köyün evleri, bir ulu kara kayanın dibinde kurulmuştu. Onun için bu köye Kayadibi adı verilmişti.
O ulu kaıa kaya, köyün doğusundaydı. Bunun için de güneşin doğuşu, köyden görünmezdi. Başka yerlerde sabah olur, öğle olur, ikindi olur, ancak ondan sonra güneş kara kayanın doruğunu aşardı. Kayadibi köyüne güneşin ışıkları çok geç serpilirdi.
Kayadibi'nin çocukları sabahları acıkınca, annelerine şöyle bağırırlardı:
— Anne, ekmeeek! Anne, ekmeeek!.. Anneleri de onlara şöyle derdi:
— Daha güneş bile doğmadı. Güneş doğsun da ekmek vereyim.
Oysa başka yerlerde güneş çoktan doğmuştu.
IOO
Ama Kayadibi köyü daha iyice aydınlanmamıştı bile. Acıkan köy çocukları da, kara kayanın dibine gider, güneşe yalvarırlardı:
— Doğ güneşim, doğ! Doğ da annem bana ekmek versin!
Kayadibi köyünde Ali adında akıllı bir çocuk vardı. Çok çalışkan bir öğrenciydi.
Köyün çocukları, bigün yine kara kayanın dibinde güneşe yalvarıyorlardı:
— Doğ güneşim, doğ! Doğ da annem bana ekmek versin!
Ali, arkadaşlarına dedi ki:
— Arkadaşlar, öğretmenimizin dediğine göre, başka yerlerde güneş erken doğarmış. Bu kara kaya, köyümüzün güneşini kesiyormuş. Buyüzden köyümüze güneş geç geliyor. Akşam da erken oluyor.
Çocuklardan biri:
— Ne yapalım, dedi, bizin köyümüz kara kayanın dibine kurulmuş. Elimizden ne gelir...
Ali, o çocuğa şu cevabı verdi:
— Kara kayanın öte yanı günlük güneşlikmiş, ışıklıymış, aydınlıkmış. Çok merak ediyorum oralarını. İsterseniz hep birlikte gidip görelim.
Çocuklar sevinçle bağırıştılar:
— Hadi...
— Hadi gidip görelim...
— Gidelim çabuk, hadi...
Çocuklar, taşlardan taşlara atladılar. Kayalardan kayalara çıktılar. Tepelere tırmandılar.
Ali, kara kayanın arasından dar bir geçit buldu. Geçitten ileriye yol vardı. Arkadaşlarına seslendi:
— Çocuklar, yol buldum. Burda bir geçit var...
IOI
Buraya gelin!..
Çocuklar, Ali'nin bulduğu geçite koşup geldiler.
Hep birlikte kara kayanın öte yanına geçtiler. Burası apaydınlık, güneşten pırıl pırıl geniş bir alandı. Yemyeşil çayırlıktı. Gür otlar vardı. O aydınlık alanın çevresini ağaçlar kaplamıştı. Ağaçların arasından arı, duru bir su akıyordu.
Çocuklar o çayırlıkta sevinç içinde koştular, atlayıp zıpladılar, oynadılar.
Ali, arkadaşlarına şöyle dedi:
— Arkadaşlar! Köyümüzü kara kayanın dibinden bu güneş gören yana taşıyalım. Evlerimizi bu güzel alanda kuralım. Hem de burası, evlerimize uzak bir yer de değil!..
Çocuklar el çırpıp sevinçle bağırıştılar:
— Taşıyalım evlerimizi.
— Buraya taşınalım.
— Bu güzel yere gelelim.
— Kurtulalım kaya dibinden.
— Köyümüzü burda yeniden kuralım. Ali, arkadaşlarına dedi ki:
— Daha önce gidip büyüklerimize danışmalıyız. Buranın daha güzel, daha ışıklı, daha aydınlık olduğunu onlara anlatmalıyız.
Çocuklar,
— Hadi öyleyse, gidip babalarımıza söyleyelim... dediler.
Ali'yle arkadaşları Kayadibi köyüne döndüler. Köy kahvesine girdiler. Ali, kahvedeki büyüklere, yaşlılara şöyle dedi:
— Amcalarım! Dayılarım! Ağabeylerim! Köyümüz, kara kaya yüzünden güneş almıyor. Güneş
102
almadığı için de köyümüzde hastalık çok oluyor. Küçük çocuklar gelişemiyor. Tarlalarımız verimli değil! Ürünlerimiz bol yetişmiyor.
Köyün ak sakallı bir yaşlısı şöyle dedi:
— Dediklerinin hepsi doğru Ali oğlum. Ama köyümüz baştan buraya kurulmuş. Kara kayayı başka yere taşıyamayız ya... Ne yapalım?
Ali de şöyle dedi:
— Kara kayayı taşıyamayız ama, evlerimizi kara kayanın öte yakasına taşıyabiliriz. Oralarım biz gidip gördük. Aydınlık, ışık, güzel, geniş yerler. İşte evlerimizi oralara yeniden kurarız.
Kahvedekiler, Ali'nin sözlerine güldüler. Onunla alay ettiler.
Günlerden bigün Kayadibi köyüne yoksul bir derviş geldi. Derviş çok zayıftı, hastaydı. Yüzü solmuş, sararmıştı. Açlıktan bitikti.
Derviş geldiğinde, köyün çocukları kara kayanın dibinde güneşe yakarıyorlardı:
— Doğ güneşim, doğ! Doğ da annemiz bize ekmek versin!
Derviş çocuklara:
— Niçin böyle yakarıyorsunuz? diye sordu. Ali cevap verdi:
— Çünkü bu kara kaya güneşimizi kapıyor. Köyümüzde sabah geç oluyor. Başka yerler gibi köyümüze de erken doğsun diye güneşe yakarıyoruz.
Derviş:
— İsterseniz, ben bu kara kayayı burdan başka bir yere taşırım, o zaman köyünüz güneş alır... dedi.
Ali, dervişin eski püskü giysilerine baktı. Yırtık pırtık çarıklarına baktı. Soluk yüzüne, donuk gözüne
103
baktı. Sonra ona dedi ki:
— Sen kendini bile zor taşıyorsun. Koskoca kara kayayı nasıl taşıyacaksın? Git yoluna, sen bizi kandıramazsın.
Derviş:
— Görünüşüme aldanmayın, dedi. Siz beni iyice besleyin. Beslenince ben dev gibi olurum, güçlenirim. O zaman bu kara kayayı sırtıma alır, taşırım.
Ali de ona şöyle dedi:
— Anladım. Sen kurnaz bir adamsın. Belli ki, günlerdir açsın. Kendini besletecek bir yer arıyorsun. Ama kara kayayı taşırım, diye bizi kandıramazsın. Çok açsa karnın, söyleyelim annelerimize, sana olandan biraz ekmekle azık versinler.
Derviş, Kayadibi köyünün kahvesine gitti. Önce kahvedekilere selam verdi. Sonra köylülere şöyle dedi:
— İsterseniz, köyünüzü şu kara kayadan kurtarırız.
Köylüler merakla sordular:
— Nasıl yaparsın bunu? Derviş açıkladı:
— Siz beni kırk gün besiye çekersiniz. Beni, fındık fıstıkla, yağla balla, baklava börekle, üzümle bademle bir güzel beslersiniz. Kırk günün sonunda ben bir dev gibi güçlenirim. Kara kayayı sırtıma alırım. Onu burdan çok uzaklara bir yere taşırım.
Köylüler sevinç içinde dervişe dediler ki:
— Hızır dedikleri sen olacaksın. Yıllardan beri senin yolunu gözlüyorduk. Peki, dediğin gibi, biz seni kırk gün besleyelim. Sen de şu kara kayayı al götür köyümüzden. Biz de gün ışığına kavuşalım. Her sabah
104
erkenden güneşin doğuşunu görelim.
Ali, olup bitenleri duyunca, köyün büyüklerine gitti. Onlara dedi ki:
— Bu derviş kurnazın biri. Bizi kandırmak istiyor.
Ordakiler Ali'ye sordular:
— Bizi kandırdığını nereden bildin? Ali,
— Çünkü, dedi, bir adam, o koskoca kayayı tek başına kaldıramaz.
Bir yaşlı köylü:
— Taşır... diye direndi. Ali de onlara şöyle dedi:
— Evler taşınmaz, diyorsunuz. Sonra da koskoca kayanın sökülüp taşınacağına nasıl inanıyorsunuz? Bu kurnaz dervişin amacı, kendini bize kırk gün besletmek. Kırk gün beslendikten sonra burdan savuşup gidecek.
Büyükler Ali'ye,
— Senin aklın ermez! dediler. O zaman Ali onlara şöyle dedi:
— Öyleyse bizim de büyüklerimizden bir dileğimiz var.
— Neymiş dileğiniz? diye sordular. Ali anlattı:
— Bu derviş, kırk gün beslendikten sonra kara kayayı burdan taşımazsa izin vereceksiniz, biz evlerimizi kara kayanın öte yanına taşıyacağız. Ordaki aydınlık, ışıklı alanda evlerimizi yeniden kuracağız. Olur mu?
Köylüler, dervişin kara kayayı taşıyacağına inanıyorlardı! Onun için, Ali'yi başlarından savmak istedi-
105
ler.
— Peki, dediler, söz veriyoruz. Kırk gün sonra derviş kara kayayı taşıyamazsa, biz evlerimizi taşıyacağız.
Sıska dervişi, köyün en güzel evinin en güzel odasına yerleştirdiler. O odanın kapısını, penceresini kapadılar.
Derviş, yumuşak döşekler üstünde yan geldi yattı.
Her sabah dervişe, sütler, kaymaklar, yağlar, ballar, çörekler, börekler verdiler. Her öğleyin, kızarmış tavuklar, etler, pilavlar, hoşaflar, tatlılar verdiler. Her ikindi, fındık fıstık, ceviziçi, bademle üzüm verdiler. Akşamları, türlü yemekler, dolmalar, soğuk ayranlar, bal şerbetleri verdiler. Daha da bunlardan başka dervişin canı her ne isterse verdiler.
Dervişin kaldığı evin yöresinde, büyük küçük bütün köylü, merakla bekleşiyordu.
Dervişin besiye çekilişi kırk gün olmuştu. Oturduğu evin önü kalabalıktı. Derviş, kırkbirinci gün dışarı çıkacaktı. Ama o sıska derviş yiye yiye öyle semirmiş, beslene beslene öyle şişmanlamıştı ki, bir türlü evin kapısından sığamıyor, dışarı çıkamıyordu. Köylüler, dervişin elinden, kolundan tuttular. Onu çeke çeke zorla kapıdan çıkardılar. Derviş önde, köylüler arkada, kara kayanın dibine gittiler. Kara kayanın doruğu bulutlara ulaşıyordu.
Derviş, kara kayanın dibine çöktü. Sırtını kara kayaya dayadı. Köylülere şöyle dedi:
— Hadi bakalım, sırtıma yükleyin de alıp götüreyim kara kayayı.
Köylüler, kurnaz dervişin bu sözüne şaşıp kaldı-
106
lar.
— Koskoca kayayı biz senin sırtına nasıl yükleye-lim? dediler.
Derviş de onlara şöyle dedi:
— Siz sırtıma yüklemezseniz, ben nasıl taşırım kayayı? Ben sözümde duruyorum. Kayayı burdan başka yere taşıyacağım. Ama siz de sırtıma yükleyin.
Bütün köylü birlik oldu. Kara kayayı dervişin sırtına yüklemeye çalıştılar. Kayayı ittiler, olmadı. Kayayı çektiler, olmadı. Kayaya ip bağlayıp asıldılar, yine olmadı. Her ne yaptılarsa kayayı yerinden kıpırdatamadılar. Köylüler yorgunluktan ter içinde kalmışlardı.
Derviş onlara şöyle dedi:
— Gördünüz işte, benim hiç suçum yok. Artık gidiyorum. Hadi sağlıcakla kalın.
Derviş savuşup gidiyordu. Ona çok kızan köy çocukları, arkasından bağırıp dervişi kovaladılar. Derviş de koşa koşa kaçtı.
Ali yüksekçe bir taşın üstüne çıktı.Ordanköylülere şöyle dedi:
— Amcalarım! Dayılarım! Ağabeylerim! İşte gördünüz, derviş kara kayayı taşıyamadı. Siz bize söz vermiştiniz. Derviş kayayı taşıyamazsa, biz evlerimizi kayanın öte yanına taşıyacaktık. Şimdi sözünüzde durmanız gerek. Haydi burdan taşınalım, kara kayanın öte yüzünde evlerimizi yeniden kuralım.
Bir yaşlı köylü,
— Biz buraya alışmışız, burdan başka bir yere gidemeyiz... dedi.
Ali de şöyle dedi:
— Siz burda birbirinize alışmışsınız. Kara kaya-
107
nın öte yanına yine hep birlikte gideceğiz. Orası aydınlık. Orası ışıklı. Orası geniş, güzel. Orda aydınlığa, ışığa, güneşe kavuşacağız. Bizim köyümüze de güneş erkenden doğacak. Sabahları karnımız acıkınca «Doğ güneşim, doğ» diye boşu boşuna yalvarmayacağız. Hem söz vermiştiniz. Derviş kara kayayı taşıya-mazsa, evlerimizi taşırız, demiştiniz. Sözünüzü tutmalısınız.
Bütün çocuklar Ali'yi alkışladılar.
Kayadibi köylüleri, ister istemez sözlerinde durdular. Hep birlikte, hep birden, eski evlerini yıkmaya, sökmeye giriştiler. Köyün çocukları da sevinç içinde büyüklerine yardım ediyordu. Hele Ali sevinçten uçar gibi çalışıyordu.
Köylüler her şeylerini kara kayanın öte yüzüne taşıdılar. Türküler söyleyerek, gülüşüp söyleşerek apaydınlık geniş alana evlerini yeniden kurdular. Yeni kurulan köyde bayram havası esiyordu. Davullar vuruluyor, tefler dövülüyor, zurnalar çalmıyordu. Köyün delikanlıları, kızları oynuyordu. Surda horon tepiliyor, orda halay çekiliyordu.
Kara kayanın güneş alan bu yandaki yüzü ışıl ışıl parlıyordu. Artık o başı bulutlara varan ulu kayaya, kara kaya demediler, ak kaya dediler.
Yeni evlerinde uyandıkları ilk sabah köyün çocukları erkenden dışarı çıktılar. Yüzlerini güneşe çevirip, gözlerini kırpıştıra kırpıştıra sevinçle bağırıştılar:
— Doğ güneşim, doğ!
Çevreden yükselen güneş, ışıklarını köye serpti. Güneş de çocuklara gülümsüyordu.

beaverss
04-11-2015, 08:32
Kayadibi köyü arkada kalmıştı. Yeni kurdukları köylerinin adını Kayaönü köyü koydular.
GÜZEL İLE DOĞRU
Murat, evdeki konuşmalardan, dedesinin şiir yazdığını öğrenmişti. Ama şiirin ne olduğunu bilmiyordu.
Bir ilkyaz sabahı kahvaltıdan sonra dedesiyle balkondaydılar. Dedesi gazete okuyordu.
Murat,
— Dedeciğim, sen şiir mi yazıyorsun? diye sordu. Başını gazetesinden kaldıran dedesi,
— Evet, aradasırada şiir yazarım... dedi. Murat, meraklandı. Şiir nasıl bişeydi? Annesi,
babası şiir yazmıyordu. Ama dedesi şiir yazıyordu. Öyleyse bütün insanlar şiir yazmazlardı. Neden herkes şiir yazmıyordu? Belki de şiir yazmasını bilmiyorlardı. Okula gidip okuma-yazma öğrenince kendisi de şiir yazacak mıydı? Murat'ın kafasını, işte bunlara benzer
109
bisürü soru doldurdu. Merakını yenemedi.
— Dedeciğim, şiir nedir? diye sordu. Dedesi yine gazeteden başını kaldırdı, gülümseyerek gözlük camlarının üstünden torununa baktı.
— Anlatmak zor... dedi. Murat kendine güvenle,
— Sen anlat, ben anlarım... dedi. Dedesi,
— Sen elbette anlarsın, ama benim anlatmam zor... dedi.
Murat, her zamanki gibi üstüste sormaya başladı:
— Neden zor?
— Çünkü şiiri herkes başka türlü tanımlıyor da ondan...
— Öyleyse sen kendin nasıl anlıyorsan öyle anlat... dedi.
Murat'ın sorularından kurtuluş olmazdı. Dedesi Murat'ı kucağına alıp şöyle dedi:
— Bana göre şiir, doğru olan bişeyi güzel duygular biçiminde söylemektir.
Murat bu sözden bişey anlayamadı. Ama anlamamış olmak ağır geldiğinden sustu, başka soru sormadı dedesine.
Başka bir günün akşam üzeri, Murat dedesiyle yine evin balkonundaydı. Dedesi,
— Hava kararıyor, nerdeyse gece olacak. Hadi içeri girelim... dedi.
Murat çoktanberi geceyle gündüzün ne olduğunu, niçin gündüz aydınlık, geceleyin de karanlık olduğunu merak ediyordu. Dedesinin sözünü fırsat bilip sordu:
— Dedeciğim, neden geceleri karanlık oluyor?
no
Bu karanlıklar nerden geliyor? Gündüzün de nasıl aydınlık oluyor? Dedesi,
— Anlatayım, dedi. Bisüre düşündükten sonra,
— Anlattıklarımın içinde bilmediğin, anlayamadığın bişey olursa sorarsın... dedi.
Murat,
— Peki, dedi.
Dedesi anlatmaya başladı:
— Gökyüzünde çok yakışıklı bir delikanlıyla bir de çok güzel bir kız var. Kız öyle güzel, öyle güzel ki, dünya güzeli... O yakışıklı delikanlının gözleri kapkara, saçları kapkara. Üstelik, yüzünü kara ipekten bir maskeyle de kapamış. Giysisi de kapkara kadifeden. Ayaklarında pırıl pırıl parlayan kara deriden çizmeleri, ellerinde kara eldivenleri var. Bu delikanlının sırtında geniş etekli bir pelerin var, pelerini de koyu kara kadifeden yapılmış.
Murat merakla sordu:
— O yakışıklı delikanlı niçin öyle kapkara giyinmiş dede?
Dedesi, bu soruyu şöyle yanıtladı:
— Çünkü o, dünya güzeli kızı seviyor. Hep o kızın arkasından gidiyor, kızı izliyor. Görünmeden yaklaşıp kızı tutmak istiyor. Kız, kendisini görmesin diye de kapkara giyinmiş. Gizlenerek kızın ardından gidiyor. Kapkara giyinmiş ama, giysisi, pelerini, maskesi, hep kadifeden, ipekliden, atlastan... Eldivenleri yumuşacak deriden. Pelerininin etekleri öyle geniş, öyle geniş ki, dünyanın yarısını kaplıyor. Buyüzden işte, o yakışıklı delikanlının pelerininin eteklerini
III
sürüye sürüye o dünya güzeli kızın arkasından koştuğu için, kendisiyle birlikte karanlık da yürüyüp gidiyor. Böylece yeryuvarlağının öte yanlarında da gece olmaya başlıyor.
Yakışıklı delikanlı kapkara giyinmiş ama, giysisinde, pelerininde altın düğmeler var. Yakasına, yenlerine sırmalar işlenmiş. Göğsüne de altın ve gümüş nişanlar takmış. Pelerininin etekleri pırıl pırıl pullarla süslenmiş. Beline altın ve gümüş bezeli bir kemer takmış. Kemerin tokası da kocaman elmastan. Çizmelerinin gümüş mahmuzları incilerle süslü.
Geceleyin gökyüzünde gördüğümüz yıldızlar, yıldız kümeleri, Samanyolu var ya, işte bütün onlar, o kapkara giyinmiş yakışıklı delikanlının giysisindeki takılar, süsler, altınlar, pırlantalar, elmaslar... Bu delikanlı, o dünya güzelinin arkasından koştukça, karanlığı da kendisiyle birlikte götürüyor. Böylece gece, yeryuvarlağını dolaşıyor.
Murat coşkuyla sordu:
— Ya gündüzler nasıl oluyor dedeciğim? Dedesi, gündüzün nasıl olduğunu da şöyle anlattı:
— Bu kapkara giysi içindeki delikanlının yakalamaya çalıştığı kız nasıl? Öyle güzel, öyle güzel ki, dünyada ondan daha güzel kız olamaz. Güzelliğine bakanın gözleri kamaşıyor. Saçları ipek gibi ve altın sarısı. Apak ipekliden bir giysi giyinmiş. Sırtında yine ak atlastan bir harmani var. Boynunda, işlemeli ak tülden bir atkı... Beline ak bürümcükten bir kuşak dolamış. Ayakkabıları ak kadifeden... Yumuşacık ak deriden eldivenleri, ak ipekten mendili var. Ak çiçeklerle donanmış bir başlığı var; o başlığı kimileyin başına koyuyor, kimileyin çıkarıyor. Başlığını çıkardı-
112
ğı zaman o altın sarısı saçlarını çevreleyen taç görünüyor. Ama nasıl bir taç?.. Tacının taşlan öyle parlak ki, öyle ışılışıl, öyle pırılpırıl ki, insan bakamıyor. Bu apak giysiler içindeki dünya güzeli kızın ak harmanisinin etekleri de öyle geniş, öyle geniş ki, yeryuvarlağının öbür yansını örtüyor. Delikanlının kara pelerininin eteklerinin örttüğü dünyanın bir yarısı nasıl karanlıkta kalıp oraları gece oluyorsa, dünya güzeli kızın ak harmanisinin eteklerinin kapladığı dünyanın öbür yarısı da aydınlıkta kalıp oraları da gündüz oluyor.
Delikanlı kovalıyor, kız kaçıyor. Gece kovalıyor, gündüz kaçıyor. İşte böylece dünyayı dönüp duruyorlar. Onlar döndükçe, yeryuvarlağının bir yanı gece, öbür yanı gündüz oluyor.
Murat,
— Ama dedeciğim, geceleri her zaman kapkaranlık değil ki... dedi.
Dedesi,
— Haklısın, dedi, kimi geceler lacivert ya da mavi olur. Sen giysin kirlenince nasıl temizlemek için çıkarır, başka giysi giyersen, o gökyüzündeki delikanlı da, kara pelerini, kara giysisi kirlenince, lacivert ya da mavi giysilerini giyiniyor. O zaman gökyüzü lacivert ya da masmavi olur. Kimileyin de gökyüzü ya da çevren pembeleşir, ya da kızıllaşır. Neden öyle olur? Çünkü, delikanlı çok yaklaşıp da tutacakmış gibi olunca, utancından, coşkusundan o dünya güzeli kızın yanakları al al olur, pembeleşir, kızarır. Yanağının alı, kızartısı bulutlara vurur. Çevrene yansır... Hele delikanlının eli eline değerse kız kıpkırmızı kesilir, gök de iyice kızıllaşır.
"3
Gündüzleri havanın biraz kızardığı da olur. O zaman dünya güzeli kız üzülmüş, yüzü gölgelenmiştir de bulutlar kararmış, çevren kapanmıştır.
Şimdi anladın mı geceyle gündüzün ne olduğunu?
Murat,
— Anladım... dedi. Dedesi,
— Bu anlattığım geceyle gündüzün masalıdır... dedi.
Murat geceyle gündüz masalına bayılmıştı. O günden sonra, her fırsat buldukça dedesine bu masalı yinelettirdi. Öyle çok dinlemişti ki bu masalı, artık ezberlemişti. Kimileyin de geceyle gündüz masalını kendisi dedesine anlatırdı.
Aradan bir yıl geçti. Murat büyüdü. Okula başladı. Birinci sınıftan ikinci sınıfa ikinci sınıftan üçüncü sınıfa geçti. Çalışkan bir öğrenciydi.
Bigün derslikte öğretmen gece ile gündüzün nasıl oluştuğunu ve gündüzün neden aydınlık, geceleyin de neden karanlık olduğunu anlattı. Dünya, güneşin karşısında durmadan dönüyordu. Dünya böyle dönerken, güneşe dönük olan yanı aydınlanıyor, orası gündüz oluyordu. Dünyanın güneşi görmeyen yerleri de karanlıkta kalıyor, oraları da gece oluyordu. Böylece yeryüzünün her yeri sırayla ışıkta ve karanlıkta kalıyordu. Geceyle gündüzün birbirini izlemesi yeryuvarlağının dönmesinden ileri geliyordu. Yeryu-valağı, kendisini aydınlatan güneşe göre sürekli değişik konumlar alıyor ve ona göre aydınlanıyordu. Bu yüzden kutuplarda gündüzler altı ay, geceler altı ay sürüyordu. Ekvator bölgesindeyse, geceyle gündüz hep eşit uzunluktaydı. Ekvatorda geceler uzayıp
114
kısalmıyordu.
Öğretmen, bunu salt anlatmakla kalmamış, karatahtaya tebeşirle dünya ile güneşi çizip geceyle gündüzün nasıl olduğunu resimle göstermişti.
Murat, öğretmenini şaşkınlık içinde dinledi. Öğretmeninin anlattığı gündüzle gece, dedesininden dinlediği geceyle gündüz masalına hiç benzemiyordu. Murat düşkırıklığına uğramıştı. Çünkü dedesinin anlattığı geceyle gündüz masalı, öğretmeninin anlattığı gündüzle gecenin oluşundan çok daha güzeldi.
Öğretmeni, çalışkan öğrencisi Murat'ın bakışlarındaki şaşkınlığı ayrımsamıştı. Öğrencilere,
— Anladınız mı? diye sordu. Arkadaşları,
— Anladık efendim... diye yanıtladılar. Murat sesini çıkarmadı. Öğretmeni,
— Sen anlamadın mı Murat? diye sordu. Murat biraz sıkılarak,
— Anladım ama, dedi, dedem bana geceyle gündüzü başka türlü anlatmıştı.
Öğretmeni,
— Nasıl anlatmıştı deden? Gel buraya da, dedenin anlattığı gibi anlat bize... dedi.
Murat karatahtanın önüne geldi. Yıllardan beri dedesinden dinlediği, kendisinin de sıksık anlattığı geceyle gündüz masalını arkadaşlarına anlattı. Öyle güzel anlatmıştı ki, arkadaşları çıt çıkarmadan O'nu ilgiyle dinlemişlerdi.
Öğretmeni Murat'a sordu:
— Sen bunlardan hangisine inanıyorsun? Murat yanıtı zor bir soru karşısında kalmıştı.
115
Öğretmeni onlara her zaman "Doğru olana, size doğru gelene inanın!" derdi. Bu yüzden Murat,
— Doğru olanına, dedi.
— Sence hangisi doğru? diye yine sordu öğretmeni.
Bisüre düşündükten sonra Murat,
— Sizin anlattığınız bana daha doğru geliyor ama... deyip durdu.
Öğretmen,
— Evet? diye sorunca Murat,
— Dedemin anlattığı daha güzel. Keski dedemin geceyle gündüz masalı doğru olsaydı... dedi.
O zaman öğretmeni, dedesinin anlattığı geceyle gündüz masalıyla kendi anlattığı gündüzle gecenin oluşması arasında öyle bir ayrım olmadığını söyledi. İkisi arasındaki ayrım, anlatış biçiminden ileri geliyordu. Murat'ın dedesi bu olayı süsleyip, masallaştırıp, güzelleştirip benzetmelerle anlatmıştı. Geceyi, kara giysili yakışıklı bir delikanlıya, gündüzü de aklar giyinmiş dünya güzeli bir kıza benzetmişti.
Öğretmen ise, doğada olanları olduğu gibi doğruca anlatmıştı.
Okuldan evine dönünce Murat, hemen dedesinin odasına girdi. Öğretmeninin o günkü derste gündüzle gecenin oluşmasını nasıl açıkladığını anlattı. Yine öğretmeninin, dedesinin anlattığı geceyle gündüz masalıyla kendi anlattığı arasında özde bir ayrım yok, dediğini söyledi.
Dedesi,
— Evet, dedi, öğretmenin başka biçimde anlatmış, ben başka biçimde anlatmışım, ama ikimiz de aynı olayı anlattık.
116
Biraz durduktan sonra, dedesi şöyle dedi:
— Ansıyor musun, bana bigün "Şiir nedir?" diye sormuştun. O zaman daha küçüktün. Ben de sana "Şiir, doğru olan bişeyi güzel duygular biçiminde anlatmaktır," demiştim.
Evet, aradan üç yıl geçmişti ama, Murat dedesinin o sözünü ansıyordu. O zaman anlayamadığı o sözü, işte şimdi anlıyordu. Şiir, doğru olan bişeyi, güzel duygular biçiminde söylemekti. Dedesi, öğretmeninin anlattığı bir doğruyu güzel duygularla masal biçiminde anlatmıştı. Dedesi şairdi.
O günden sonra Murat da şiir yazmaya çalıştı.
YAĞMUR DUASI
Yetmiş-seksen yıl öncesi yaşanmış bir olayı anlatıyorum. O zamanlar, Ayvalık'la Burhaniye arasında Türk ve Rum köyleri vardı. Bunlar, komşu köylerdi. Kimi köylerde de Türkler ve Rumlar karışık, içice yaşarlardı.
Bu köylerden bir Türk köyünün imamının adı Veysel Hoca'ydı. Bu köye komşu olan Rum köyünün papasının adı da Vasil'di. O Türk köyünde bikaç Rum evi vardı. Rum köyünde de bikaç Türk evi vardı.
Bu iki köyün insanları birbirlerini severlerdi. Ama Türk köyünün imamı Veysel Hoca'yla Rum köyünün papası Vasilin arası pek de iyi değildi. Çünkü, imamlık ve papaslık işlerinden başka, ikisi de köylülerin hastalıklarını sağaltma işiyle de uğraşırlardı. Bu işten para da kazanırlardı. İmamla papasın dualar okuyup hastaları iyileştirdiğine köylüler inanırlardı. İşte bu-
118
yüzden imamla papas birbirlerini çekemezlerdi. Ama yine de selamlaşır, konuşur, görüşürlerdi.
Yağmurun yağmadığı kurak geçen yaz ve güz aylarında ekin ve ürünler verimsiz olurdu. Buyüzden köylüler sıkıntıya düşerdi. Bu kurak zamanlarda hem Türk, hem Rum köyünün insanları yağmur duasına çıkarlardı. Rumlar, Papas Vasil'in arkasına takılır, yakındaki bir dağa çıkar, o dağda yağmur yağsın diye dua ederek gecelerlerdi. Türk köyündekiler de, imam Veysel Hoca'nın ardına düşer, yağmur duasına çıkarlardı. İmamın mı, papasın mı duasının daha etkili olduğu, hangisinin duasının yağmur yağdırdığı anlaşılsın diye, imam Veysel Hoca ile Papas Vasil ayrı zamanlarda yağmur duasına çıkmaktaydılar. İmamın mı, yoksa papasın mı duasının yağmur yağdıracağını, hem Türk, hem Rum köylüleri merak ederlerdi. İmamla papas arasındaki asıl rekabet işte bu yağmur duası yüzündendi. Kimileyin Papas Vasil, imam Veysel Hoca'dan önce
davranıp yağmur duasına çıkıyordu. Kimileyin de Veysel Hoca, Papas Vasil'den önce davranıyordu. İster önce davransın, ister sonraya kalsın Papas Vasil'in duası çok kez kabul olunmazdı. Onun duasından sonra, yağmur yağmazdı. Buna karşılık Türk köyünün imamı Veysel Hoca ne zaman yağmur duasına çıksa, duanın arkasından şakır şakır yağmur yağardı. Papas Vasil'in duaları boşa gidiyor, Veysel Hoca'nın duaları kabul olunuyordu. Buyüzden de Veysel Hoca'yla Papas Vasil'in arası gittikçe açılıyordu.
Veysel Hoca'nın her yağmur duasından sonra yağmur yağdığını gören Rumlar da Veysel Hoca'nın arka-
119
sma takılıp Türklerle birlikte yağmur duasına çıkmaya başlamışlardı. Üstelik Rum hastalar da, iyileştirmesi için Veysel Hoca'ya gidiyorlardı. Papas Vasil buna çok kızıyordu. Ama elinden bişey gelmiyordu.
Papas Vasil, Veysel Hoca'nın nasıl yağmur yağdırdığını düşünüp duruyordu. Veysel Hoca'ya giden hastalar günden güne artarken, duası tutmayan Papas Vasü'e giden hastalar azalıyordu.
Günlerden bigün hiç umulmadık bir olay oldu. Gecenin bir zamanı, Papas Vasü'in evinin kapısı çalındı. Papas Vasil yatağından kalkıp kapıyı açınca şaşırıp kaldı. Gelen, komşu Türk köyünün imamı Veysel Hoca'ydı. Veysel Hoca, iki kişinin koluna tutunarak zor yürüyordu. Türk köyünden at arabasıyla gelmişlerdi. Araba az ötedeydi.
Papas Vasil,
- Hoşgeldiniz, buyrun hemşeriler... diyerek Türk konuklarını içeri aldı.
Zor yürüyen imam Veysel içeri girdi. Üç Türk ocağın karşısındaki sedire oturdular. Papas Vasil,
- Geçmiş olsun Veysel Hoca, neyin var? diye sordu.
Veysel Hoca da derdini anlatmaya başladı:
- Vasil Efendi kardeşim, bu benim ağrılarım, sızılarım... Yıllardanberi çekerim ben bu ağrıları, sızıları... Bütün kemiklerim sızılar, ille de bacaklarım... Bikaç gün sürer sızılar, sonra geçer. Kimileyin daha kısa sürer. Gene tuttu işte bacaklarımın sızıları... Zor yürüyorum. Oysa yarın sabah bizim köylülerle yağmur duasına çıkacaktık. Yürüyemiyorum ki yağmur duasına
12O
çıkayım. Bildiğim, öğrendiğim nice ilaç, nice deva varsa hepsini denedim şimdiyedek. Hiçbiri işe yaramadı. Sızılarım bitürlü dinmiyor. Gittikçe de artıyor. Eskiden bu kerte çok değildi sızılarım. Şimdilerde hiç aman vermez oldu. İşte sana geldim Vasil Efendi kardeşim; ağrılarımı, sızılarımı dindirecek bir ilacın varsa, kurtar beni bu dertten...
Bu sırada Papas'ın eşi odaya girdi. Konuklara hoşgeldiniz dedikten sonra, tepsi içinde getirdiği kahveleri onlara verdi.
Veysel Hoca'yi dinleyen Papas Vasü'in, kara sakalıyla bıyıkları arasında bir çizgi gibi görünen dudakları yeğnice kıvrıldı. Papas Vasil, belli etmemeye çalışarak gülümsüyordu. Keyiflenmişti. Çün-kü, Veysel Hoca'nın ne zamanlar yağmur duasına çıktığını ve her yağmur duasından sonra nasıl olup da yağmur yağdığını anlamıştı. Veysel Hoca'nın çok ağır romatizması vardı. Romatizmalılar, rutubete, neme, elektrik yüklü yağmur bulutlarına karşı çok duyarlı olurlardı. Yağmur bulutları daha toplanmaya başlayınca, onların da kemikleri sızlamaya başlardı. Papas Vasil bunu biliyordu. Demek, Veysel Hoca kemiklerinde yeğni yeğni sızılar başlayınca hemen köylüleri toplayıp yağmur duasına çıkıyordu. Nasıl olsa yağmur yağacaktı. Ama yağmur duasından sonra yağınca, herkes dua yüzünden yağmur yağdığını sanıyordu.
Papas Vasil, Veysel Hoca'ya şöyle dedi:
- Veysel Hoca kardeşim, elimden geleni yaparım Bu senin sızılarını dindirecek ilacı biliyorum. Bu gece hazırlarım, yarından tezi yok, evine kendim getiririm. Sana bir şurup vereceğim, günde beş kez, her namaz-
dan önce içeceksin. Ayrıca lapa vereceğim. Lapayı sıcak sıcak ağrıyan yerlerine koyup, sonra saracaksın. Allah'ın izniyle, dilerim ki ağrıların, sızıların diner. Evime geldiğinize çok sevindim ama, hasta hasta buraya dek zahmet etmiyeydiniz. Bana bir haber salsay-dın, ben gelirdim.
Veysel Hoca'yla onu getiren iki Türk, teşekkür edip Papas Vasil'in evinden ayrıldılar. Papas Vasil'le eşi, konuklarını arabaya binene dek götürdüler, yolcu edip uğurladılar.
Konukları gittikten sonra Papas Vasil keyifli keyifli güldü. Eşi, niçin güldüğünü sorunca da şöyle dedi:
- Bunca yıldanberi Veysel Hoca'mn yağmur duasının nasıl kabul edildiğini merak edip duruyordum. Bu gece bunun gizini öğrendim, buyüzden keyifliyim.
Papas Vasil, uyumakta olan iki oğlunu uyandırdı. Onlara şöyle dedi:
- Çabuk giyinin. Köyün bütün evlerine bir bir gideceksiniz. Her evin kapısını çalın, uyuyanları uyandırın. Onlara şu haberimi ulaştırın : "Yarın sabah çok erkenden, daha gün doğumunda herkes kilisede toplanacak. Hep birlikte yağmur duasına çıkacağız."
Papas Vasil o gece uyumadı. Veysel Hoca'ya söz-verdiği ilaçları sabaha dek yapıp yetiştirdi. İlaçları da yanına alıp, güneş doğarken kiliseye vardı. Köylüler kilisede toplanmışlardı. Hep birlikte, her zaman yağmur duasına çıktıkları dağa doğru yürümeye başladılar. Ancak yarım saatlik yol almışlardı ki, kapkara bulutlar üstlerine
çöktü. Sanki kara bulutlar başlarına değecekmiş gibiydi. Yağmur damlaları tektük düşmeye başladı. Papas Vasil, az daha gitseler, yağmurdan
122
sırılsıklam olacaklarını anladı. Köylülerine şöyle dedi:
- Allah duamızı kabul etti. İşte yağmur yağmaya başlıyor. İyice ıslanmadan hadi geri dönelim.
Köylerine dönerlerken de,
- Siz gidedurun, ben şu bizim Veysel Hoca'ya bir uğrayayım... diyerek komşu Türk köyüne geldi.
Veysel Hoca'yı yatakta inlerken buldu. Yağmur da bütün hızıyla yağmaya başlamıştı. Veysel Hoca, Papas Vasil'in yağmur duasından döndüğünü işitince, gizini öğrenmiş olduğunu anladı. Çok canı sıkıldı.
Papas Vasil, hazırladığı lapayı, kendi eliyle Veysel Hoca'mn sızlayan yerlerine koyup, oralarını iyice sarıp sarmaladı. Şuruptan da içirdi.
- Bu ilaçları kullanmayı sürdürürsen, kısa zamanda ağrın sızın diner... dedi.
Veysel Hoca, sızılarının büsbütün kesilip kesilmeyeceğini sordu. Papas Vasil şöyle dedi:
- Bu dert büsbütün sağalmaz. Her yağmurdan önce sızıların başlar. Sızıların başlar başlamaz, bana bir haber ilet, hemen ilaçlarını yapar getiririm. İlaçları kullanınca, sızıların azalır.
Veysel Hoca, sızılarının başladığını söylerse, yağmurun yağacağını da söylemiş olacaktı. O zaman da Papas Vasil, bu kez olduğu gibi, kendisinden önce yağmur duasına çıkacak, yağmuru yağdırmış sayılacaktı. Bunu önlemek için Veysel Hoca bir kurnazlık düşünüp Papas Vasil'e şöyle dedi:
- Vasil Efendi kardeşim, sızılarımın her başladığında sen zahmet edip ilaç yapacağına, bu ilaçların nasıl yapıldığını bana öğretsen de, ben kendim yapsam daha iyi olmaz mı?
123
Papas Vasil de kurnaz kurnaz gülümseyerek şöyle dedi:
- Veysel Hoca kardeşim, o zaman yağmurun yağacağını önceden anlayıp yağmur duasına çıkamam ki... Eskiden olduğu gibi, gene yağmuru hep sen yağdırıyor olursun.
İkisi de güldü. Veysel Hoca,
- Öyleyse, dedi, Vasil Efendi kardeşim, seninle bir anlaşma yapalım. Dinlerimiz ayrı ama, bir Allahm kullarıyız. Kurak zamanlarda, ne zaman benim sızılarım başlarsa, hemen sana haber iletirim. Sen ilaçları yapar, bana gönderirsin. Sen, senin köyün Rumlarını toplarsın. Ben, bizim köyün Türklerini toplarım. İkimiz yan yana, Türklerle Rumlar birlikte yağmur duasına çıkarız. İkimizin duası birden kabul edilmiş olsun. Ne dersin?
Papas Vasil bu öneriyi benimsedi.
Bu anlaşmadan sonra, Veysel Hoca romatizma sızıları daha başlar başlamaz Papas Vasil'e haber iletiyor, Papas Vasil de hazırladığı ilaçları Veysel Hoca'nın evine gönderiyordu. Daha sonra Veysel Hoca'yla Papas Vasil yan yana, Türk ve Rum köylüleri birlikte yağmur duasına çıkıyorlardı. Veysel Hoca'nın sızılarının şiddetine göre, az yada çok yağmur yağıyordu. Kimileyin de biraz çiseleyep diniyordu.
Bu böyle yıllarca sürdü; taa Kurtuluş Savaşı'nm sonuna dek... Türkler bu savaşı kazanıp da, Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra, Türkiye'deki Rumlar Yunanistan'a Yunanistan'daki Türkler de Türkiye'ye
124
gönderildi. Papas Vasil'in köyündeki Rumlar da Yunanistan'a gönderilmişti.
Aradan yıllar geçti. Günün birinde Veysel Hoca'ya Yunanistan'dan bir mektup geldi. Mektubu gönderen Papas Vasil'di. Mektubunda özetleyin şöyle diyordu :
"Veysel Hoca kardeşim,
Yazgı bizi ayırdı. Artık birlikte yağmur duasına çıkamıyoruz. Köyümüzden ayrılırken, romatizma ilaçlarını nasıl yapacağını sana anlatmaya zaman bulamamıştım... Bu ilaçların nasıl yapılacağını aşağıda anlatıyorum. Bundan sonra ilaçlarını kendin yaparsın. Hem kendin kullanırsın, hem başka romatizmalılara verirsin. Artık bana gereksinmen kalmadı. Her yağmur duasına çıkışında beni de anarsın. Ben de burda senin gibi ağır romatizmalı birini arıyorum ki, yağmurun yağacağını ondan haber alıp da yağmur duasına çıkayım. Hoşça kal Veysel Hoca kardeşim."
Veysel Hoca ilaçlarını kendisi yapmaya başladı. Her yağmur duasına çıkışında da "Ah Vasil Efendi kardeşim..." diyerek, eski komşu Rum köyünün papası Vasil'i anardı.
Veysel Hoca'yla Papas Vasil bir zaman mektuplaş-tılar. İkisi de yaşlı olduğundan birbirlerini bir daha göremeden öldüler.
Samsun (Turban Oteli-205) 29 Aralık 1990
Bu öykü, Anıtı Dikilen Sinek'in 6. basımına eklenmiştir,
125